ORTA VE DOĞU KARADENİZİN YÜZEYSEL ANTİK GÖRÜNÜŞÜ ile RİZE-FINDIKLI ARASINDAKİ HEMŞİN ve HORİM VADİLERİNİN DİL KÖKENLERİ , ANTİK TARİHİ, EKONOMİK VE SOSYAL YAPILARI

ORTA VE DOĞU KARADENİZİN YÜZEYSEL ANTİK GÖRÜNÜŞÜ ile
RİZE-FINDIKLI ARASINDAKİ HEMŞİN ve HORİM VADİLERİNİN DİL
KÖKENLERİ, ANTİK TARİHİ, EKONOMİK VE SOSYAL YAPILARI

(Bu belgesel, Sebahattin Arıcı’nın Horum ve Hemşin dili kökenleri hakkında Dambur Tarihli ve Horim-Hemşin Sözlüğü kitabıyla yaptığı araştırmalardan alınarak Osmanlı ve Cumhuriyet Tarihi üzerinde fazla durulmadan hazırlanmdı. Anadolunun bilinen 4000 yıllık antik Tarihi’ nin Karadenize yansımalarına, Türk Dünyası ile arasında olan Geçiş Köprüsü üzerinden bazı noktalara bakılarak, bu yansımaları görebilmek amacıyla açıklamalara biraz da duygusal yönden yaklaşılmıştır).

KISA TANITIM:
Sebahattin Arıcı, Çayeli’nin Sefalı Köyü Ğubiyar Mahallesinde 1940 yılında dünyaya gelmiştir. Ataları bu köye 200 sene evvel, Hemşin-Zuğa Bölgesinin ĞUBİYAR Mahallesinden göçmüşlerdir.
Arıcı, İlkokulu Üçüncü Sınıfa kadar kendi köyünde babası Eğitmen Kemal Arıcı tarafından okutularak, iki yıllık dönemde de Öğretmen Saim Aksunun nezaretinde bulunarak bitirmiştir. 1954-1955 Eğitim yılında başladığı Çayeli Ortaokulunu ve Rize Lisesini 1959-1960 Dönemide tamamlayarak, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine başladı. Öğretmen okulunu da Rize’de fark derslerini vererek bitirdikten sonra, Üniversite bitinceye kadar, Ankaranın Çubuk, Çamlıdere ve Kırıkkale İlçelerinde İlkokul Öğretmenliği yaptı. Hukuk Fakültesi bittikten sonra, Kırıkkalede Hürriyet İlkokulunda Öğretmenlik yaparken Keskin Ağır Ceza Mahkemesinde Avukatlık sitajı yaptı. Stajdan sonra1970 yıllarında Çayeli’ne giderek, 12 yıl Avukatlık yaptı.
1983 yılında Avukatlığı bırakarak Pazar Noterliğinde, Adalet Bakanlığı tarafından atanarak göreve başladı. Sırasıyla Rize’de, Çorlu’da ve Istanbul’da 22 yıl Noterlik yaptıktan sonra 2005 yılında 65 yaşında emekli oldu. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Arıcı, Hemşin diline vukufiyeti nedeniyle yaptığı uzun araştırmalardan sonra Hemşin Coğrafyası konusunda iki eser vermiştir. Birinci Kitabı olan DAMBUR TARİHİ çalışmasında, Hemşin Tarihini ve Dilini inceleyerek, Cumhuriyetten önceki Rusya Gurbetçilerinin listesini vermiştir. İkinci eserinde ise, Hemşin Dili konusuna daha bir ağırlık vererek Horum-Hemşin Dili Coğrafya Sözlüğünü neşretmiştir. Ayrıca Pontus Mektubu, Camili Köy’ü, Bir Günlük Gözaltı Bekleyişi adlı üç eseri daha bulunuyor. Son olarak da aşağıdaki gibi böyle bir çalışma yaparak, neşredilen sözlük ve diğer çalışmalardaki dağınık bulunan Hemşin Coğrafyası Yerel adlarını topluca bir araya getirmeye çalışmıştır. Önceki eksik-hatalı bilgileri ayıklayarak ve bazı ilave bilgiler de katarak, ortaya ilginç bir çalışma şekli çıkarmıştır. Ayrıca bu çalışma ile birlikte, Hemşin’liler hakkında yapılan Sipekülasyonlara da cevap vererek, doğruları ve yanlışları ortaya koymaya çalışmıştır. Arıcı, Hemşin halkının hizmeti için yaptığı bu sunuşlarının, Hemşinlileri bulanık düşüncelerden kurtaracağına inanmaktadır.
Arıcı, emekliliğini Istanbulda, Yeni Soyak Sitesi, Palmiye evleri, C-1 Blok, 43. Daire Ümraniye adresinde geçirmektedir. Ev telf: 0216-5331635. Cep telf: 0532-273 60 64.

ARAŞTIRMANIN İÇERİĞİ

1-Deniz olarak antik”Karadeniz” ‘in etimolojisi ve tanıtımı.
2-Rize Kalesinden Orta ve Doğu Karadeniz’in günümüze kadar gelen antik geçişlerine yüzeysel bir bakış.
3-Rize Zıraat Bahçesinden bakış açısıyla, Karadere’den Fındıklıya kadar antik Coğrafya ve Tarihe kısa bir bakış.
4-Rize Zıraat Bahçesinden bir bakış açısıyla, Rize ve İkizdere’nin kısaca antik geçmişi ve isimlerin etimolojik kökeni…
5- Çayeli’nin Kuspa Tepesinden, Çayelinin antik adları, Mapabra – Mevrani – Havrana-Assapa Vadilerine Tarihsel bakış.
6-Havrana Suyu (Havra Deresi) Vadisinin antik coğrafyası ve görülebilecek yerleri.
7-Assapa (Âşıklar) Vadisi Suyu ve antik yerel adları.
8-Meylat’tan Doğuya bakış. Melyat Suyu ve Vadisi.
9-Atina Kızkulesinden ve antik limandan bakılarak, Atina hakkında bilinen antik bilgilerin güncelleştirilmesi.
10- Çiha kalesinden Atina, Zuğa Vadisi, Tarihi yerleri ve Hemşin görünüşü.
11- Eski Trabzondan bakış açısıyla, Pordon (Pritanı) Krallığı ve Hamidiye’nin önemi.
12-Ardeşen, Işıklı ve Tunca Vadisi.
13- Fırtına (Pordon)-Çat Irmağı vadisi, Kaleler ve yerel adlar.
14-Çamlıhemşin-Hala-Ayder Vadisi ve sipekülasyonlara verilen cevaplar.
15 Dambur Köyü, Kırgız Türklerinin “Dambur Daş” gelenek gerçeği ve Hemşinli’nin Tarihi geçmişi.
16-Bizans Döneminde Anadolunun adları?
17-Kaçkar Dağı ile röportaj: Kaçkar Dağı’nın antik öyküsü…
18-Fındıklı’nın Pyks (Piçhala), Zuğu Vadisi ve bazı açıklamalar.
19-Abu Irmağı (Çağlayan),Tarihi eserler ve Marsis Dağı.

ÖNEMLİ NOT: Bu Tarihi Makalede, insanların ırka dayalı kökenleri üstünde hiç durulmadı. Sadece daha önce Dambur Tarihi ve Horim-Hemşin coğrafya sözlüğünde dağınık olarak bulunan Yer Adları bir araya toplanarak Karadere’den Fındıklı’ya kadar sırasıyla, Vadi boylarındaki Hemşinliler’in Sadece Dillerindeki Yer Adları üzerinde duruldu. Yöre kısaca, Tarih ve Kültürüyle tanıtılmaya çalışılarak, Turizm varlıkları üzerinde özellikle durulmak istendi. Hemşin diline geçen 95 adet Ermenice kelime ve Hemşinliler’in Türkçe olarak yaptıkları diğer konuşma dilleri üzerinde fazla yorum yapılmamaya çalışıldı.
Bütün bunlar yapılırken, siyasi görüş ve Marjinal düşüncelere yer verilmemeye dikkat edildi. Konular hep derin araştırma ve delillere dayandırılmak istendi. Yazının bütünü okununca yerli ve yabancı aşırı düşüncelerin hangi amaçlar güttüğü kolayca anlaşılacaktır. Konunun sıkıcı olmaması için, antik tarih ve Hemşinli Tarihine biraz daha ağırlık verilerek, İdari Yönetim biçimleri ve Osmanlı Tarihi üzerinda fazlaca durulmamıştır. Bu nedenlerle, Yöreyi gerçekten tanıyanlar, bu yazıyı okudukları zaman keyf alabilmeleri için özel çaba sarfedildi. Ancak Coğrafya ile ilgili eksik ve yanlışlarımızın da çıkabileceği normal karşılanmalı ve bu konuda yorumlarınızla yararlı bilgilerinizi paylaşmanız durumunda, tutarlı bilgiler, bilgi sahibi kaynak gösterilerek yazıya yeniden eklenecektir. Çünkü Fındıklı ve Ardeşen Hemşinliği ile ilgili Coğrafya konusunda fazlaca yer adları toplanamadan bu yazı dizisi hazırlandı. Olumlu katkılarınızı beklerken, amacımız bir tartışma açmak değildir. Yörenin Hemşin Coğrafyasına katkı sağlamak istiyenlerin zaten bu hassasiyeti gösterecekleri muhakkaktır. Hemşinli hakkında görgüye ve belgeli bilgiye dayalı her türlü görüşlerinizle birlikte, yollayacağınız Yöresel kelimelerin dikkate alınacağından emin olunuz. Sevgilerimle..

GENEL TANITIM VE KARADENİZ’in ADI:

RİZE KALESİNDEN BAKIŞ
Geniş anlamda düşünüldüğü zaman toplum olaylarını ve coğrafyayı ilgilendiren Tarihin; belli bir bölgeye sıkıştırılarak sahasını daraltmak ve öylece yansıtmaya çalışmak olanaklı değil… Ancak genel tarihin bu dar Doğu Karadeniz Bölgesi ile ne kadar ilgili olduğunu görebilmek için, bölgemizle ilgili bölümlerini anlatarak güncelleştirmek ve yöreye yansıtmak gereği her zaman duyulmaktadır. Bu güzel coğrafyaların seyrine doyamayan insanlar, bu sarhoşluğun etkisiyle yörenin antik tarih gelişmelerini aklına bile getirememekte ve o tadına doyum olmayan güzelim doğal tablonun gerektiği kadar hakkını verememektedirler. Ama eğer insanlar, bu seyrine doyum olmayan coğrafyayı, yine kendi antik tarihi ile içiçe olduğunu görebilirlerse ve o büyük Doğal Müzenin içinde olduğumuzu anlayabilirlerse, yöremizin güzelliği ve önemi bir kat daha artarak ortaya çıkacak ve ilgi odağı haline dönüşecektir. Deniziyle, dağıyla, ovasıyla, suyuyla, canlısıyla ve cansızıyla, yağmuru ve güneşiyle doğa, sanki bütün bunları içinde barındıran bir açık hava müzesi gibi… Doğayı ve tarihi geçmişi bu özgür ortamda seyretmek, insanları dünya sıkıntılarından uzaklaştıracak ve bir başka mutluluk verrecektir. Çünkü Doğanın gizemli anlaşılmazlarının, insanlara anlatılmasının şart olduğu anlaşılıyor. Anlatılması ve anlaşılabilmesi zor olan konuların, insanlara aktarılması başarıldığı zaman, bu durum insanları derin anlayışlar ve güzelliklerin içine sokuyor olacağı açık bir şekilde görülebilecektir.
Tarih mi daha ağır basar yoksa coğrafya mı diye bize bir soru sorulsa acaba ne yanıt vereceğiz? Bana göre coğrafyayı tarih, tarihi ise coğrafya kucaklıyor… Coğrafya olan yerde mutlaka tarih de vardır. Çünkü tarih, insanların yaşadıkları bir coğrafya üzerinde sayfalarını kaleme alıyor. Tarih, bazen gözle görünmese ve izleri fark edilemezse bile, çok rahatlıkla hissedilebilir ve koklanabilir. Şimdi biz de bu yöntemle gözlemlerimize devam ederken, bu antik yöre havasını içimize çekmeye başlayalım. Tüm Karadeniz Tarihini daracık sayfalara sığdırmak olanaklı olmasa bile, 4000 yıldan buyana doğa ile bir uyum içinde seyretmiş bu tarihi olaylara çok yüzeysel açıdan bakarak, acaba kendi dar bölgemizle ilişkilendirebilmek işini daha kolay bir hale dönüştürebilir miyiz?

Şimdi bu “Antik Tarihi Geçiş Köprüleri” nden biri olan Rizenin KALESİ’nin, o eşsiz manzaralarını izleyerek ve Karadeniz’in Sinop’una doğru bakmaya devam ederek, tarih ve coğrafyanın ayrılmaz bütünlüğüne bir göz atmak gerekiyor. Tarih ve coğrafyayı artık, birbirinden ayrılmayan bir bütün olarak görmek ve değerlendirmelerimizi bu açıdan yapmak gerekiyor.
Tarihi kalıntılar, sadece bir sanat ürünü olan yapıtların dışında da kendilerini gösterebiliyorlar. Bu anlamda dağlarımız, nehirlerimiz, şehirlerimiz, denizlerimiz, ırmaklarımız ve dilimiz gibi bazı değerlerimiz, hiç ama hiç değişmeyen sanat eserlerinin en değerlileri olarak ortaya çıkıyor. Eski tarihi olayları görebilmek için şimdi Sinop ve Rize Kalesi arasında sanal olarak gidip gelerek kuş bakışı görebileceğimiz kadarıyla binlerce yıllık bu eşsiz yapıtlar üzerinde bir gezinti yapalım: Zaman ve mesafe kavramını yok edelim.
Şu anda SİNOP’un arka dağlarında Anadolu’nun en eskisi olan Palaumma’nın, yani Pala Halkının sivri külahlarını, kulaklarını ve bıyıklarını görüyor gibiyiz. Pala Kralları, Kastamonu’dan inerek Kızılırmağa karışan Gökırmak yamacında bulunan ZİMBİLLİ TEPE üstündeki PALA KIRALLIK merkezinde, Ülkelerini yönetiyorlar ve Anadolu’nun en eski dili olan PALACA’ yı konuşuyorlar. Pala Krallık Sarayı etrafında saray yetkilileri büyük bir telaşla sağa sola koşuşuyorlar. Hitit Devletinin, Samsun Dağlarında yaşayan Kaşga Halkını, MÖ 1300 lerde püskürterek yenmesi ve Karadenize inmelerinin yarattığı, ORTAK ANADOLU HALK BİLİNCİ sevincini hepbirlikte yaşamaya çalışıyorllar. Ortak bir umutla yaşanılan bu sonsuz sevinçlerinin, 100 sene sonra Hititler’n yıkılmasıyle sönüp tükeneceğini nereden bilebilirlerdi ki?
Gözünüz aslında hırçın Denizin uysallığına takılıp kalırken aklımıza gelen ilk şey, MÖ 800 yıllarında Amazon Kraliçesi Sinope’nin, güneşin Denizden doğduğu söylenen bu güzel yörenin güzel SİNOVA’sına gelerek, yarımada kıstağında bu kenti nasıl kurmuş olmasıdır… Kraliçe Sinope’nin eski Sinova’ya gelip şehir kurma öyküsünü; Amazonlar’ın Anadoludaki bir hareketi olarak bakılabilir: Amazon halkının öncelikle Çarşamba Ovası’nın TERME’ sinden Ege’ye yayılmaları ve sonra da Yunanlıların önünden kaçarak geri dönen kadınlar olayı olarak görmek gerekiyor. Bu nedenle Amazon Kraliçesi, eski Ata ocağı olan Karadeniz’e yabancı değil. Böylece KARADENİZ’E yerleşmek ve Sinop’tan Giresun’un Tirebolu’suna kadar yayılmaları çok zor olmayacaktı…
Arkasından Yunanlılar’ın Karadeniz’e akın etmeye başladıkları tarihten 50 yıl sonra MÖ 700 yıllarında, binlerce Kimmeri askerlerinin; güneşin Batıdan doğduğu yer olarak bilinen Sinop’ta beş (5) yıl süreli karargâh kurduklarını görebiliyor, Polatlı’daki Firigya devleti başkenti Gordion üzerine nasıl saldırdıklarını ve atlarının nal sesleriyle savaş çığlıklarını, tarihin derinliklerinden de gelse, işitebiliyoruz.
Hemen bu tarafta Anadolu’nun en uzun Irmağı olan Marassantia’nın oluşturduğu Delta ve Deniz düzlüklerini görüyoruz. Bu düzlüklerde yaşamlarını sürdüren Zalpa’lıları, yani Bafra yerlilerini ve onların Kızılırmak kıyısındaki Kırallık merkezleri olan ZALPAVANA Kasabası canlanıyor belleklerde… Bafra’daki (Zalpavana) Zalpuvaş kırallığının önemi, belki de Karadeniz ve Anadolu’da ilk kez kurulabilen bir siyasi birlik olmasındandır. Zalpuvaş Krallığı, Taşköprüde kurulan en eski Pala Kırallığı kadar antik bir öneme sahipti. Zalpava Kırallığının kuruluş tarihi, MÖ 2200 yılında Anadoluya gelen en büyük göçlerin de çok ötesinde bir tarih olmalıdır. Yani 5000 yıla yaklaşan bir tarih öncesi yerleşiminden ortaya çıktığı, kazılarda elde edilen bulgulardan anlaşılıyor.
Zalpavana Kırallığının, Doğu Karadenizi uzun süre etkisi altında tuttuğunu tahmin etmek zor değil… BATI KARADENİZ ise, Pala Kırallığının denetimi altındaydı. PALA ve ZALPUVAŞ Krallığının arasındaki sınır ise, Marasantiya gibi Anadolunun en uzun Irmağı olduğu biliniyor. Zalpuvaş Kralları, Hititler’in kuruluş aşamasında, Hitit Devletine kafa tutacak kadar da güçlüydüler. Hatta Hititlerin daha kuruluş aşamasında ve Kıral Anitta zamanında, Zalpavana Kıralı olan UMHA, Kayseri’ye (Neşa) kadar ilerleyerek, TANRI ŞİUŞUMNİ HEYKELİ’ni Zalpavana’ya kaçırmıştı. Tanrı’lara dayanarak haksız iş ve hırsızlık yapmanın suç oluşturmadığına inanıyordu. Üstelik bunu Tanrı sevgisi için yapıyordu. Yani “Allahla aldatmak” gibi birşey… “ŞİUŞUMNİ” Tanrısını sahiplenerek kucaklayıp Bafra’ya kaçıran Kral’a, Tanrı hiç ceza verirmiydi? Karadenizin Zalpuvaş Kralı Umha, NEŞA Kralıyla karşı karşıya gelerek, sanki Tanrıları sahiplenme SAVAŞI YAPIYORLARDI. Ancak Bafrada yeni Kıral seçilen Huzziya zamanında, Neşa Kralı Anitta, Kradeniz’e inerek, heykeli kaçıran eski Kıral Umha’yı ve Şiuşumni heykelini ( Tanrı heykelini) alarak Kayseri’ye, Ana Vatanına geri götürüyordu. Şiuşumni Tanrısı da ne yapacağını şaşırıyor: O anda Tanrı dile gelseydi ve bu Krallara birkaç çift söz söyleyerek deseydi ki; “ BEN HEPİNİZİ TANRISIYIM, SİZ ÖNCE KENDİ ARANIZDAKİ KAVGAYA BİR SON VERİN VE İNSAN ÖLDÜRMEYİ BIRAKIN ARTIK!”. Krallar, Tanrı’nın bu emredici sözünden sonra Acaba bu KUTSAL sözü tutacaklarmıydı?
Anadoluda, Pala ve Bafra Kırallığından sonra Kızılırmak kavisi etrafında ve Akdeniz’ de daha on iki kırallık daha kurularak ve 450 yıl yaşayacak Hitit Devletinin temelleri atılmış oluyordu…
Bafradan beriye doğru başınızı yukarı kaldırdığınız zaman Amissavana’nın yükseğinde, yani Samsun dağlarının tepelerinde, Canikli Kaşkalılar’ın alaca keçilerini otlattıklarını fark ediyorsunuz. Kışa doğru da HİTİTLER’İN üzerine saldırarak, bugünkü Havza’daki buğday arpa mısır ve ot stoklarına baskın yapıp çalarak geri kaçan Canik Dağları insanları olan Kaşkalar’ın, telaş ve heyecanlarını görüyorsunuz. Çünkü Çorum-Boğazköy’deki HİTİT DEVLETİ’nin Karadeniz sınırı, ancak Havzanın berisine kadar uzanıyordu. Amissavana (Samsun), Amazonların Terme’den (Thermiskra) sonra ikinci kent merkezleri olduğu da bilinmektedir.
Bu Bölge insanlarının bizlere, Amazonların MÖ 1240 yılında Yunanlılarla yapılan Troia (Dardanel) savaşına 10000 süvari asker yolladıklarını ve Amazon Kraliçesi’nin savaş meydanında nasıl öldürüldüğünü anımsatıyor. Doğuya doğru gözleriniz kaydıkça Amazonlar’ın ilk merkezi olan gizemlerle dolu, adını TERMEDON Çayından alan Thermiskra kasabasını, yani bugünkü Terme’yi görüyorsunuz. Gürcistan’dan dönüş yolculuklarında ARGONATLAR’ı iki yıl orada konuk eden atlı Amazon kadınlarını düşlüyorsunuz. Kafanızı Terme dağlarına doğru kaldırdığınız zaman, Amazonların varlığından şüphe duyan tarihçilere yanıt olsun diye, karşınıza koca bir AMAZONİS DAĞI çıkıyor. Bugün bile aynı adla anılan dağ, Amazon Tarihinin bütün kanıtlarını o görkemiyle dünyaya durmadan haykırıyor ve gösteriyor. Bu canlı tanık ve görkemli Amazonis Dağını görünce de, Amazon kadınlarının her yıl Tanrıları için şenlik ve ayin yaptıkları bu dağın düzlüklerinde, Kaşkalar’la aralarında geçen aşk öyküleri canlanıyor gözler önünde…
Gözleriniz doğuya doğru seyrine devam ederken, Farnaka (Pharnaka-Giresun) denizindeki AREİTİS adasına takılp kalıyor. Amazonlar, Tanrıları Ares ve Aphrodit’e, at kurban sunumlarını buradaki sunaklarda yapıyorlardı. Aphrodite barış Tanrıçası, Ares ise savaş Tanrı’sıydı. ARGONAT adındaki Gemileriyle Karadeniz turuna çıkan Argonatlar bile, MÖ 482 yılında Gürcistan’a doğru seyahat ederlerken bu adaya uğradıklarını ve Amazon kadınlarının Tanrı Sunağının kapısını gördüklerini söylüyorlar.
TUŞBA (Van) çevrasindeki Urartular, GORDİON ( POLATLI) daki FİRİGLER ve SARDES (Salihli) deki LİDYALILAR’dan sonra geçen, yaklaşık 700 yıllık bir geçmiş zamandan Miladi yıllara doğru, SİNOP Merkezli kurulan Pontos Kralı Mitridates, Roma Ordusuna yenilmişti. Bu yenilgiden sonra vahşi Mitridates, Romalılar’ın eline geçmesin diye, GİRESUN’da ikamet etmekte olan iki karısını ve iki (2) kızkardeşini öldürtmesini anımsıyorsunuz. Böylece, Kral’ın nekadar acımasız ve despot olduğu hakkında, düşüncelerinizi kafanızda biraz daha güçlendirmiş oluyorsunuz.
Bugünkü Fatsa’nın BOLAMAN tünel girişinde, Siden Çayının Deniz kıyısında, miladi yıllarda kurulan Bolaman Deniz Krallığı’nın izleriyle, Anadolu’dan gelip Ordu çevresi ve ötesinde yaşamlarını devam ettirmiş TİBAREN ve TABALLAR’I görüyorsunuz. Bunun yanında, Romalılar’ın POLEMON Kral’ı Zenon’u MS 38 yılından sonra bir ara Armenia (Ermeni) Kral’ı seçmiş olmalarının amacının, Ermenilerle Bizans arasında samimi ve kontrollü bir ilişki kurma gayreti olduğunu sezinliyebiliyorsunuz.
Yine Kırım’a kadar hudutları genişleyen Fatsanın POLEMON DENİZ KRALLIĞI’nı; Denizli’li Polemonun eşi Kraliçe PYTHODORİS’in 30 yıl süre ile yönetmesini anımsadıkça, Doğu Karadenizde kadın egemenliğinin erkeklere oranla daha üstün olduğunu da görebilirsiniz: İşte Amazon Kraliçeleri, işte Polemon Kraliçe Pythodoris…
Anlaşılıyor ki, uzun zaman dilimleri içinde her zaman, Doğu Karadeniz’de mutlaka bir Kırallık varlığını sürdürmüş ve Yöre uzun zaman yönetim boşluğu yaşamamıştır.
ORDU İline geldiğiniz zaman, aklınıza daha başka şeyler geliyor: Örneğin, MÖ 400 yıllarında bu Yörede ‘ÖKÜZ BOYNUZU’ndan nasıl şarap içildiğini, halkın içi yaprak dolu yatak ve minderlerde oturarak nasıl rahat ettiklerini, kışın depo ettikleri kestane ve cevizleri yeyip nasıl beslendiklerini, balıkçılık yapıp balıkyağı kullandıklarını, bölgede TİBAREN, TABAL, MOSONA ve MAKRONLAR’ın da yaşadıklarını, Tarihçi Ksenof’un anlatımlarından anımsayarak bir kez daha tarihin derinliklerine dalıp gidiyorsunuz…
TRABZON’a geldiğinizde de, orada MÖ ne büyük savaşların olduğu ve Germen kökenli haydut Vizigotlar’ın, Kırımdan gelip Trabzon üzerine saldırması ve 10000 laz’ı öldürdükten sonra çok sayıda gencini de kaçırıp köleleştirdikleri, tarihin kirli ve karanlık sayfaları arasından yüzünü bir kez daha gösteriyor.
Karadeniz sahillerinde kuş bakışı gezerken gözünüze yılan kıvrımlı Ophius (OF) Deresini ve Turistik Uzungöl’ümüzün en yüksek tepesi Haldizen Dağı ve aynı adla anılan altındaki Haldizen Köyünü görmezlikten gelemezsiniz. Sanatkârlıklarıyla tanınan Van çevresi Urartu insanlarının en büyük Tanrıları olan HALDİ’nin, Karadeniz’deki en ulu görüntüsü işte bu dağ… Karadeniz’liler de bu Tanrı’ya inanıyor ve tapıyorlardı. Ana Tanrı’ları da bereket Tanrıçası Ma (Kibele) idi. Bu Tanrı inancı olan Kadın Tanrılara tapınmayı, Anadolu’da Amazonlar ve Hititler, uzun zaman sürdürmüşlerdi. Karadeniz seyahatinde Arrianus, Of’tan bahsetmese de, Of ve Vadisinin Tarihsel önemini ortadan kaldırmaz. İlk Gürcü Krallığı, KOLKHİS adı altında Sokhumi’de kurulduktan sonra güçleniyorlar ve OF ile Of Vadisine kadar sıınırlarını genişletiyorlar…
Uzungöl’ün yukarısında bulunan HALDİZEN DAĞI ve HALDİZEN KÖYÜ, Urartu Tanrısı HALDİ’nin Karadenizde nekadar güçlü olduğunu göstermektedir. Uzungöl’ü Uzungöl yapacak Kültür, bu antik Kültür birikimleri olmalıdır. Uzungöle çıkan her Turist, HALDİZEN DAĞI nın Tarihçesini Turistik tabelalardan okuyup anlayabilmeli ve çevresine anlatabilmelidir. Güzel manzaralar ve renk, renk mavilikler, turizm için tek başına yeterli olmayabilir! Bunlara biraz da insan eli değmesi gerekiyor.

RİZE’nin Moskhos Dağlarını, Kaçkarlar’daki Türk Patentli Kaşkar Uçurumlarını, Paryadyos sıradağlarını ve nice ırmakları, GÜMÜŞ ŞEHRİ BEYZER’in (Rize) Fars kökenli yüzünü, antik adlarıyla birlikte RİZE KALESİ’nin tepesinden görmek, gözlemek, izlemek ve kokusunu almak çok kolay ve güzel… Kapalı bir müzedeki tarihi eserleri seyretmekten daha canlı ve daha özgür… Bizim bu Kaleden seyrettiğimiz manzara, koca bir Karadeniz’in bütününde izlenebilen canlı bir açık hava müzesi gibi duruyor karşımızda… Rize’miz çok yakında görünüyor. 1. Jüstinyanus’un İran saldırılarına karşı koyabilmek için 560 yılında Rize’de yaptırdığı bu muhteşem kale, Rize’yi ve Karadeniz’i kucaklar gibi yanıbaşınızda duruyor. Rize’nin ırmakları da hala 3500 yıl önceki adlarıyla ve bugüne aldırış etmeyen şırıltılarıyla akıp durmaktadırlar. Başınızı Doğuya çevirdiğiniz zaman, Zıraat Bahçesinin sol tepesindeki KALA-YI KÖHNE’yi görürsünüz. Bu Kale, MÖ’ ki eski yılları gözlerimiz önünde canlandırıyor. Adının Köhne olması bile, RİZE kalesinden daha eski oldğunu göstermektedir. Ama Kalenin yapım tarihini, belli bir noktaya konuşlandırmak olanaklı değil… MÖ’ki yıllarda yapıldığı tahmin ediliyor. Rize Kalesi ise MS 560 yılında Bizans İmparatorü Jüstinyen tarafından, İran saldırılarına karşı koymak için yapıldığı bilinmektedir. Ancak Resmi olmasa bile bu Kalenin en eski halinin MÖ Cenevizliler tarafından yapılarak ortaya konulduğunu söyleyenler de bulunuyor.

KARADENİZ’İN ADI:

ZIRAAT BAHÇESİNDEN KARADENİZE BAKIŞ:
Şimdi Zıraat Bahçesinde Kala-ı Köhne yakınındayız. Bu coğrafyanın süslü püslü gelinliğinin eteğini andıran ve şu anda suspus duran Karadeniz’in eski ve yeni halinden söz etmeden geçilemez. Bu denizin alın yazısını Tanrı mı yazmış yoksa birileri ona hırçınlığını unutturmak için mi değişik adlar yakıştırmaya çalışmışlar? Bunlara yanıt aramak için hemen Karadeniz’in antik isminin ne olduğunu merak etmek ve söylenenleri irdelemek gerekiyor. Karadeniz’den söz edebilmek için, tüm bölgeye adını veren ve zaman, zaman hırçınlaşan bu denizin tarih içindeki çalkantılarını araştırmak ve Onun hırçınlığının nereden kaynaklandığını bilmek artık bizim de hakkımız: Onun hırçınlık görüntüsü içinde, aynı zamanda sakinlik ve uysallığını çağrıştıran bir görüntüsü de var… Birdenbire coşması, O’nun kısa bir süre sonra suspus olacağı ve herkesi kucaklayacağı anlamına da geliyor.
Karadeniz adsız mıydı? Acaba bu koca Deniz, antik çağlardan buyana nasıl tanımlanıyordu? Bu Denize değişik adları verenler kimlerdi? İlk önce Çorum-Alaca’daki Hitit kaynaklarına bakarak konuyu aydınlatmaya çalışmakta fayda var. Çünkü en eski yazılı kaynaklar Hitit kaynaklarıdır. Çok daha eski bir Krallık olan Bafra Zalpava Krallığından bugüne kadar gelen bir belge yok. Ancak Hititler kendi dil ve alfabeleriyle yeteri kadar eskiye gidiyor ve Anadolu tarihiyle ilgili ilk bilgileri veriyorlardı…
Acaba Hitit Devlet Yetkilileri, Havza’nın tepelerinden Karadenizi nasıl görüyorladı? Hitit dilinde denize “Arunas”, kara renge de “Dankwis” diyorlar. Ama Hitit kaynaklarında bir bütün olarak Kara Deniz adına rastlanmıyor. Çorumun tepesinde denizlere pek de uzak olmayan Hitit Devletinin Hattuşa Kralları, bu karanlık ya da kara Arunas’ı (Denizi) sadece uzaktan mı hayal edip duruyorlardı? Yoksa Karadeniz’in köpüren hırçın dalgaları, simsiyah bulutlarla kaplı gökyüzü ve esintili yağmuru, insanların gözünü mü korkutmuştu? Öyle anlaşılıyor ki Hitit Kralları, Karadeniz, Akdeniz ve Ege Denizine inmek için can atıyorlar, ama önlerinde çok engellerin bulunması buna izin vermiyordu… Onlar bu korku saçan vahşi ormanlarla kaplı kuzey Arunas (Deniz) kıyılarında ve dağlarında değişik insanların yaşadıklarını, ama yabancılara pek geçit vermediklerini de biliyorlardı. Pek tabii ki böyle tadına doyum olmayan bir güzellikle kucaklaşan Karadeniz’de yaşayan insanlarla anlaşmak, onlara hükmetmek ve onların dilleri ile konuşarak yaklaşmak öyle kolay olamazdı. Çünkü Hititler’in hemen yanı başında yaşayan ve sınır komşuları olan Amissavana (Samsun) Dağları insanları olan KAŞKALAR; Hitit Devleti ile büyük bir mücadele içindeydiler. Hititler’in Denize inmelerini zorlaştıran en büyük engel bunlar olmalıydı. Kralların Denize inmek için dua etmekten başka yapacakları bir şey yoktu. Bu nedenle Karadeniz’e bir ad bile koyamamışlardı…
Hitit Kralları, yıllık KURBAN KESME ve Tanrıya yakarış merasimlerinde, Ülke halkı ve Ülke sınırları için dua ederek şöyle diyorlardı: “ Tanrım, Ülkemiz’in sınırlarını bu tarafta Arunas’a, öbür tarafta Arunas’a ulaştır”. Arunas, Deniz demek… Hitit Kralları bir bakıma çaresizliklerini, Tanrıya yakarışlarıyla dile getiriyorlar. Dini törenlerde yapılan bu dualar arasında KARA DENİZ anlamına gelen “Arunas Dankwis” sözü geçmiyor. Yani bu Denize, kendi dillerine göre Kara ve Deniz kelimelerini birleştirerek, Karadeniz adını henüz verememişlerdi.
Çanakkale’nin Troia’sını ve burada gerçekleşen Yunan-Hattu (Anadolu) Savaşını şiirlerinde anlatarak gün ışığına çıkaran İzmirli ünlü ozan HOMEROS, MÖ 850 yıllarında olgunluk çağını yaşıyordu. Homeros verdiği bütün eserlerinde Karadeniz için, Yunanlıların söyledikleri gibi “Pontos Exsinos” diye bir tabir kullanmıyordu. Yoksa O da kuzeydeki Arunas’ı hiçmı sevmiyordu? Hayır. Karadenizin adını ağzına almak ona nasip olmamıştı. Çünkü o yıllarda Karadeniz’in henüz genel bir adı yoktu, O’raya sadece”Deniz” diyorlardı. Ama MÖ 490- 425 yılları arasında yaşayan Bodrum’lu ünlü tarihçi Heredotos ise, Heredotos Tarihi kitabının 224. Sayfa ve 85. bendinde, Karadeniz diye bir denizin varlığından “Pontos Euxeinos” olarak bahsediyor. Öyle ise Mö 850 yılları ile 500 yılları arasında Karadeniz Pontos Euxinos adını almış olmalı. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: Çünkü Miletlilerin Karadeniz’e akın etmelerinden sonra bu adın ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz. Ve yine aynı zamanda Amasya’lı Strabon, yazdığı “ Coğrafya” adlı kitabında Karadeniz’den “Pontos Euxinos” olarak söz etmektedir. Yalnız Strabon; Coğrafya kitabına koyduğu dikkat çekici bir haritada Karadeniz’i, “ERKİNE” olarak belirtmiş. Demek ki Strabon; Karadeniz’in adı Yunanlılar tarafından “Pontos Euxinos” a çevrilmiş olsa bile, Karadeniz’in en eski adını, kendi çizdiği haritasına koyma gereği duymuştur. Böylece Strabon, Karadeniz’in en eski adı olan EKİNE’yi, etimolojik olarak bugüne kadar taşıyarak yaşamasına neden olmuştur. Erkine ne anlama geliyordu?
Miladi yılların başından sonra zaten ROMA DÖNEMİ başlıyor ve Karadeniz bir başka önem kazanıyor… Acaba Roma İmparatorluğunda Karadeniz’e ne ad veriyorlardı? Roma döneminde sonradan Bithinya valisi (Batı Karadeniz) olmuş PİLİNİUS, MS 77 yılında 23 yaşlarında iken Roma İmparatoruna, Bithinia eyaleti ve Amasra için yazdığı çok sayıda mektuplar, sonradan kitaplaştırılmıştır. Bithinia, Marmara Denizi’nin doğusu ve Bursa’ya kadar olan bölgeyi kapsamak üzere Batı Karadeniz’in tümünün adıydı. Batı Karadeniz Valisi Pilinius, “ Natüralis Historia adlı Tarih Kitabında Karadeniz’i anlatırken, o da, “Pontos Eksinos” (Euxeinos) ifadesini kullanıyor. BİTİNYA EYALETİ nin yönetildiği merkez, ASKANA’nın, yani İznik gölü kıyısında bulunmaktaydı ve antik adı Nikaia idi. Pilinius eyaletini buradan yönetmektedir.
Batı Karadeniz’in ROMA Valisi Pilinius, bu denizin çok hırçın olması nedeniyle eski adının “AKİNE” olduğu ve daha sonra “Akenus” olarak değiştirildiğini de belirtmiştir. Yani en eski ad olan Akine; Miletliler tarafından değiştirilerek Akenüs yapılmış. Görülüyorki değişik biçimlerde söylense bile; Erkine, Akenus ve akine aynı kelimelerin değişik söyneniş biçimleridir. Ancak anlamların kökeni hakkında bilgi verilmiyor. Böylelikle Pilinius, STRABON’un Çizdiği haritadaki AKİNE “ERKİNE” adının, Karadeniz’in adı olduğunu da onaylamış oluyor.
Heredot’tan daha yaşlı olmasına karşın aynı zamanlarda yaşadığı Yunanlı lirik şair PİNDAROS da Karadeniz’i anlatırken Amazonların; Çanakkaledeki Troia-Yunan savaşına 10.000 ordu gönderdiklerini ve Sinop-Terme arasında yaşayan insanlara Yunanlılar’ın “Beyaz Süriyeli” dedikleri belirtiyor. Heredot, Karadeniz için de “Pontos Exenios” tabirini kullanıyor. Böylece Karadenizin antik adının MÖ 750 yılından sonra konulduğu anlaşılıyor. Ancak, Hititlerden kalan EKİNE kelimesine PONTOS eklenerek PONTOS EUXENİOS biçiminde yeni bir ad ortaya çıkıyor.
Ukranyalılar ve Bulgarlar; Karadeniz’e, Çenreyone More diyorlar. Ruslar ise Kızarne Mode… MÖ 64 yılında Amasya’da doğan ve Pontos Krallığı döneminde yaşayan ünlü tarihçi ve coğrafyacı Strabon da Karadeniz’i, “Pontos Euksenios” olarak tanımlıyor.
Yörede yaşayan insanlar olarak Lazlar da Karadeniz’le ilgili belirttiğimiz antik adlardan herhangi birini kullanmıyorlar. Rusların kullandığı adı da kullanmıyorlar. Çok eskilerde ne dedikleri bilinmemekle birlikte bugün, Lazca kara ve deniz kelimelerini birleştirerek Lazca olarak Uça-Zuha (Uçazuha) diyorlar.
SLAVLARIN DAMGASI: Karadeniz’e bu adı, “rengi kara” anlamında kullandıkları ve Slavlar’ın verdiği ağırlık kazanmaktadır. Slavlar, bugünkü anlamda bu Kara Denize, KARADENİZ adını verdiler. Miletliler’in M Ö 750 yıllarında Karadeniz’e geldikten sonra denizin adına Hitit-Yunan karışımı bir ad olarak Pontos Euksinos demiş oldukları anlaşılıyor. Verdikleri bu ad ise, SOĞUK VE SERİN DENİZ anlamındadır. Yani Yunanlılar gittikleri yerlerin adlarını değiştirdikleri gibi; Rus adı olan Kızarne Mode, Ukraynalılar’ın söyledikleri Çenreyo More ve Lazların söyledikleri Uçazuha adlarından hiçbirini kullanmayarak Karadeniz’in bu Güney kesimine Pontos Euxinos adı veriyorlar.

ROMEN TARİHÇİ Aurel Decei; Karadeniz’in en eski adının AHSENA olduğunu ve Yunanlılar’ın bunu İraniler’den alarak değiştirdiklerini söylüyor. Ama doğru olmayan bu görüşte adın hangi tarihte İraniler tarafından verildiğini belirtmiyor. Aynı zamanda Aurel’in bu görüşünde, kelimenin etimolojik kökeni de araştırılmamış. Çünkü kelimenin anlamı bilinirse, hangi dile ait olduğu daha kolay tespit edilebilir. Aynı kelime İranda Yunanistanda ve Anadoluda farklı anlamlarda kullanılıyorlarsa kelime benzerliklerine aldanmamak lazım. Celal Esad Arseven ise Karadenizin adını, antik çağlarda Lübnan ve Hatayda hüküm süren Fenikeliler’in verdiğini iddia ediyor. Karadeniz kıyılarına Yunanlılardan önce Fenikeliler’in gittiklerini ve Şimal (Kuzey) denizinin karşılığının “Achkenas” olması nedeniyle bu adı verdiklerini iddia etmektedir. Ancak yukarda belirtilen her iki görüşün de yanlış olduğu apaçık ortadadır.
Arapçada “Ahsen”, güzel anlamına gelmektedir. Ancak bu kelime Farsçaya da geçmiş olsa bile Hititçe EKİNE ile hiçbir ilgisi bulunmuyor. M Ö 547 yılında antik Anadolu’yu ( Hattina’yı) işgal eden Persler bu adı vermiş olsalardı; bu işgal döneminde yaşayan Heredot, Pindaros ve diğer tarihçiler bundan mutlaka bahsederlerdi. Fenikeliler de antik çağın başından beri Akdeniz’de ticaret alanında güçlüydüler. Yunanlılar’la rekabet halindeydiler. MÖ 743 yılında da Asurlular’n egemenliklerini kabul ettiler. Asur egemenliğini kabul etmeden önce yaşayan Homeros ve diğer tarihçiler; Fenikeliler’in Karadeniz’de üstünlük kurup kurmadıklarından haberleri yok. Böylece Karadenşiz’in adı ile ilgili bu konuda hiç söz etmiyorlar. Bu nedenlerle tarihi bilgi verilmeyen konuda Karadenize bu adı fenikelilerin verdiğini söylemek yanlış olur.
Karadeniz’in, Pontus Euxsenios adından önce, başka özel bir adının olmadığı anlaşılıyor. Hititler ve Karadeniz kıyısında yaşayan Halklar bu büyük deniz için sadece D E N İ Z adını kullanıyorlar. Acaba en eski ad olan “Ekini” ya da “Ekene” nin kökeni hangi ulusa dayanmaktaydı? Diye geniş bir araştırma yapılmamış. Bu konular bilgi yönünden hep eksik kalmaya devam edip gelmiştir. Antik çağların başında yani Mö 3000 yıllarında Karadeniz’le ilgili adların yöresel olması ve Karadeniz’in bütünüyle ilgili bir adının olmaması daha mantıklıdır. Çünkü Karadeniz hiçbir zaman tümüyle büyük bir devletin siyasi egemenliği altına girmemiştir. İstila amacıyla Karadeniz’e gidip gelenler çok olsa bile, denize genel bir ad koyacak kadar uzun bir uygarlık kurup hüküm sürmemişlerdir.

DEĞİŞİK ADLAR: Kıyıda yaşayan insanlar, önlerinde bulunan denize hep başka başka adlar vermişler: Örneğin Amazonlar; Sinop-Giresun arasındaki denize Amazon Denizi diyorlardı. Diğer Uluslar da, Lazika denizi, Kolkhis (Gürcü) denizi, İskitya denizi, (Kuzey Karadeniz), Sarmat denizi, (Kırım-Azok) gibi adlar kullanıyorlarmış. Yunanlıların Karadeniz’e gelişlerine kadar bu böyle devam ediyor.
HİTİTÇE BİR ADMİ: Bugüne kadarki bütün araştırmacılar, EKÜNİMAS kelimesini Hititçe olduğunu söylemediler. Bu durum ise araştırmaların hep eksik olduğunu gösteriyor. EKÜNİMAS HİTİTÇE SERİN VE SOĞUK anlamındadır. Yunanlılar, serin ve soğuk anlamına gelen Ekünimas sözü ile Yunanca Pontos’u birleştirerek Karadeniz’e genel bir ad veriyorlar: Pontos Ekünimas. Strabon’un çizdiği haritada belirttiği Ekine adı, Hititçe Ekünimas kelimesinin bir değişik söyleniş biçimi olmalıdır. PONTOS EKÜNİMAS, Hitit-Yunan karışımı bir tamlama olduğu, anlamı itibariyle de bunu kanıtlıyor.

KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ?
Şimdi Zıraat Bahçesini eşsiz güzellikleri arasından Sahili seyredelim ve yıllardan beri kimlerin gelip kimlerin geçtiğine bir göz atalım:
Antik çağlarda Rize’den itibaren doğuya doğru yaşayan insanlar kimler di?
Bu havzanın doğudan batıya ve batıdan doğuya doğru gelip geçen yolcuları çoktu. Çok detaylı olmasa bile bunların kim oldukları ve amaçlarının ne olduğunu az çok bilmek gerekiyor…

MISIRIN ANADOLUYU FETHİ: Karadeniz’e ilk ve en büyük seferi, Mısır Firavunu 3. Sesostris yapmıştır. Daha Hitit Devleti kurulmamışken yani Anadolu Kırallık dönemlerini yaşarken, Mö.1887 yılından sonraki yıllarda Firavun Sesostris, büyük bir ordu ile Hatay’dan Anadolu’ya giriyor. Donanması da Denizden yoluna devam ediyor. SESOSRİST ordusuyla birlikte batıda bir tur attıktan sonra Karadeniz üzerinden Gürcistan’a yöneliyor. Anadoluda henüz bir siyasi birlik kurulamadığı için Hatti Ülkesini kolayca işgal ediyor. Firavun SOSESTRİS’in söyleiği, “ Bir omuz vurarak Hatti Ülkesini aldım” sözü; Anadoluyu kolayca işgal ettiğini ortaya koyuyor. SESOSTRİS, Gürcistan’da 5-6 yıl kaldıktan sonra 10000 Gürcü ve Laz’la birlikte Mısır’a dönüyor.

SÜNNETLİ KARADENİZLİLER: Heredot, Karadenizliler’in sünnet olma geleneklerinin bulunduğunu söylemektedir. Bu geleneğin ilk önce Mısır’dan Fenikeliler’e geçtiği biliniyor. Öyle ise Mısır ordularının Gürcistan’a gitmesi ve orada 6-7 yıl kalmaları, aynı geleneğin Gürcülere de geçmiş olacağı savını doğrulamaktadır. Haliyle Gürcülerle iç içe olan Karadeniz halkına da bu geleneğin bulaşması, Gürcüler kanalıyla olduğunu söylersek yanlış olmaz.
Gürcistan’da ilk Kolkhis Krallığı Mö. 900 yılında SUHUMİ’de kurulduktan sonra sınırlarını TERME ÇAYI na kadar genişletmişlerdi. Gürcistan korsanları devamlı olarak Karadeniz sahillerine baskın yapıyorlar ve Denize dayanıklı tekneleriyle geri dönüyorlardı. Böylelikle Doğu Karadeniz, Gürcülerin sık, sık uğradıkları bölge konumundaydı.
Bu tarihlerde Trabzon’a dek olan bölgede Gürcü ve Laz kökenli insanların daha çok yaygın yaşadıklarını, coğrafi özellik ve tarihi bilgiler ışığında bilmekteyiz. Bu bölgede yaşayan Makron ve Mossonikler’in Gürcü kökenli oldukları yazılıyor ve söyleniyor. Bütün antik yazarlar, bu halklardan sıkça söz ediyorlar. Anadolu içlerinde yaşayan çok sayıda insanların antik çağlarda Karadeniz’e akın ettiklerini söylüyorlar. Karadenizde yaşayan eskiler de yeni gelenler de, coğrafi koşullara uyarak ahşap evlerde ve engebeli arazide hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
M.Ö yaşayan antik yazarların Karadenizle ilgili olarak kullandıkları adlar, Roma Döneminde farklılıklar gösteriyor. Örneğin Karadeniz’e Roma ordusunun teftişi için yollanan F. Arrianus, Trabzon’dan ve Rize’den Gürcistan’a doğru uzanan alanlarda yaşayan halklardan söz ederken, bu insan topluluklarını, Heniokhi ve Makhelon diye tanımlıyor. Akarsuları da antik adlarına ve bugünkü asıllarına uygun olarak belirterek sıralıyor…
Buralarda yaşayan insanların mutlaka bağlı oldukları soy, kabile, klan ve boy adları; Yörede var olan adlar olmalıydı. Yazarlar ya da seyyahlar böyle bir araştırmaya girmek yerine daha kolay olanı seçiyorlar ve kelimelerin sonuna, Yunan diline uygun yakıştırmalar yaparak Yunan adlarına dönüştürmeye çalışıyorlardı. Trabzon’a kadar gelen Miletliler, (Eski Helenler) yaşayan halk olarak Çayeli’ne kadar uzanabilmişlerdi.

AMAZON-YUNAN SAVAŞI: Doğu Karadeniz için en önemli dördüncü olay, Amazon-Yunan savaşıdır. Bu savaşın hikâyesini Heredot’a, Kuzey Karadeniz seyahati yaptığı zaman, Kuzey insanları olan Kırımlılar anlatmışlardı. Onların anlattıklarına göre Amazon-Yunan savaşı, Miletlilerin Karadeniz’e yolculuklarına başladıkları MÖ. 750 yıllarından sonraki tarihlere rastlamaktadır. Ancak bu sırada Miletliler, Sinop’ kadar gelip Koloni kurmamışlardı. Bu nedenlerle, Terme ve Samsun açıklarında yapılmış AMAZON-YUNAN savaşı; Miletliler’in Karadenize yayılmalarını kolaylaştırdığı bir gerçek… O yıllarda Sinop, Amazonlar tarafından daha yeni kurulmuştu ve Amazonlar’ın Batı sınırı, Sinop’tan Batıya doğru genişletilmişti. Böylece Amazon Halkı ve siyasi yönetimi, Yunan yayılmacılığı önünde bir engeldi. Heredotos’un anlattıklarına göre Amazonlar Terme-Samsun Denizindeki bu savaşta yenilmişler. Bu yenilgiden sonra, Amazon kadınlarını Gemilere doldurup götüren Yunanlı kürekçiler, Amazon kadınlarının ani saldırıları nedeniyle etkisiz hale getirilince gemiler Kırım Yakınlarında ve belki de Azok Denizi içinde bir kayalıkta tahliye edilmek durumunda kalmışlar. Amazon kadınları karaya çıkarak Azok’tan sonra yukarıya (kuzeye) doğru 180 Km lik yolu üç gün yürüyerek Pogromnoye köyüne yerleşmişler. Öyle ise Amazon Savaşının, Kırıma yerleşen eski Miletlilere karşı (Eski İon ve Dorlar) yani eski Helenlere yapıldığı söylenebilir. Çünkü Kırımın KERÇ Boğazındaki Yunan Krallığını, Ege’ nin Miletlileri kurmuşlardı. Belki de Kırım Yunanlıları bu savaşı, Miletliler’n Karadeniz’e kolay yayılmaları için başlatmışlardı. Bu savaştan sonra Miletlilerin Karadeniz’e rahat yayılmış olmalarının önünü açmıştır. Bu Savaştan sonra Amazonlar’ın, Milet yayılmacılığına karşı çıkmaları pek doğaldı. Ama kırım’dan gelen Yunanlı savaşçıların, Amazonları yenerek güçlerini kırması nedeniyle Miletliler’in engellenememiş oldukları düşünülebilir. Rivayet anlatımlarından anlaşılacağı gibi bu savaşın Samsun ve Terme Denizinde meydana gelmesi olasıdır. Bu savaş Doğu Karadeniz halkını büyük ölçüde etkilemiş olmalıdır. Çünkü artık Karadeniz yolu Miletlilere tamamen açılmış oluyordu. Ünlü arkeolog ve Tarihçi Ekrem Akurgal’ın anlattklarına bakıldığında: Mö 1500 yıllarında Ege Adalarında gelip İzmir ve Güneyinde yayılan Akhalar’dan sonra Aiol, İon ve Dorlar’ın Ege Sahillerine yayılaları daha kolay olmuştur.

MİLETLİLER’İN KARADENİZ YOLCULUĞU: Mısır Ordularının Anadoluya saldırmasından sonra Batıdan gelen ikinci akın, Ege Miletlileri başlattılar. Egenin en fakirleri toplanarak gerek kara yoluyla gerekse de deniz yoluyla Marmara Denizi’nin güney sahillerini dolaşarak Istanbul boğazından Karadeniz’e çıkıyorlar ve geçtikleri yerlere koloni kurarak Sinop’a geliyorlardı. Sinop Kolonisi de daha sonraki tarihlerde; Samsun, Ordu, Giresun ve Trabzon’da Koloni kurarak, Rize’ye, Çayeli’ne kadar az da olsa yayılıyorlardı. Koloninin tam anlamı sömürgecilik olsa bile, buradaki amaç daha çok Ülke içinde bir nüfus hareketi olarak görünüyor. Çünkü tarihçilerin belirttiği gibi, Aç karınlarını doyurmak isteyen insanların bu yolculuğu göze almış olmaları durumunda ortada bir sömürü zihniyeti olması olanaklı değil. Bunu MİLET YAYILMACIĞI olarak görmek de doğru olmaz. Çünkü Miletliler’in arkasında, sağlam siyasi bir güç ve sağlam bir Devlet yapısı yoktu. Milet Kentinin, Anadolu içinde böyle güçlü bir yapısı yoktu. Ancak Sinop Kolonisi güçlendikten sonra, Doğu Karadeniz için daha etkili olduğu anlaşılıyor. Çünkü SİNOVA’nın (SİNOP) doğusunda kalan Milet Kent Devletlerinin tümü SİNOVA Kolonisine bağlıydılar.
Göç alan Karadeniz sahillerinin o zamanki durumu neydi? Sahillerde çok yoğun bir yaşam olsaydı, gelen insanlarla büyük kavgaların olması kaçınılmazdı. Bu konuda açık ve net bilgiler yok. Yerleşmek için gelen insanların denizcilikle ilgileri olmaları nedeniyle deniz kenarlarında yerleştikleri ve ticaret yaptıkları anlaşılıyor. Miletliler’in sahillerde yayılışlarından önce, Karadeniz halkının denizcilikle az çok ilişkileri bulunuyordu. Zaten o yıllarda Karadeniz’de en iyi denizciler Gürcülerdi. Gürcüler de yeni gelen Miletliler için bir tehdit oluşturamıyorlardı. Doğudan ve Batıdan sahil yoluyla gelen akınlardan zarar gören yerli Karadeniz halkı, daha yüksek kesimleri tercih etmiş olabilirlerdi. Öte yandan sahiller çok rutubetli olması nedeniyle, oralarda yaşama şansı, yüksek kesimlerden daha azdı.
Bu bilgilerin ışığında, akınlarla dışardan gelen insanlar, Karadeniz insanına yabancı olsalar bile, büyük bir zorlukla karşılaştıkları düşünülmemeli. Çünkü o yıllarda yerli halk arasında bir kentleşme dahi yoktu. Yerli halk arasında büuük çapta bir deniz Ticareti de yoktu.

KİMMERİ SALDIRISI: Üçüncü olarak Doğudan gelen büyük göç ve saldırı, Kimmerler tarafından M.Ö 700 yıllarında gerçekleştirildi. Karadeniz’in Sinova’sında (Sinop) toplanıp beş yıl karargâh kuran Kimmerler, önce FRİGYA’nın Baştenti olan Polatlı’daki GORDİON’a saldırıp şehri yakıp yıktılar. Porsuk Çayının kıyısındaki Ahşap-Kerpiç karışımı o güzel Başkent alevler içinde yanarken, Kral MİDAS ise bu acıklı manzarayı bir tepe üstünden seyrediyordu. Babasının 25 sene evvel kurduğu bu şehrin yanmasına daha fazla dayanamayarak, Öküz Kanı içerek hayatına son veriyordu.
Kimmeriler, Polatlı üzerinden Ege’ye saldırdılar. Ancak Kimmeriler büyük bir zafer kazanamadan Anadoluda ve Doğu Karadeniz’de eriyip maya oldular. Çünkü Kimmeri saldırısından sonra Gordion’daki FRİGYA DEVlETİ, siyasi birliğini devam ettirebilmişti.

TABAL MUŞKİ ve TİBARENLERİN GELİŞİ: Yine Tarihçiler, Hititlerin yıkılmasından sonra bozulan dengelerde, M.Ö 700 yıllarında Konya bölgesinden kalkıp Karadeniz’e, yani Ordu, Giresun’a kadar giden Tabal ve Tibarenlerle, Rize ve Gürcistan’a kadar giden Muşki halklarından söz etmektedirler. Bu nedenle o tarihlerde Karadenizi oldukça etkilemiş olmalılar ki Muşkiler’e dayalı olarak Rize dağlarının adı bile Moskhos Dağları olarak değişmiştir. Yani bugünkü KAÇKAR’ın adı o yıllarda Moskhos olmuştu. Böylece MUŞKİLER’ın, Rize ve çevresini oldukça etkiledikleri anlaşılıyor. Bu bilgileri ünlü tarihçi Amasyalı Strabon. Coğrafya eserinde vermektedir.

ANADOLU’nun PERSLER TARAFINDAN İŞGALİ: Daha sonra ise Persler MÖ. 547 yılında Çorum Yakınlarındaki Peteria’da (Boğazköy-Çorum) Lidya Ordularını yenerek tüm Anadolu’yu işgal ettiler. Lidya Devletinin Merkezi SARDES idi. Yani bugünkü Manisa ilinin SALİHLİ Kasabası… Persler bu işgalden sonra Anadolu’yu 220 sene yönettiler ve bu yönetimin o yıllarda Karadeniz üzerinde ağır etkileri olmuştur. Persler’in kurdukları 22 Satraplıktan (Eyalet) biri de Karadeniz Satraplığı idi. Perslerin Yunanlılar ve İskitlerle yaptığı savaşlarda, Becires’teki ( Rize) Moskhos halkı ve Ordu’da yaşayan Tibarenler’den kurulu Karadeniz Ordusunu yine bir Pers generali yönetiyordu (Bu notlar Heredotos Tarihi S. 358 de kayıtlıdır). 220 yıllak Prer işgalı zamanında, Rize (Becires9 ve Trabzo (Trapesuz) Sahillerinin yoğun olarak Persler tarafında iskâ edildiği unutulmamalıdır.
Persler’in bu işgal döneminde Karadeniz’e çok sayıda İranlı’nın yerleştiği bilinmektedir. Pontos Devletini MÖ. 300 yılında Amasya’da kurup sonradan Sinop’a taşıyan Mitridates Hanedanının da İran kökenli olması, Anadoluda PERS EGEMENLİĞİ’nin sürekli olarak kalması için sarfedilen çabanın bir sonucudur. Yani Mitridatesler, kolay ulaşabilecekleri ve kendi halklarının yoğun olduğu Karadeniz Bölgesinde Krallık kurmayı ve gelecekte de tüm Anadoluda hâkimiyetlerini yaymayı arzuluyorlardı… Perslerin Anadoluda yaptıkları tek hizmet, POSTA sistemini kurmalarıdır. Nusaybin’den (Nisibis) başlayarak Ankara üzerinden Egede Sardes’e kadar uzanan KRALYOLUNU yaparak, bu yol üstünde posta sistemi kuruyorlar. Böylece Posta hizmetleri, Kral Yolu üzerinde bulunan istasyonlar arasında at kullanılarak yapılıyordu.

ARGONATLARIN GÜRCİSTAN YOLCULUĞU: MÖ. 482 yılında Argo Gemisiyle Karadeniz’e bir seyahat daha olmuştur. Argo gemisi, 15 çift kürekli ve 30+20 kişiden oluşan bir yelkenli gemidir. Gemide, bir Akha’lı kral da bulunmaktadır. Gemi kaptanı ise İASON’dur. Yani gemide toplam 50 kişi bulunuyor. Altın aramak için Gürcistan’ın Rion (Pihassis ) liman kentine gidiyorlar. Bu seyahatte Argonatlar, Karadeniz ile ilgili olarak geniş bir bilgi vermiyorlar. Olayın bir efsane olduğunu söyleyenler de var. O tarihte 30 personelden oluşan güçlü denizcilerle hiç bilinmeyen bir ülkeye seyahat etmek ve büyük tehlikelerle karşılaşmak, zaten bu seyahatı efsaneleştirmektedir. Argonatlar Gürcistan’da, Kıralın kızı Media’nın yardımı ile Kral’ın “Altın post” nu çalarak Media ile birlikte kaçıp geri dönüyorlar. Media’nın gemide tutsak bulunan kardeşi de bulunuyor. Kaçarken peşlerine düşen Gürcü denizcilerinden kurtulmak için Media’nın kardeşini, bugünkü Sarp Sınır Kapısına yakın bir yerde keserek Denize atıyorlar. Bu seyahat olayı, abartılı bir biçimde anlatıldığından, efsane olarak düşünenlerin varlığın da yol açtığını kabul etmek gerekiyor.

Kapadokya Valisi Arrianus’un, Argonatlardan 482 sene sonra gerçekleşen Gürcistan seyahatinde Argonatlar konusuna değinilmektedir. Arrianus, Argo Gemisinin çapalarının, Gürcistan’da Pihasis’teki ATHENA Tapınağında sergilendiğini söylüyor. Ancak Arrianus, bu parçaların, Argo Gemisine ait olduğu konusunda şüphelidir. Bu Altın Post yolculuğun, sadece Yelkenli tek ARGO GEMİSİ ile denizde sürdürüldüğü ve bir istila amaçlı yapılmaması nedeniyle, Karadeniz’i Sosyolojik, Psikolojik ve nüfus yönüyle etkilemediği bir gerçek… Argo Gemisi ile geri dönüş yolculuğuna çıkan Argonatlar, Amazonlar’ın merkezi olan TERME’de, iki yıl süre ile konuk ediliyorlar. İki yıl sonra ise, Amazon Kraliçesinden edindiği bir çocuk ve mürettebatıyla birlikte Kral, Yunanıstana dönüyor.

EGE VALİSİ KYROS’un AĞABEYİ ÜZERİNE SALDIRIŞI:
M.Ö 401 yılında yani Anadolu Perslerin egemenliğinde iken, Ege’den topladığı 10000 askerle birlikte İran’da Kral olan ağabeyinin üzerine yürüyen Ege Satrabı Kyros, Erbil’deki savaşta ağabeyi tarafından öldürülünce ordunun başına savaş muhabiri Ksenophon geçiyor ve Pers ordularının önünden kaçarak Erzurum üzerinden Trabzon’a iniyor. ONBİNLER Ordusunun komutanı ve aynı zamanda Harb Muhabiri yazar Ksenophon; Torul-maçka üzerinden Trabzon’a inerken buralarda yaşayan Halklara tam bir Kafatasçı anlayışla, burunlarına ve anatomik yapılarına bakarak ya da kaldıkları ahşap evler nedeniyle Uzun Burunlu anlama gelecek isimler kullanıyor. Yoksa yazdığı kitapta hiç bir zaman burada yaşayan insanların gerçek kimliklerini belirtmiyor. Yunanlılar her zaman Anadoluya, kendilerine göre bir kimlik vermeye çalışmışlar…
Onbinler Ordusunun Trabzona indiği tarih tahmini olarak MÖ 399 yıllarıdır. Bu Ordu hareketine, ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ deniliyor. Ege Salihliden başlayan ilk harekete ise Yunanlılar ANABASİS diyorlar ve “İç Sefer Tırmanışı” olarak manalandırıyorlar. Trabzona inen Onbinler Ordusu, binbir zorluklarla, gerek karadan gerekse deniz yolu ile gidip evlerine ulaşıyorlar. Bu Ordu, Trabzon’dan doğu yönüne dönmediği için, Rize çevresini hemen, hemen hiç etkilemiyeceği düşünülmektedir.

MİTRİDATES’in KARADENİZ GÖSTERİSİ: M Ö. 302 yılında Amasya’da kurulan İran ideolojili Pontos Devleti’nin son büyük kıralı V1. Mitridates, Yunanistan üzerine saldırmadan önce ordusu ve donanması ile MÖ. 80’li yıllarda Doğu Karadeniz seyahatine çıkarak kıyıdaki bütün Krallıklar’a boyun eğdiriyor. Amacı, Karadenizde de çok güçlü olduğunu göstermek ve Karadeniz’den de büyük çapta asker toplamaktı. Nihayet tüm Pontos Devleti sınırları içinden topladığı büyük bir Ordu ile Yunanistan üzerine yürüyor. Ancak orada karşılaştığı Romalılar’a yenilmekten kurtulamaz. Kaçarak Bozcaadaya sığındıktan sonra, Dardanos’ta (Çanakkale) Romalılar’la bir barış anlaşması yaparak Sinop’a dönüyor.

KELTLER’İN KARADENİZ YOLCULUĞU: Ankara yakınındaki Polatlı’ya M.Ö. 300 tarihinde gelen Fransız KELT HALKI, Fransa’nın Galatya bölgesinden geldiler. Kısa bir sürede de, Polatlı’nın batısına ve doğusuna doğru yayıldılar. Milada yakın yıllarda Batı Karadenizde koloniler kurdular. MÖ. 25 yıllarında ise Romalılar Batı Karadenizi Galatlar’a verince Kelt halkı Doğu Karadenize doğru yayılmaya başladılar. Bu yayılma, Doğu Karadeniz’in doğusun a kadar etkili olmuştur. Çayeli’nin Ğalata ve Arhavi’nin Galata Bölgesi olasılıkla Galat Keltleri’nin yerleştikleri yerler olarak düşünülebilir.

ROMALILAR’IN GELİŞİ: Romalılar Pontos Devletine son verince Mö. 36 yılında Bolaman Merkezli (Fatsa) ve Doğu karadeniz’i kapsayacak biçimde Polemon Pontosu Devleti’ni kurdu. Bu Devlet de karadeniz’i 100 sene yönetmiştir. Artık Karadeniz, M.Ö 302 yılında kurulan Amasya ve Sinop merkezli Siyasi birlikle başlayan bir sürece girmiş ve Ulus Devlet olma bilinci Karadenizde ateşlenerek tüm Anadolu’da yavaş, yavaş gelişmeye başlamıştır.
Romalılar, Pontos’un son Kralı Mitridates’i ve damadı olan Ermeni Kıralı Tigranes’i etkisiz hale getirdikten sonra MÖ. 60’ lı yıllarda, Karadeniz’de bir donanma gösterisi yaparak Gürcistan’a kadar gitmiş ve Anadolu’nun tek hükümranı olduğunu dünyaya duyurmuştur.
Roma ikinci kez donanmasını MS.70’ li yıllarda Trabzon üzerine yollayarak, isyan ederek Trabzon’u ele geçiren eski POLEMON PONTOSU nun donanma komutanı ANİKETUS’u, Gürcistan’a kadar kovalar. Doğu Karadeniz’in Roma’ya bağlanmasına kızan Aniketus, hafif gemilerden oluşan bir donanma hazırlayarak Trabzon’da beklemekte idi. Aniketus, üzerlerine saldıran güçlü Roma donanması karşısında dayanamayarak Gürcistan’a kaçar ve canını zor kurtar. Aniketus’un bu direnişi, Anadoluda Roma’ya karşı son direniştir. Bundan böyle, Romalılar Anadoluyu tam olarak 1071 yılına kadar yöneteceklerdi.

GOTLAR’ın TRABZONA SALDIRIŞI: M.Ö ki yıllarda İskandinavya’dan batlık sahillerine inerek güçlenmeye başlayan Germen asıllı Gotlar, Odesa ile Kırım arasında yayılarak örgütlendiler ve Roma’ya bağlı Kırım Bosporos (Kerç) Kırallığına saldırdılar. Böylece Bosporus Krallığının Donanmasını da kendi güçlerine katarak Rize önlerinden geçtiler ve Trabzon’a vardılar. Bu saldırı, Roma İmparatörü Gallianus zamanında ve M.S. 263 yılında gerçekleşti. Roma Tarafından10000 kişilik bir kuvvet Trabzon önlerine geldi. Ancak saldırgan Gotlar; ta Hadrianus döneminde yaptırılan Trabzon limanında, Roma’nın hafif Trabzon donanmasını yenilgiye uğratarak 10000 genç ve zengin tüccarı öldürüp mallarını yağmaladılar. Ayrıca Roma gemilerine de el koydular ve birçok laz genci de peşlerine alarak aynı yıl büyük Roma donanması yetişemeden Kırım’a döndüler. Bu savaşların, Rize halkını ne ölçüde etkilediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak 19 yıl ara ile yapılan bu iki saldırıdan RİZE’ nın de etkilendiği muhakkaktır. Doğudan Trabzona gelen ikinci bir saldırı da Got saldırısından 19 sene sonra gerçekleşti. Demek ki bu tarihlerde Doğu Roma zayıflamış ve bazı sarsıntılar geçiriyordu. Bu yıllarda isyanlar, Roma Ülkesini temelden sarsıyordu. B.Umar bu ikinci saldırının Yine Gotlar, ya da Alanlar tarafından yapıldığını söylüyor. Bu saldırı, Karadeniz ve Ankara üzerinden Akdeniz’e kadar uzanıyordu.

İRAN-ARAP SALDIRILARI: MS 539 yılında 1. Jüstinyanus döneminde İran Şahı Hüsrev Anadoluya saldırarak Lazika bölgesini Trabzon’a kadar işgal etti. 1.ve 2. Jüstinyanus döneminde, Trabzon ve Rize’nin güçlendirilmesi için bu Yöreye daha çok önem verdiler. Doğudan gelecek tehlikelere karşı yörede bazı kaleler yaptırıldı. Bu arada Rize kalesi de 1. Jüstinyanus zamanında 560 yılında inşa edildi. Rize’de çok daha eski bir Kale bulunuyordu. Zıraat Bahçesinin hemen yanıbaşında buluna Vali Lojmanının bulunduğu tepede, Osmanlı döneminde KALA-İ KÖHNE adındaki kale, Rize’nin en eski kalesidir. Yapım tarihi MÖ ki tarihlerde olduğu sanılıyor. Belki de en eski ilk BEYZER (Rize) KALESİ buydu ve Persler tarafından yaptırılabiceği düşünülebilir.
Bu İran-Arap saldırıları esnasında daha doğrusu Arap İmparatorluğunun en güçlü dönemlerinde, Ermenistan’da aşırı vergilere dayanamayan Amaduni Beyliği insanları, birkaç göç halinde Göle üzerinden Çoruh boylarında İspire yakın yerlere geldikleri, Tarihçi Rahib Ğevondun anlatımlarından anlaşılıyor. Bu Beylik Halkı, değişik etnik kimlikli insanlardan oluşuyordu. Ancak Amaduni beyliği insanları, Çoruh vadisindeki verimli topraklarda yerleşip kalıyorlar. ..
Bugünkü Çamlıhemşin ise, Dambur adı altında 2.İustinius döneminde 565-575 yıllarında kurulduğu tahmin edilmektedir. Hovhan Mamikonyan M.S 640 tarihinde Muş’ta yazdığı Ermeni tarihi kitabında, Çoruh boylarına gelen Amaduni göçünden çok önce Hemşin bölgesinde kurulan kasabanın adının DAMBUR olduğunu belirtiyor.
Başkenti Bağdat’ta olan Arap Kıralı Hüsrev Pervez, Bizansta’ki taht kavgalarını bahane edip 610 yılında Anadolu’ya saldırarak Kadıköy’e kadar yaklaştı. Bizanslılar İranlılar’la baş edemiyeceklerini anlayınca Erzurum üzerinden Karadenize indiler ve sahil insanlarından asker toplayarak İkinci kez Adana çevresinde İran’lıları 625 tarihinde püskürttükten sonra yeniden Doğu Karadenize döndüler. İranın bu saldırıları karşısında Herakleius, Hazar Türk Devletiyle anlaşma gereği duydu ve Tiflise giderek Hazar Kağanıyla görüştü. İkinci görüşmeyi de Sürmene’de yapmayı kararlaştırıyorlar. Hazar Hakanı Zebul Çebi Han Batum’a iniyor ve bir gemi ile 627 yılında Sürmene’ye gelerek bir kış orada kalıyor. Bizans artık Türklerle çok iyi ilişkiler kurmak arzusundadır. Bu görüşmeden sonra Hazar Devleti, İmparator’a atlı asker vermeyi kabul ediyor. Karşılığında da Hazar Türklerine Anadolu kapılarını açarak yeni bir olanak sağlandığı düşünülebilir. Bu anlaşma, Türk Bizans ilişkileri için çok önemli bir adım olmalıydı.
Bizans tarihçileri, Lazika bölgesinin Arap orduları tarafından 643 ve 730 tarihlerinde iki kez işgal edildiğini söylüyorlar. Arap ordularından amaç, İran Ordularıdır. Zaten o tarihte İran, Arapları da içine alan büyük bir İmparatorluktu ve Başkenti de Bağdat idi.
Sürmenede 627 yılında yapılan ilk Bizans-Hazar Devleti anlaşmasından sonra geçen 100 sene içinde Hazarlar güçleniyor ve artık 765 yılında Çıldır ve Ardahan’ı geçip Çoruh Vadisine ve lazika bölgesine inerek bu bölgelerde egemenlik hakkı sağlıyorlar. Bizans İmparatorluğu, Hazarlarla dosttur ve zaten, oldukça zayıf durumda olduğu için Türkler’e ödün vermek durumunda olup, Hazar Devletinin isteklerine “Hayır” diyecek durumda değildir.
Bizans ve çağımız tarihçilerinin belirttiklerine göre 788 yılında Borçka, Batum ve Hopa çevresine ikinci bir Koyuncu Amaduni göçü gerçekleştiği söylenmektedirler. Amaduniler konusunda yeni Ermeni tarihçi ve yazarları çokça istismarcı davranmaya devam ediyorlar!
Doğu Karadeniz ve Türkler için en önemli gelişme, İmparator Theophilos zamanında oldu. Afyon’un Emirdağ’ından olan İmparator, Afyona dayanmış İran ve Araplarla anlaşmak zorundaydı. Bağdat’a giderek 838 yılında barış anlaşması yapıyor ve gelecekte Arap tehlikesinden kurtulmak için Hazar Devletiyle anlaşıyor. Yeniden çok sayıda Hazar Türkü’nü Doğu Karadeniz’e getirterek Sahillerde yerleştiriyor. Sahil kesimi insanımız Horumların da bu tarihlerde Karadeniz’e geldikleri çok kuvvetli bir görüş olarak kabul görmelidir.
Doç. Dr.Ahmet Gökbel; Yaklaşık 1119 yıllarında ve 1267 yılında Doğu Karadeniz’e ve Çoruh Vadisine iki Kıpçak göçün daha geldiğini, İkincisinde gelenlerin sayısının 50000 olduğunu belirtiyor.

BAGRAD ERMENİ PRENSLİĞİ
Arap İmparatorluğu tarafından, 805 yılında Ardanuç’ta, İran hanedanlarına bir Bagrad ERMENİ Pirensliği kurduruldu. Bagradlar bir İran Hanedanıydı. Arap İmparatorluğu, gerçek Ermeni olan Aşot Misager’i de Ermenistan Prensi olarak atadı. Bagradlar, 270 yıl ayakta durarak 1071 Malazgırt savaşından sonra yıkıldı. Son Bagrad prensi 3. Romonos Bizans İmparatörünün kızı ile evliydi. Bizans ile birlikte 1071 yılında Malazgirt savaşına katılarak orada öldü. Bu durum, Ermeni pirensliğinin sonu oldu. Bundan sonra Artvin dağlarına daha çok Gürcüler egemen oldular ve TAOK dağları Bölgesini (Artvin) tam olarak siyasi açıdan yönetmeye başladılar.

BİZANS HANEDANI KOMNENOSLAR’IN, TEYZELERİNE SIĞINMASI:
Istanbul’daki BİZANS DEVLETİ Haçlılar tarafından dörde bölününce Komnenos Hanedan mensupları, Gürcistan Kıraliçesi ve teyzeleri olan Tamara’nın yanına kaçtılar. Tamara ve Komnenos kardeşlerin anneleri, bir Kıpçak Türk kadınının kızlarıdır. Bu yakın akrabalık nedenleriyle, Tamara 50000 kişilik bir ordu kurarak Yeğenleri emrine veriyor ve Trabzon’da 1204 yılında Rum Pontus Devletini kuruyor. Tamara zamanında Gürcistan en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Trabzon’daki Rum Pontus Devletini sınırlar ancak Giresun’a kadar uzanıyordu. Bu Devlet Hiçbir zaman Bizans yanlısı olmamıştır. Tam olarak Gürcistan Tamara Kraliçeliğine bağlı Otonom bir bölgeydi.
Trabzon Rum Pontus Devletinin Kuruluşu olan1204 tarihinden sonra ancak 1340 yıllarına kadar rahat bir egemenlik hayatı sürdürebildi. Bu tarihten sonra, Diyarbakır merkezli Akkoyonlular, Karadeniz dağlarını aşmış ve buralarda yerleşmeye başlamışlardı. İlk kez 1341 yılında, Şebinkarahisar üzerinden Trabzon’a saldırarak Karadeniz Dağlarında egemenliği ele aldılar. 17 sene sonra da Akkoyunlu Çepniler 1358 yılında Ordu’ya inerek Pontos Devletini sıkıştırmaya başlamışlardı. Hatta batıdan ve arkadan Trabzon Pontus devletine saldırıp, Maçka’yı 1358 yılında işgal ettiler. Tam bu sırada Sümela Manastırının inşaatı bitmek üzere idi.1461 yılına kadar 257 yıl yaşayan Pontus, Fatih Sultan Mehmed’in Trabzon’u almasıyla son bulmuştur.

BEYZER, BECİRES ve RHİZİSUZ: Rize ve doğusunda yaşayan insanlara bir göz atmakta yarar görüyoruz. Karadeniz’de antik çağlardan beri birçok krallıkların kurulduğunu önceki anlatımlarımızda anlatmaya çalıştık. Muhakkak ki gerek böylesine güzel bir sahil şeridi ve dağlık bölgede, eskilerde insanların yaşayıp yaşamadıkları konusunda şüpheye düşmemek lazım. Ancak sahil kesimler daha seyrek, ama üst kesimlerin nüfus olarak daha yoğun bölge olduğu düşünülebilir.
Rize’nin, ROMA döneminde yani yaklaşık miladi yıllarda değiştirilerek söylenen adının RHİZİON olduğu biliniyor. Kelimenin sonundaki” ion” ekinin Yunanca “…yeri” anlamına geldiği de biliniyor. Bazı araştırmacılar; Yunanca, dağ dibi ya da pirinç yetiştirilen yer anlamına geldiği ve hatta Lazca Toplanma yeri olduğunu söyleyenler de var. Hatta bu adın Gürcüce “ süt Beyazı” anlamına gelebileceğini ( Ridze) düşünmek de mümkün…Bu açıdan da zaten Farsça konulmuş adla mana olarak da bir benzerlik içindedir. Gürcüler Rize’ye, Gümüş Beyazı yani Farsça Beyza anlamına gelen, Gürcü diline uydurulmuş Rdze adı vermiş olabilirler. Çünkü Gürcüce RDZE de “Beyaz” anlamındadır. Farsça BEYZER de zaten bu anlama gelmektedir ve Gümüş Beyazı anlamındadır.
Bilge Umar, Rize’nin adının Helenler tarafından verilmiş olamayacağını söyleyerek, aksi görüşlere katılmıyor. Rize’nin Tarih boyu Helenleşmediğini ve bugün bile Lazca konuşulmadığını ileri sürerek adın Lazca ve Helence olmadığını belirtiyor. İspir Erzurum arasındaki Ovacık kasabasının Güney batısında bir Riza Dağının olduğunu söyleyerek bu kadar dar bir anlatımla Rize adının, Kapadokya diliyle ilgili olabileceği görüşünü benimsiyor. Yalnız burada şu söylenebilir: Bu dağın yakınında bir de Rize köyü bulunuyor. Bunların antik kökenini bilmeden bu kanıya varmak, bana göre hatalı olabilir. Öncelikle “Riza” ve “Rize’nin” Kapadokya, ya da Nesi Diline göre ne anlama geldiklerini bilmek gerekiyor. Öte yandan Rize’ye daha yakın bulunan yüksek Rize dağları bulunurken, Rize’nin küçük bir tepe ile izah edilmesi olası görünmüyor.

HEREDOTOS ve STRABON: Tarihçi Heretot, Karadeniz kentlerinden hiç söz etmiyor. Sadece Yunanlılar’ın Termodon’da yaptıkları savaştan yani Terme Savaşından ve İspir’in varlığından haberdardır. Karadeniz coğrafyasını oldukça geniş anlatan Amasyalı Strabon’dur. Strabon, Karadeniz’i Samsun’dan Trabzon’a kadar anlattıktan sonra, Of’tan (Ophius) hiç söz etmeden: ”Ondan sonra da (Yani Trapezüs’ ten sonra) Kolkhis’e gelinir. Bu civarda bir yerde, Zygopolis denen bir yerleşim yeri de vardır” diyor. Strabon bu kentin Kuzey Karadeniz kıyısında “Sochi” de bir şehir olduğunu söylüyor. Strabon Rize halkına BEYZER diyor. Arrianus ise Gürcistan seyahatinde çizdiği haritada, Hopa çevrasi halkını Byzer olarak tanımlıyor. MÖ söylenen, Becire, Byzer arasında bir benzerlik görülmektedir. Rize’nin en eski adının Rhizion olmadığı anlaşılıyor. MS’ ki Roma döneminde, en eski adın değiştirilerek Rhizion yapıldığı daha kuvvetli bir görüş olarak ortaya çıkıyor.

KARADENİZ DAĞLARI: Strabon Karadeniz Dağlarını Samsundan itibaren Gürcistan’a kadar sırasıyla; İskit, Moskhio ve Paryadyos Dağları olarak nitelendiriyor. Yalnız burada dağ silsilesinin sırasında bir netlik yok. Zaten diğer tarihçiler de, bu dağ sırasını belirlemede farklılıklar gösteriyorlar. Strabon ayrıca Trabzon’un arka kesimlerinde Tibarenlerle Laz’ların (Mosona-Mossonikler) yaşadıklarını belirtiyor. Hal böyle iken, bazı Tarihçiler de Tibaren ve Tabalların Ordu yöresinde yaşadıklarından söz ediyorlar. Öte yandan Strabon, bu dağlarda yaşayan insanların vahşi olduğunu ve “ Fakat Heptakomentler dahada kötüdür” sözleriyle tamamlıyor. Devamla “Bazıları ağaçlarda veya seyyar kulelerde yaşarlar”. Bu kulelere “Mosyn” dendiğinden, antik devirde bu insanlar Mosynek’ler olarak adlandırılmışlar. Heptakoment, “Yedi Köylüler” anlamındadır. Bu kelime bazen yanlış olarak Hektakoment olarak da seslendiriyor. Bu durumda yine Yunanca olarak Yüz Köy anlamı taşıyor. Bu yanlış söylenmiş Yunanca kelime biçimlerini Sonradan “omuydu” “Bumuydu” diye tartışıyoruz. Oysa her iki adın da İkizdere’nin orijin adı ile bir ilgisi bulunmuyor.

KURA-İ SEBA’DAN İKİZDERE’YE: Strabon, Rize yükseğindeki Yedi Köyden (İkizdere) ve Byzeres halkından bahsetmektedir. Bu halk, Rize ve Doğusu’nun yerli halkıdır. Yediköyler bölgesinde yaşayanlar ise, Gürcistan dağlarından oraya sürgün edilenlerdir. Bütün tarihçiler ta o yıllarda da Karadeniz halkının ahşap evlerde yaşadıklarını söylüyorlar. Anabasis Yazarı Ksenophon, M.Ö 400 yıllarında Trabzon’dan geçip giderken, yöre halkının şen şakrak olduğunu ve dağdan dağa konuşarak anlaştıklarını ve tek başlarına bile yöresel oyunlar oynadıklarını anlatıyor. Sosyal yaşantı ve kültür açısından o insanlarla bugünküler arasında fazla bir fark yok. Sadece gelişen teknolojiler sayesinde bugünkü insanlar biraz daha fazla bilgi sahibidirler…
İkizderenin Osmanlı dönemindeki adı Kura-i Sebe’dir. Yani Yedi köyler Bölgesi… Buna karşın, Strabon’un anlatımları Heptakoment Bölgesinin tam olarak İkizdere olduğunu kanıtlayamıyor. Ancak “Yedi Köyleré ifadesinden buranın İkizdere olabileceğini çıkarabiliyoruz. Çünkü Strabon, Trabzon’un arka kesimlerinden söz ederken “Heptakoment” ifadesini kullanıyor. Heptakomentler için Strabon devamla: “Bunlar, vahşi hayvan eti ve ceviz yiyerek yaşarlar ve kulelerinden atlayarak yolculara saldırırlar.” Diyor.
Strabon bu anlatımlarında:
Denizlerde palamut ve yunus balığı avı yapıldığı,
Yunus Balığından yağ çıkardıklarını,
Dağ kesimlerinde ise demir madeni işletmeciliği yapıldığını,
MÖ yıllarda ise gümüş işletmeciliği yapıldığını belirtiyor.
Bugün Karadeniz Çam ormanları içinde üstleri kapanmış küçük Demir Madeni işletme fırınlarına rastlanıyor. Örneğin ÇAT Bölgesinde bunlara rastlanmaktadır.
Strabon, Karadeniz dağlarında yaşayan halklardan söz ederken” Bu vahşilerden bir kısmına da BEYZERES denir” diyor. Antik haritaların bazılarında Rize ve ötesi halkının Byzeres olduğu işaretleniyor. Antik Tarih ve Coğrafyacılar Karadenizde yaşayan halkların yerlerini tam olarak tespit etmiyorlar ve farklı yerlerde gösteriyorlar. YEDİ KÖYLERDEN yani kendi adlandırması ile Heptakomentler’den de sadece Strabon söz ediyor. Bundan şu sonuç da çıkarılabilir: Rize Dağlarında ve Rize’de Byzeresler yaşamaktadırlar. Beyzereslerin bir de Yedi Köyler Bölgesi bulunuyor. Zaten Tarih boyu dağ kesimlerinde yaşayan insanların biraz vahşi oldukları ve geri kalmışlıkları yadsınamaz. Strabon Karadeniz Bölgesini anlatırken, o tarihe kadar yazılan Tarih bilgilerini ortaya koyduğu anlaşılıyor. Bu anlatımlarda Strabon’un, Karadeniz Dağlarını adım, adım gezdiği ve ancak buraları gördükten sonra yazdığı sonucunu çıkaramıyoruz. Tarihi kayıtlarda, Gürcistan Dağlarında yaşayan bazı insanların, topluca cezalandırılmak üzere Yediköyler bölgesine yollandığı bilinmektedir. Strabon zamanıda bile İkizdere’nin adı, YEDİ KÖYLER olduğu anlaşılıyor. O yıllarda ise buralarda, Gürcüler ve Lazlar bulunuyordu. Ancak İç Anadolunun Konya bölgesinden daha önce buralara MOKHOİ’ler gelmişlerdi. Söyleniş dilinde bunlara Moskhos denilirdi. Rize Dağlarına MOKHOİ adını koyan bu Halk, büyük olasılıkla İkizdere’ye de kendi dillerinde YEDİ KÖYLER demiş olmaları doğadı. Ancak antik Anadolu dillerinden olan Mokhoi’cede, bu adın nasıl söylendiği ve kelime formunun nasıl oluştuğunu bilmiyoruz. Eğer Strabon buranın gerçek adını orijin biçimiyle söylemiş olaydı, bizler de şimdi bu adın yazılış ve söyleniş biçimini öğrenmiş olacaktık. Egenin Miletlileri ise Trabzona, Mokhoi’lerden 150-200 sene sonra gelmişlerdi. Ancak Amasyalı Tarihçi Strabon Yunan asıllıdır ve İkizderenin Moskhoice adını söylemeyerek, Yediköyler kelimesini Yunancaya çevirip HEPTAKOMENT olarak belirttiği anlaşılıyor. Yalnız burada enteresan bir tespit yapmak gerekiyor: Demek ki Osmanlı Döneminde de, İkizderenin gerçek antik adının anlamı öğrenilerek Arapçaya çevrilmiş ve öyle bir ad konulmuş: KURA-İ SABA… Arapça “Karye” kelimesi de bu kökten türemiştir ve KÖY anlamındadır. Saba ise, 7 (Yedi) demek…
Yörenin yaylaları, altyapı hizmetleri bakımından oldukça gelişmiş ve her türlü hizmeti verecek durumdadır. Anzer Yaylaları ve Çağırankaya Köyleri, buna örnek Köylerdendir.

TARİHİ CAMİLERİ: Yöre, Tarihi Cami ve köprüleriyle de ünlüdür. Güneyce Hacı Şeyh Canii Tarihi bir değer taşıyor. 1887 yılında, Pazar’li Ali ve Hasan Ustalara yaptırılmıştır. Camiyi yaptıran ise, Niyazi Sipahioğlu’dur. Ahned Usta tarafından 1849 yılında Şimşirli Köyünde yapılan Cami, Medrese ile birlikte külliyet oluşturmaktadır. Ahşap işlemeli ve geleceğe taşınabilecek eserlerimizdendir. Çamlık Köyü Merkez Camii, 1800’ lü yıllarda yapılmış. Tarihi eser niteliğinde olan Şimşirlik Köyü Camii ise, 1857 yılında inşa edilmiş. Aslında Camiler konusunda yeterli bilgilere sahip değiliz. Son yıllarda yapılan ve sanat değerinde olan Camiler de bulunuyor. Çürük betonarme yapımlı Camilerimizin sanat değeri olup olmadığı tartışılabilir. Onların ancak ibadetlerin yapıldığı mekânlar olarak kabul edilmesi yetiyor. Ama Camilerimizi ve bazı sanat eserlerimizi geleceğe miras bırakmak istiyorsak, onları kesme taştan yapmak zorundayız.

TARİHİ KÖPRÜLERİ:
Güneyce Köprüsü 1900’ lü yıllarda yapılmış. Çakador Deresi üzerinde yapılmış ve eski adı İskenit olan Diktaş Köprüsü de 1800’ lü yıllarda yapıldığı biliniyor. Eski İkizdere Yolu üstünde yapılmış Dağdibi Kprüsü de derin bir Vadi içinde bulunuyor. Ancak bu Köprü, Kalkandere sınırları içinde bulunmaktadfır. İkizderede bir Çifteköprü de, Çifteköprü Köyünde bulunuyor. İki Derenin birleştiği yerde iki Dere üstünde iki ayrı Köprü yapılmış. Çok güzel olan bu Köprüler, Tarihi Eserler listesine ve korunmaya alınmalıdır.

ARCEVİT: İkizdere Çifteköprü Köyünün, ARCEVİT adında bir yaylası bulunuyor. Çat Vadisindeki Hisarcık Köyünde de, bu isimde bir bölge bulunur. Kırgız Türkleri Ardınç ağacı bol olan yerlere böyle ad veriyorlar. Ayrıca Ancer Deresi üzerinde de güzel Tarihi Köprüler bulunuyor. Çifteköprüler Köyünün eski antik adı MELES’tir. Antik 4000 yıllık Luwi Anadolu Dilinden kaynaklanıyor. B.Umarın T. Adladla eserinde belirttiği gibi kelimenin kökü, MAELAS’dır. Bu kelime ise, ANA TANRIÇA GEÇİDİ anlamına geliyor. ( Ma-elas). Demek ki Çifteköprüler Köyü, antik yıllardan beri, Kutsal sayılacak bir geçit üzerinde bulunuyor. Hemşin Deresindeki Meleskür (Ortayol) Köyü de bu kökten kaynaklanmaktadır.
Taş Köprüler bakımından diğer köylerimiz de zengindir. Örneğin Dereköy, Diktaş ve Ilıcaköy gibi… Diktaş Köyünün Köprüsünü yıkıldığı ancak yerine yenisinin yapılacağı konusunda iyi haberler de alınmaktadır.
Onbinler Ordusunun komutanı KSENOF (Ksenophon), Zigana’dan Maçkaya inerken; İskitler, Diriller, Kolklar ve Makronlar’dan söz ettiği halde Heptakomentler’den söz etmiyor. Makronların aslının Kholk (Cholc) yani gürcü olduğu halde Ksenophon bunlara biçimlerine bakarak “Makron” ya da “Mossonik” adını takıyor. Ksenof da Strabon gibi yapmış ve Maçkalılar’ın kafa yapılarına bakarak onlara Yunanca adlar koymuş.
Belki de Ksenophon, Maçkadan Trabzona inerken “Yediköyler” Halkı sürgünleri, bu Rize Dağlarına henüz gelmemişlerdi. Bu nedenlerle onlardan bahsetmemiş olabilir. Çünkü Ksenofon MÖ 400 yıllarında Trabzondan geçti. Strabon ise Ksenophon’dan 300 sene sonra yaşamış ve eserinde, Heptakomentlerden bahsetmişti.
Büyük olasılıkla da yerleri değiştirilen bu Heptakomentlerin, Gürcüler ya da Lazlar olduğu anlaşılıyor. İkizdereliler, bu eski Halkların Gürcistan’dan İkizdereye gelip yerleştiklerini, eski hikâyelere dayanarak anlatmaktadırlar. Bugün İkizderenin Meşeköy, Gürdere, Güneyce ve bazı Bölgelerinde, Lazcayı tamamen unutmuş, Yöre Coğrafyasıyla yoğrularak tamamen bütünleşmiş ve yaşamaya devam eden insanların bulunduğu bilinmektedir.
Antik Anadolumuz işte böyle bir Ülke… Burada köken aramaya kalkanlar, yine kendileri zararlı çıkarlar. Çünkü Halk onları, yaptıkları saçmalıklar nedeniyle dışlayıp savurur atar. Laz, Hemşinli, Gürcü, Ermeni ve bütün unsurlar bu ülkede yıllarca birlikte yaşamış durmuşlar ve kaynaşıp çok uluslu bir ırk olmuşlar… Artık Anadolu ilgili olarak saf bir ırk arama çabaları beyhudedir. Aslında buna gerek de yok. Irk arama çalışmaları çoğu kez, insanları bölmek ve birbirlerine düşman etmek için yapılmaktadır. Kendi Irkının saf olduğunu ıspatlamaya çalışanların bilinçaltında, “Başka ırkları sevmeme” duygusu saklıdır.
Hemşin Coğrafyasını tayin etmeye çalışan tarihçiler; Kalkanderenin üst kesimleri, Cimil Bölgesi, Ancer Vadisi, Yukarı Köğçer (Sivrikaya), Aşağı Köğçer ( Çamlık), Kabağor (Gölyayla), Vasat (Ortaköy) Ancer (Ballıköy) ve yine Ancer Bölgesindeki Çiçekli Köyünde Hemşinlilerin yaşadıklarını söylemektedirler. Yöre halkının Folklör Enstrümanları ise; Tulum- Kemençe-Armonika-Mızıka olarak bilinmektedir. Buralarda da, tam olarak saf bir Hemşin ırkı aramanın bir faydası bulunmuyor.
Osmanlı Döneminde Kura-i Seba olarak bilinen İkizdere, 1878 yılında aynı ad altında BUCAK merkezi oldu. 1933 yılına kadar bu ad altında anıldıktan sonra adı değiştirilerek İKİZDERE oldu. Ancak 1945 yılında İkizdere Bucak Merkezi iken, daha aşağıda bulunan Güneyce İlçe yapılarak İkizdere buraya bağlandı. Demokrat Parti iktidara geldiği zaman, 1952 yılında İkizdere yeniden İlçe yapılarak, Güneyce Bucak seviyesine düşürüldü ve İkizdereye bağlandı. Kalkandere İkizdereden 8 yıl sonra Bucak oldu ancak Rize İlçesine bağlı bir Bucak Merkezi idi.
İkizderede bugün tek lise bulunmaktadır: Fazlıye-Hüseyin Turanlı Lisesi… Nüfusun az olması ve son yıllarda Rizeye göç nedeniyle tek lise yeterli olabilmektedir. 28 köyü bulunan İkizderenin köy listesi şöyle:
KÖYLER: Ayvalık, Ballıköy, Başköy, Bayırköy, Cevizlik, Çamlıkköy, Çataltepe, Çiçekli, Çifteköprü, Demirkapı, Dereköy, Diktaş, Eskice, Gölyayla, Güldere, Ihlamur, Ilıcaköy, Kama, Meşeköy, Ortaköy, Rüzgârlı, Sivrikaya, Şimşirli, Tozköy, Dumlupınar, Yağcılar, Yerelma, Yetimhoca…
3500 nüfuslu küçük ama şirin İlçemiz, Of, İspir, Kalkandere, Rize ve Çayeli Komşularıyla çevrelenmiştir. Sivrikaya Köyünün az yukarısındaki Karayolu Tünel çalışmaları hızla sürüyor ve Tünelle birlikte çevre yolları hizmete açıldıktan sonra İkizdere’de bir Turizm patlaması bekleniyor. Ancak bunlar şimdiden hesaplanarak projeler geliştirilmeli ve Konaklama için yeterli altyapıların temelleri atılmalıdır. Çünkü Rize’nin İkizderesi’nde, Dağ, Orman, doğal güzellik ve suyu bol olan yerler çoktur. Zaten RİDOS OTEL, bunların baş harflerinden oluşmuyormu? Rize-İkizdere-Dağ-Orman-Su… İkizdereye 6, Sahile de 55 kilometre uzaklıkta bulunan Otel, Cimil Irmağı kenarında şifa ve mutluluk dağıtıyor. İkizderenin daha çok böyle Otellere gereksinimi bulunuyor. Bugün Ilıcaköy Köyünde bulunan ve Doktor eşliğinde Klinik Tedavi uyguluyan modern 200 yataklı RİDOS TERMAL OTEL, artık yeterli olmayacaktır. Bu nedenlerle Çamlıktaki Tesisler ve Ridos gibi başka Otellerin hizmete girmeleri gerekiyor. Bütün bu Tesisler, Dünyaca ünlü ANCER BALI ÜRETİMİ ni artıracak ve ünlü Ancer adı, Yöreye çok fazla Turist çekecektir.

ORMAN DIŞINDAKİ ÜÇ KÖYLER BÖLGESİ CİMİL:

Ilıca Köyü Deresi ve Vadisi sizi Cimil Köylerine çıkarır. Orman dışındaki ilk Köyün adı Güven Köyüdür. Onun peşindeki Ortaköy ve en yukardaki Başköy’dür. Karl Koch, Kıbledağından Kaçkarlara çıkmış ve Cimil Başköy Köyüne gelerek, Kumbasaroğlu Süleymanın evinde iki gün misafir kalarak Derebeyi Süleyman ve ailesinin konukseverliğine hayran kalmıştı. Kumbasaroğlu kabilesi Kıpçak Türklerinden olup eski tarihlerde Gürcistana gelerek orada devlet hizmetlerinde bulunmuşlar ve daha sonra ise İkizdere’nin Cimil Bölgesine gelip yerleşmişler…
Acaba CİMİL ne anlama gelmektedir?
Cimil’e adını verenlerin, Kıpçak Türkleri oldukları anlaşılıyor: Çünkü Cimil kelimesi, Kıpçakların torunları olan Karaçay ve Malkarlılar’ın dilinde CİMİN olarak yer almaktadır. Bu Türk Diline göre CİMİN; sütlenmemiş ve cılız kalmış hububat anlamındadır. Bu isim biraz değişikliğe uğrasa bile, Yöreye tamamı tamamına uymaktadır. Eski yıllarda buralarda; arpa, buğday, yulaf, baklagiller, üzüm ve patates yetiştirilirmiş. Ancak zaman içinde iklim koşullarının daha da sertleşmesi ve kötüleşmesi, hububatın sütlenmemiş ve cılız kalmasına neden olmuş. İnsan geçiminde önemli bir yer tutan Hububat bile artık yetişmez duruma gelmiş. Böylece Yöre halkı daha aşağılara inmiş ya da Erzincan gibi uzak yerlere göçmüşler. Erzincanın ünlü Siyah Üzümünü üretenlerin; Cimilden göçenler olduğu söylenmektadir.
Cimil’in Başköy Köyünden, Ovid ve İspir’e antik bir yol bulunduğu gibi, sol Vadiyi izleyerek de Çamlıhemşin Başköy Köyünün Murted ve Çermeşk Yaylası üzerinden Çat’ a inebilirsiniz. Cimil yöresi de diğer bölgelerimiz gibi Yayla ve Krater gölleriyle ünlüdür. Örneğin Tağpur, Çurmaniman, Saler, Pornag, Çermeşk gibi görülmeye değer antik yerleri bulunuyor.

ANCER: Binbir çiçekleriyle bezenmiş ve Dünyanın en ünlü balını üreten yöremizdir. Ballıköy Köyü ve Çiçekli, Ancer’in ana merkezidir. Kırklar Dağının tam altında bulunuyor. Adını ilk duyanlar, ne anlama geldiği konusunda şüpheye düşüyorlar. Etimolojisini biraz araştıralım bakalım bu şüpheler dağılacak mı? Ancer, Çaykaranın tepesinde bulunan Soğanlı Dağı denilen antik HALDİZEN DAĞI’ na da çok yakın bulunuyor. Ancer araba yolu sizi Haldizen Dağının Vadisinin içinden Çaykaranın Uzungölüne ve Bayburt’a ulaştırır.” HALDİ”, Van çevresinde kurulmuş URARTU Devletinin en büyük Tanrısı olmasına karşın, Karadenizlilerin de 4000 sene önceki ikinci Tanrısıdır.
Ünlü Tarihçi Strabon bu Dağlardan MOKHİO (Mosk) diye bahsediyor. Hemşinlilerin Yöreye göçünden sonra ise bu dağların adı Türkçeleştirildi. Daha sonra ise akın, akın gelen Türk unsurlar kendi dillerinde koydukları adlarla bu coğrafyayı genişlettiler.
Bu Coğrafya insanı, İkizdere yöresini değişik biçimlerde Ancer, Anzer, Anzor olarak da söylüyorlar. Çuvaş Türkleri, “Dar yerlere” bu adı verirler. Kazak Türkleri ise “İnsiz Yer” anlamında kullanırlar. Strabon’un anlatımına göre Heptakomentler, ROMA’nın üç Bölük askerini, DELİ BAL kullanarak Karadeniz Dağlarında bayıltmış ve öldürmüşler. Bundan; Rize Halkının Mitridates güçlerinin yanında, PONTOS-ROMA savaşına katıldıkları anlaşılıyor. Şemşettin Günaltay’ın PONTOS DEVLETİ kitabında, Roma Ordusunun, Kelkit üzerinden Mitridates’i Fırat’n kenarında Tercana yakın bir yerde bulunan bir kaleye kadar kovaladığını yazmaktadır.
İkizdere, Vahşi Ormanlar içinde bulunan ve Yayla havası veren doğal yapısıyla Çamlıhemşin ve Hemşin gibi en yüksek İlçelerden üçüncüsüdür. Bulunduğu konuma göre, önemli bir noktada bulunuyor. Erzurum antik yolu üzerinde önemli bir geçiş noktasındadır. Bu yol bugüne kadar Ticari anlamda, Transit bir yol olarak kullanılmadı. Çünkü zor aşılabilen OVİD DAĞI buna izin vermiyordu. Aynı zamanda yol altyapısı da elverişli değildi. Şimdilerde Ovid Deresinde başlatılan 15 Km lik Ovid Tüneli birkaç yıl içinde bitirildikten sonra Transit geçişler artabileceği gibi, Doğu-Güneydoğu ve İç Anadolu Bölgeleriyle bir bütünlük gösterecek ve Yörenin ekonomisine katkı sağlıyacaktır.
Bu Yörede HES’in, 4 projesini tamamlandıktan sonra, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklar Koruma Kurulu tarafından, İkizdere SİT alanı olarak ilan edildi. Biraz geç olmasına karşın, alınan bu karardan sonra Vadinin doğal yapısının korunup korunamayacağı yine de endişe yaratıyor.

BYZRES NE ANLAMA GELİYORDU: Rize bölgelerinde Byzeres’ler yaşıyordu ve ne anlama geliyordu? Bilindiği gibi Persler MÖ ki yıllarda Anadolu’yu 220 yıl egemenliklerinde tutmuşlardı. Pers egemenliğinden sonra yine İranlı Mitridatesler, Karadeniz Kıyılarında Pontod Devletini kurmuşlar ve 300 sene de onlar hükümranlık sürmüşlerdir. Bu dönemde de Karadeniz’e büyük çapta İranlı akını olmuştur. Bu nedenle Rize’ye adını verenlerin İranlılar olduğu ağırlık kazanıyor. Öte yandan Beyza adında; İran, Ürdün ve Libya’da kent merkezleri bulunuyor. Beyza yumurta, şişlik, bembeyaz, gümüş eşya, parlak ve miğfer anlamlarına geliyor. Rize’nin antik adı, eski Fars dilinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Farsça GÜMÜŞ EŞYA anlamı buna çok yakışıyor. Zaten Rize, Trabzon, Tirebolu- Harşit Çayı ve Gümüşhane’de, Milad öncesi gümüş işletmeciliği çok yaygındı. Strabun’un söylediği gibi Miladi yıllarda ise Karadeniz dağlarında, DEMİR İŞLETMECİLİĞİ yapılmaya başlanıyordu. Öyle ise bu gümüş işletmeciliği işinin, Hititi Devletinden sonra da devam ederek, Urartulara ve İranlılara kadar geldiği söylenebilir. Anadolunun Antik adının “Gümüş Ülkesi” (Khattu) olduğu unutulmamalıdır. Demir işletmeciği de Roma döneminde geliştiği biliniyor.
MÖ 350 li yıllarda Kırım üzerinden Karadeniz’e gelen Tarihçi ve coğrafyacı Karyanda’lı (Bodrum) SKYLAKS, Rizeliler’i Becires’ler olarak; Rize’yi de “Becire” diye tanımlıyor. Fakat Pordonis (Fırtına Irmağı) ten de söz ederek, Ardeşen’den Hopa’ya kadar alanlarda yaşayanlara da Byzer ve Elechiri diyor. Bize göre Becire ve Byzer farklılığı, yöresel söyleyişten kaynaklanıyor. Bu iki halkın aynı kökenli ve İranlı olduğu söylenebilir. Çünkü Skylaks’ın bu seyahatinde Anadolu ve yoğun olarak Karadeniz İranlılar’ın işgalindedir. Hatta Giresun’da da geniş bir İranlı kavim yaşamakta olduğu biliniyor. Miladi yıllarda Rize’ye gelen Arrianus da Rize halkını Byzer olarak nitelendiriyor. Bu iki tespit de yukarıdaki görüşü doğrular niteliktedir.
RİZE’nin 1843 yılındaki güzelliklerini KARL KOCH anlatıyor. Kaçkarlara çıkıp şifalı bitkileri toplamak için gelen Alman Dr Koch, Rizenin allı pullu çiçekli meyve bahçelerinden doya, doya bahsettikten sonra, Cumhuriyet Caddenin parke taş döşeli olduğunu ve doğulu Acem kentleri görüntüsü verdiğini söylemektedir. Karl Koch’un bahsettiği bu parke taşlarının 1785 yıllarında başlatılan köprü, cami ve yol kalkınma hamlesinden sonra yapıldığı tahmin ediliyor. Çünkü 1785 yılndan sonra 3. Selim tarafından başlatılan yenilik ve kalkınma hareketleri, 1805 yılında padişah olan 2. Mahmut Döneminde de devam ettirilmiştir.

TARİHİ, DİLİ, KÜLTÜRÜ DOĞRU TESPİT ETMEK: Tarih genel olarak; dünya insanlarını etkisine alan önemli olayları ve bu olaylar arasındaki neden- sonuç ilişkilerini ve uygarlık gelişmelerini belirleyip, yer ve zaman göstererek ve koşullarını da ortaya koyarak anlatan bilim dalı olarak tanımlanmaktadır.
Bu genel anlatım içinde, tarihi olayların ele alınması ve günü gününe kaydedilmesi bir tespit işidir. Böylece bir tarihi tespit yaparken, duygusallığın ve siyasi taraflılığın hiç yeri yoktur. Aksi halde geleceğe, çok yanlış bilgiler içeren bir tarih mirası bırakmış olursunuz. Hele siyasi, dini ve soy ağırlıklı düşüncelerle yazılan tarihler, Ulusların kin ve nefret duygularını daha da ön plana çıkararak gelecek yıllara taşıyor. Aradan binlerce yıl geçse bile doğrular ve yanlışlar bir gün yeniden tartışma konusu olacaktir. Bu nedenlerle, yanlışları, gerçek gibi gösterme çabası içinde kıvranıp durulmamalı…
Tarih, kültür, doğal güzellikler ve turizm, birbirlerini tamamlayan ayrılmaz dört ana olgudur. Tarih, kültür ve doğal güzelliklerin olduğu yerde, turizmin canlanması ve olumlu sonuçlar vermesi, kaçınılmaz hale geliyor…
Bütün bu genel ölçülere bakıldığı zaman; Doğu Karadeniz, Rize ve Çayeli ve ötesinin, çok yağmurlu olması nedeniyle turizmin gelişemeyeceği gibi bir yanlışa düşmemek lazımdır. Çünkü soğuk ve güneşsiz Avrupa, İngiltere ve Kuzey Ülkeleri, Kendi yörelerine özgü çok mükemmel bir turizm yaratmışlar ve bundan gelir elde etmektedirler. Öyle ise yağmuru, güneşi, doğal güzellikleri ve yeterli antik tarihi (Ortaçağ tarihi) olan Rize bölgesinde turizmin nasıl gelişeceği ve çok rahat yerleşip tutunabileceğini açıklamaya çalışalım ve İşadamlarını yatırmlara heveslendirelim:
Bir defa Rize ve çevresinin yeryüzü şekilleri ve doğal güzellikleri, başlı başına bir turizm hareketinin nedenidir. Çünkü bu bölge, binlerce yıl öncesinden beri hiç bozulmadan bu doğallığını koruyabilmiştir. Ormanların hiç yangın görmemesi ve yeşil alanların azalmayarak gürleşmesi, eski güzelliklere daha başka güzellikler eklemiştir. Binlerce yıl önce buralarda ölen birinin ruhu yeniden dünyaya gelse, doğduğu köyü rahatlıkla tanıyabilir: Deniz kıyısında nemli, yaylalarında kuru iklimiyle, güneşiyle, yağmuruyla ve şarıl, şarıl akan sularıyla “ İşte ben buralıydım” diyebilme şansına sahiptir. Bugünkü insanlar da, eskiye dönüp baktıkları zaman, tarihin derinliklerinde Rize’nin, Çayeli’nin, Pazar’ın, Ardeşen ve Fındıklının o çok eski ve anlamlı yaşantısını görebilmelidirler ve görmeye çalışmalıdırlar. Tarihin görünmeyen eski sayfalarına bu anlayışla ama mutlaka sevgi ve saygıyla bakılmalıdır. Tarih, coğrafya ve eski insan kültürleriyle ancak bu şekilde birleşip bütünleşilebilir.
Yöreye ve yeryüzü şekillerine, yaşanmış tarihi gelişim bakımından göz attığımız zaman; birçok dağ, ırmak, su ve köy adlarının binlerce yıl öncesinin Gümüş Ülkesi Hattu’da yani Anadolu’muzda konuşulan Nesi, Pala ve Luwi dillerine dayandığı görülmektedir. Çünkü Anadolu’da, Kızılırmak kavisindeki en eski yıllarda yaşayan Hattulular, ilk kez sayısal 12 Krallığı bu Ülkede kurdular. Karadenizi etkileyen Pala Krallığı Taşköprü’de, Zalpuvaş Krallığı Bafra’da, Hattina Krallığı ise Çorum Alaca’da kuruldu. Bunların konuştukları NESİ, PALA ve LUWİ Dili, daha sonra gelişerek Hitit İmparatorluk Dili olmuş; tüm Karadeniz, Gürcistan, Anadolu ve Asya’da geniş yayılma alanı bulmuştur. Böylece Karadeniz, Rize ve daha Doğuda, İmparatorluk dili (Luwi-Nesi-Pala) yayılmaya başlamıştı. Yöre insanı bu dilini, ancak M.S 500 yılına kadar koruyabilmiştir. Çünkü çoğulcu diller yerine, daha sonraları bütünleştirici tek bir ulus dili gelebiliyor ve bir dil; diğerlerine üstünlük sağlayabiliyor. Dilleri ortadan kalksa bile, çok daha evvel coğrafi şekillere konulan adlar bugün hala varlıklarını koruyorlar. Bizleri çok eskilere bağlayan bu tarihi varlıklarımız, üzerlerinde gezip tozduğumuz ve uzaktan uzağa seyrine daldığımız o eşsiz antik coğrafyamızdır. Bu eşsiz ve çok kültürlü coğrafyamızdan bazı örnekler: Akroti, Aytoroz, Arpik, Andonli, Asipos (Assapa), Havran, İstaponoz, Kuvelyoz, Kumika, Kominoz, Kuspa, Mapavri (Mapabra), Maryava, Mevrani, Palodya, Senoz, Zangeriz (Sefalı Suyu), Andra (Murçiva’da küçük bir akarsu), Ğalata, Silan, Askuroz, Kalapotam, lazlakar, Beyzer, Moskhos, Kaşkar (Kaçkar), Zıka, Skapa, Zuğu, Apsu, antik ırmaklarımız ve Partal…
Beş bin sene öncesini yansıtan böylesine güzel bir Tarih ve Coğrafya hiç yabana atılabilir mi? Daha tespit edemediğimiz ve yukarda belirttiğimiz yer adlarıyla birlikte, tarih ve kültür, evimizin ta kapısına kadar gelmiş bulunuyor. Konuyla ilgili daha geniş açıklamaları ve yöre tarihi ile ilgili bilgileri, Hemşin’i anlatan Dambur Tarihi ve Horum-Hemşin kitabında bulabileceğiniz gibi, asırlar boyu unuttuğumuz öz Türkçe adlara ve kelimelere de ulaşabilirsiniz.

TRABZON’UN DOĞUSUNDA YAŞAYAN HALKLAR:

Roma Ordu Müfettişi Trabzondan gemiye binerek Gürcistan’a doğru seyahat ederken, PONTO EUSİNO adlı bir de seyahat notları tutuyordu. Bu notlarda:
1-Maçka aşağı Vadisi ile Of ve Of’un doğusndaki muhtemelen Karadere’ye kadar COLCHİLER’in yaşadıklarını… Bunlar, antik Gürcülerdir.
2- Of İlçesinin batısında TİANNICALILAR’in bulunduklarını…
3-Rize çevresinin dağ kesimlerinde Hektakomentler, alt kesimlerinde ise BEYZERLER… (Bu tarihlerde Rize’nin adı BEYZER’dir.)
4-Beyzer ile Atina arasında MACHELONLAR…( Muhtemelen Fırtına Irmağına kadar).
5-Atina ve Ardeşen topraklarında EİNOCHİLER… Arrianus’a göre, Machelon ve Einochiler’in Krallık Merkezi Fırtına Irmağının yanındaki Eski Trabzon düzlüğüdür. Kralığın adı PRİTAİN KRALLIĞI ve Kralları da ANCHİLO idi.
6-Ardeşenin Doğusunda ZİDRİTİLER… ( Muhtemelen Fındıklıya kadar). Bunların Kralları ise, FARSNAME idi.
7-Fındıklı’dan sonra Doğuya doğru LAZLAR yaşıyorlar. Kralları, Roma İmparatörü Hadrianus’un atadığı MALASA idi… Bütün bu Krallıklar Bizansa bağlı VASAL Krallıklar olduğu anlaşılıyor.
MS 130 yılında Kapadokya Valisi olan Arrianus aynı zamanda Tarihçi ve Felsefecidir. İskender’in Anadoluyu fethini, ANABASİS adlı eserinde anlatmıştır.

ANTİK YÖRESEL ADLAR

PERKAM:
Bugünkü Demirhisar köyünün adıdır. Bu bölgeden Perkam Suyu akar ve Limanköyün bitişiğinden denize kavuşur. 1843 yılında Rize’ye gelen Karl Koch, Rizede bir bahane uydurarak Kaçkarlara çıkarak Kırallarını iyileştirmek için çiçek toplayacağını söylüyor ve Rizede gerekli iznı kopardıktan sonra, Perkam Vadisine gelerek yardımcılarıyla birlikte Kaçkar ve Hemşin Dağlarına doğru hareket ederler. Karl Koch, bu bölümü şöyle anlatıyor. “…İki saatlik yol yüründükten sonra, Mapavri denen yere gelindi. Daha önce, Cevizlik denilen yer geçildi. Mapavri’nin Kuleleri göründü… Hiç kullanılmayan bir neft kaynağından gelen sızıntı, Denizin yüzeyini bir yağ tabası halinde kaplıyordu. Kiper’in harıtasında Irmakçık ÇAMUDA, yerli halkça KANLI DERE diye isimlendirilen Dereden yıkarı doğru çıkıldı. Kanlıdere ismi, kırmızı somaki taçından bu derede çok bulunmasından ileri gelir. Bu yöre, doyum olmaz güzel orman örtüsü ile doluydu. Şimşir ağaçlarından bahsedilerek, nihayet ASFEROS’un geniş Vadisine inildi” .

Böylece Kıbledağ Köyü Vadisine inerler. Bu güzergâhtan daha yüksek yayla yollarına tırmanarak Karos Bel yolu üzerinden geçerek CİMİL’e giderler. Karl Koch, Kıbledağı suyundan ASFEROZ olarak bahseder. Bu Irmağın denize döküldüğü yerdeki adının (A)SKAROZ olduğu biliniyor.
Şimdi Skaroz’un ne anlama geldiğine kulak verelim. Skaroz, PAZAR-Hemşin Deresi ve bu dereye karışan SKAPA Suyu ile tamamiyle örtüşmektedir: Ska-pa ve Ska-roz… Anadolumuzun antik Luwi-Kapadokya diline göre DAR GEÇİTLİ SU ve DAR GEÇİTLİ SU YURDU anlamındadır. Skapa adı, sarp yerlerden aktığı için Gerçekten de Kıbledağı Suyuna tam uymaktadır. Yalnız burada “ Pa” yerinde “Roz” eki kullanılmış. Çünkü burada kelime, DAR GEÇİTLİ YURT DERESİ anlamında kullanılmıştır: SKAROZ DERESİ… Sononundaki “roz” takısı, Bizans İmparatorluğu döneminde eklenen Yunanca bir “ek” dir. Ancak “Ska” ifadesi, 4000 yıllık Anadolu Dillerinin bir ürünüdür.
Bazı araştırmacılar, Arrianus’un söylediği “ Rizeden sonra 70 Stadions ötede ADİANOS IRMAĞI bulunur” sözünü yanlış yorumlayarak, Adianos Irmağının Kıbledağı ve Skaroz Suyu olduğunu söylemektedirler. Hal böyle iken ADİANOS, Arrianus’un antik Mapabra’dan geçip Pazar istikametine gittiği zamanda söylenen Çayeli’nin adıdır. Zaten Arrianus’un verdiği 70 Stadionsluk mesafe, 17280 m dir ve Rize-Çayeli mesafesidir. Bu mesafenin bugünkü mesafeye tam olarak uyması; Adianos Irmağının, antik Mapabra Irmağının yeni ikinci adı olduğunu zaten kanıtlıyor.
Acaba Perkam ne anlama geliyor? Perkam, O. Naci Ak’ın belirttiği gibi 1486 Trabzon Tapu tahrir Defterinde PERİ-KAM olarak belirtilmektedir. Bu Osmanlı kaydı, Perkam’ın anlamını tam olarak yansıtmaktadır. Divan-ü Lügatit Türk’te KAM ın izahı yapılırken, bunun anlamı, Şaman ve Kâhin olarak belirtiliyor. TDK sözlüğünde de Şaman’ın (Kam) tarifi yapılıyor: Eski Türk Boylarında tef çalarak şarkı söyleyip oynayan ve aynı zamanda da ruhlarla ilişki kurarak hastaları iyileştiren kimselere Şaman (kam) dendiği belirtiliyor.
Eski Türklerde KAM (Şaman), bugünkü Din Hocalarının görevini yapmakta idi. Kam ya da Şaman’ların görev ve yetkileri, babadan oğula geçerdi. Kamlar, peri ve cinleri insanın içinden kovarak onları iyileştırmeye çalışırlardı. KAMLAR tam olarak bugünkü Din Hocalarının görevlerini yapıyorlardı. Bu bilgilerden sonra, Perkam’a yerleşen eski Türkler arasında çokça KAM ya da ŞAMAN bulunduğu anlaşılıyor. Buna dayanarak da köylerinin adını PERİ-KAM koyduklarını söyleyebiliriz: PERİ VE CİN KOVAN İNANÇ HOCALARI KÖYÜ…
Beşikdüzü Köy Eğitmen Kursundan yetişerek İlk 3 yıllık İlkokul eğitim ordusuna katılan Perkamlı Mehmet Yavuz Hocamızı minnet ve şükranla anıyoruz.

AKROTİ :
Çayeli’nin en güzel mahallerinden biri olan Akroti’nin bugünkü adı Limanköy’dur. Limanköy de hala antik yılların melodik seslerini yansıtıyor. Burası, dağ eteğinde ve bir yarımada üzerinde kurulu narenciyesiyle ve doğal güzelliğiyle, antik limanını çevreleyen eşsiz manzara ve Deniziyle resim tablolarına benzer bir mahalledir. Topraklarında ve önündeki Denizinde meydana gelen binlerce yıllık tarihi olaylarına tanıklık etmiştir. Çünkü önünde bulunan Doğal liman, nice antik denizcileri, bağrında barındırmıştır. Kimbilir bu limana sığınarak Karadenizin azgın dalgalarından kendini kurtarmaya çalışan nice denizcilere bağrını açmıştır. Bu nedenle Akroti’nin tarihi önemi biraz daha ağırlıklıdır.
Akroti; Hint-Avrupa dili konuşan ve Anadolu’da ilk kez ileri uygarlık kuran Hititler’in dilinden kalma bir sözcüktür. Hitit-Luwi dilinde “Baş” anlamındadır. Bilge Umar, bu sözcükten, doruk ve yarımada anlamları da çıkar diyor. Umar, Hatay Samandağı’ndaki “Akra” Dağının da aynı anlama geldiğini söylüyor. Akra ve akrakos, dağ anlamına gelir diyor. Böylece Akroti’nin;”Burun Ucundaki Köy” ya da “Dağ Dibi Burun Köyü” anlamlarına geldiği söylenebilir. Öte yandan 1486 tarihli Trabzon Tapu Tahrir Defterlerinden anlaşıldığına göre Akroti’nin Osmanlı dönemindeki adı da Akroter’dir. Bu Osmanlı kaynakları da, “Akroti”’ adınin, en az 3500 yıllık bir tarihe sahip olduğuna bir delildir. Bilinmelidir ki, buralardaki insanlık tarahinin çok daha eski yıllara dayandığı, genel Tarih anlatımlarından da anlaşılacağı gibi tahmin edilebilir.
Burası Gezici Baş Öğretmen Eğitimci rahmetli Rıza Ülker’ın mahallesidir. Şimdi antik limanın tam üstünde Ünye Çimento Dolum Tesisleri ve arkasındaki İlkokulun yanında, benzin istasyonlu Lazlakar Oteli bulunmaktadır. Otel adını, Senoz Vadisi sonundaki bir yayladan almaktadır. Köken “Yazlakar”dır. Yazın bile karın hiç erimedığı bir Yayla anlamındadır. Bu nedenlerle Otele, en az 2000 yıllık Türkçe olan bu ad verilmiştir.
İş Adamımız Atıf Ketenci tarafından Çayeli’mize kazandırılan LAZLAKAR OTELİ bu adını, tarihi çok eski olan Lazlakar Dağındaki Yayladan alıyor. Bu Otel’in; Lazlakar ve Senoz Vadisi Deresinin Çayeli’nde denize aktığı yere uzaklığı sadece 1 Km dir. Otelin kurulduğu bugünkü yerin adı LİMANKÖY’dür. Çayeli’ne 2 Km uzaklıkta olan Lazlakar Oteli yöresi, Çayeli’nin en güzel görüntü veren mahallelerindendir. Burası, dağın eteklerinde ve bir yarımada üstünde kurulmuş çok güzel ve deniz manzaralı bir köydür. B. UMAR, Sicilya adasındaki “Akrakas” Dağının adının da Anadulu (Luwi) kökenli olduğunu vurguluyor.
Böylece AKROTİ’ nin; “Burun Ucundaki Köy” ya da “ Dağ Dibi Burun Köyü” anlamına geldiği kolayca anlaşılabilmektedir. Öte yandan Limanköy’ün antik adının, Hititler’den de önce Anadulu’da yaşayan insanların konuştukları Nesi Dili ve ardılı dil olan Luwi Diline dayandığı ve 4000 yıllık bir tarihi olduğu ortaya çıkarmaktadır.
Antik Akrotir Köylülerinin ve Adianuslular’ın (Mapavri) bu tarihi olaylara tanıklıkları yanında, aktif olarak Deniz Ticaretine katkıda bulundukları da bir gerçek… Ayrıca o yıllarda; narenciye, zeytin ve mısır üretimi yanında, Balık Yağı İşletmeciliğiyle de ünlüdürler.

ÇANCEVA: Limanköy ile Yaka mahllesi arasında bir mahalledir. Bugünkü adı Küçükcaferpaşa mahallesidir. Osmanlı döneminde Cafer Paşa’nın yaptırdığı bir camisi ile de ünlüdür. Kaşgarlı Mahmud’un Divanında, Karaçay ve Kırgız Türkçesinde benzer birçok kelime var. Örneğin; Çana-çanc-cancu-çinci gibi… Bu kelimeler, kızak-inci-çalışkan-yorgun ve değişik anlamlara geliyor. Kelime formu, Çamlıhemşin’deki ÇİNÇİVA’ ya da benziyor. Kelimenin Türkçe olduğu, sonundaki “Va” eki ise antik çağdan kaldığı açıkça görünüyor. Bu anlamlar arasında bir tercih yaptığımız zaman yer adlarına en çok yakışanın İNCİ KÖY anlamına gelen Güzel Köy ( İnci Köy) olduğu anlaşılıyor.

KELOZ: Çayeli Yaka Mahallesinin Tepesinde bir mahalle daha bulunuyor: Keloz… Buranın şimdiki adı YENİCAMİ Mahallesidir. Antik Anadolu Dilinde bu, KELAŞ-SA’dır. Kısaca Kelassa denilmektedir. B. Umar buna GÜZEL GEÇİT KÖYÜ adını veriyor. Bugünkü söyleniş biçimi, Kelas ve buna benzer bir kelime olan Keloz’dur. Keloz’un Çayeli’deki yeri de birbaşkadır! Çayeli’ni batı açısından en iyı gören biri de Keloz’dur. Bu tepede, insanların ömrüne kat, kat daha ömür katılmaktadır. Genel bir kural olarak denilebilir ki; insanların bu ömrüne mutluluk katacağı düşünülen bazı manevi varlıkların da, Devlet tarafından korunması ve gözetilmesi gerekiyor: Örneğin; insanların doğal yapılarından kaynaklanan manevi inançları yanında, Atalarına saygı, Demokratik Cumhuriyeti ve O’nun temellerinin sağlamlaştırılması, din ve ırk nedeniyle bazı insanları ötekileştirilmemesi ve sevgi dolu bir sevecenlikle herkese yaklaşılması gibi…

RİZE’DEN SONRAKİ IRMAKLAR. MAPAVRİ ve ATİNA’NİN KUSPA’DAN YATAY GÖRÜNÜŞÜ:

Şimdi Kuspa’nın o eşsiz Tepelerinden uzaklara bakarak, Rize’den Doğu İstikametine doğru bir seyahate çıkalım. Arrıanos Trabzondan sonra doğuya doğru Karadeniz Irmaklarında söz ederken Rize ile Askoroz arasında 30 Stadia mesafede olduğunu söylüyordu. “Askouros’tan (Askoroz) 60 Stadia sonra ADİENOS adlı bir Irmak vardır” diyor. Yani Rize ile Askoroz arasında 5760 M bir mesafe olduğu anlaşılıyor. Rize ile Adienos Irmağı arasında ise, 90 Stadia bir mesafe olduğunu söylüyor. Şimdi bu mesafeyi hesaplıyalım. Bir Stadia 192 m olduğuna göre, demek ki Rize ile Adienos Irmağı arasında 17280 m lik bir mesafe oluyor. Bu mesafe, Çayeli’nin Büyükdere’sini (Senoz) işaret etmektedir. Bazı araştırmacılar Adienos Irmağının, Kıbledağı Suyu olduğunu söylemektedirler. Böylece çok büyük bir yanlış yaparak Skoroz’a ikinci bir ad takmış oluyorlar. Ne Askoroz, ne Gündoğdu Suyu, ne Bozukkale Suyu, Balıkçılar Suyu, ne de Demirhisar Suyu bahse konu olamaz. Çünkü büyük Çayeli Irmağı dururken Arrianos neden küçük sulardan söz etsin ki? Hatta bazı yerel araştırmacılar, Çayeli Irmağı olan Adienos’u, Atina Suyu ile bile birbirine karıştırmışlardır. ADİENOS adını ilk kez, 2000 sene önce Sahillerimizden geçerek Doğuya doğru seyahat eden ROMA ORDULARI DENETMENİ F. ARRİANUS söylüyordu. Yöremizle ilgili bu bilgileri verdikleri için onlara binlerce teşekkürler…
Üstelik Arrianos, Adienos’tan söz ederken “ Küçük su” değil “Irmak” tan dem vuruyor. Öyle anlaşılıyor ki, Çayeli merkezindeki Mapaabra Irmağı’nın ve köyünün adı; Arrianus Çayeli’nden geçtiği zamandan önceki zaamanlarda Adianos’a dönüştürülmüştü. Adianos’un diğer söyneniş biçiminin de Adranos olduğunu Bilge Umar anlatımlarından biliyoruz. Bunun kökeni de, Luwi-Kapadokya ve ardılı dillere dayanmaktadır. Kutsal Köy- Kutsal Kasaba anlamına geliyor. “Andra” erkek Tanrı demek. Ama Çayeli’nin ilk insanları önce Bereket tanrıçası MA’ ya tapan insanlardı. Bu nedenle, Büyükdere Irmağına Mapabra adını takmışlar. Ancak daha sonra MÖ 750 yıllarından sonra karadeniz’e dışardan gelenlerin bir bölümü erkek Tanrı Andra’ya inandıkları için eski adı değiştirerek, “ Erkek Tanrı yerleşim yeri” anlamına gelen Andranos (Adianos ) diyorlar. Bazı araştırmacılar bu adı Athena (Atina) ile karıştırarak hata yapıyorlar. Athena ve Artemis erkek Tanrı olmayıp, Gürcüler’in ya da Lazlar’ın Tanrıçaları’dırlar. Büyükdere antik yıllardan beri hep kutsal olarak görülmüş ve adını Tanrıça’dan almıştır. Ancak sonradan takılan“Adianos” adı da uzun zaman devam etmemiş ve yine en eski ad olan Mapabra’ya dönüşmüştür. Daha doğrusu değişik inançta olan insanları verdikleri adlar kaldıkları halde, insanlar geçip gitmişler… Bu nedenle Mapabra Deresi’nin kutsallığı, binlerce yıl devam ede gelmiş ve bugüne de yansımıştır. Binlerce yıldan beri bu Dereye ve Dere ağzında kurulan Köy ya da Kasabanın adları sırasıyla şöyle olmuştur: Mapabra- Andranos ( Ya da Adienos)- Mapavri- Çaybaşı- Çayeli…
Karadeniz gerçekten açık hava müzesini andırıyor. Bu müzenin birçok sanat eserlerine elle dokunulma olanağı olmasa bile, onların görüntülerini resimlerden seyretmek olanağı var. Bu acımasız Denizin dibinde kimbilir neçok antik eserler yatmaktadır. Denizin altı taranıp bakılabilseydi, 4000-5000 yıllık batıkların görüntülerini rahatlıkla seçebilecek duruma gelebilirdik. Açık hava müzesinde her tarihi esere el süremeyebilirsiniz. Çünkü onların çoğu ya toprak altında ya da denizin dibinde sessiz dünyalarında ölümsüzlüğe terk edilmişlerdir. Bütün bu zenginlikleri göz önünde sergileyebilmek için çok acilen bir Çayeli müzesi kurularak, Müzenin içinde bu tarihi gelişim doğrultusunda hareket edilerek antik yer adları, deniz altı resimleri ve Tarihi açıklamalarıyla birlikte müzede sergilenmelidir. İlk başlangıçta bu çalışmayı, turistik oteller kendi bünyelerinde yapabilirler. Bu çalışma, otele gelen müşteriler için ilgi çekici olacağı muhakkaktır. Gelecekteki aşamalarda da bu çalışmalar tam bir müzeciliğe dönüştürülebilir. Otelin bir köşesinde bu bilgiler, ilgili resimler ve yörenin belgesel filmleriyle birlikte zenginleştirilerek müşterilerin hizmetine sunulabilir.
Çayeli 1878 yılında Bucak Merkezi oldu. Bucak, Kaymakamlığa benzeyen küçük bir İdare merkezidir. Başında Bucak MÜDÜR’ü bulunmaktadır. İdari Merkezin adı, Mapavri Bucağı (Nahiyesi) olarak geçmektedir: MAPAVRİ BUCAĞI… Mapavri adı, ta 1944 yılına kadar devam ediyor ve bu tarihte değiştirilerek Çaybaşı adı veriliyor. Daha sonraki yıllarda ise ÇAYELİ’ ye dönüştürüluyor…

ATİNA VE FURTUNA:
Çayeli’nde antik çağda barınacak tek liman Limanköy limanı olmasına karşın, Tarihçi ve coğrafyacılar bu limandan hiç söz etmiyorlar. Oysa Yarımada ucundaki köy anlamına gelen, burada Akroti adında bir de köy vardır. Bizans’ın Karadeniz Ordusu Müfettişi Arrianus, MS 129 yıllarında henüz daha Kapadokya valisi olarak atanmamışken çıktığı Karadeniz ordu birlikleri teftişinde, Trabzon’dan sonraki deniz yolculuğunu anlatıyor.^Arrianos’un anlatımlarından, Çayeli önlerinden geçerken hava ve Denizin çok kötü olduğu anlaşılıyor. Belki de Limanköy Limanını geçtikten sonra deniz kabardığı için bir an önce kendilerini Athena limanına atmak istemişler. Şimdi Arrianos’un kendi ağzında öyküyü dinleyelim:
”… Ardından birdenbire ufukta özellikle doğuya doğru yükselen bir bulut belirdi ve korkunç bir rüzgr tam olarak ters yönden esti. Bu bizim tek avantajımızdı. Çünkü kısa süre içinde denizi dalgalandırdı. Sadece küreklerin boşluklarından değil, fakat aynı zamanda güvertelerin üzerinden ve yanlardan da bol miktarda su aldığımız için, sanki bu, tragedya mısrasında anlatıldığı gibi -ve biz onu dışarı atıyorduk, o ise içeri giriyordu- En azından küçük dalga, gemi parapetini aşmıyordu. Bu bakımdan meşakkatle ve zorlukla kürek çekmeyi başarıyorduk ve birçok güçlüklerden sonra ATHENA’ya ulaştık. Zira Karadeniz’de bu şekilde adlandırılan bir yer ve orada Helenlere ait bir Athena Tapınağı vardı. Bu sebepten dolayı bu yere bu adın verildiğini sanıyorum. Ayrıca burada terk edilmiş bir de KALE bulunur. Yılın bu mevsiminde az sayıda gemiyi barındıran ve onları güney ve bilhassa doğu rüzgârlarından koruyan demir atma yeri; kuzey/ kuzeydoğu rüzgrlarından ^kaçarak sığınan gemileri de koruyabilirken; fakat Karadeniz’de, Kuzey-Batı rüzgârlarına karşı aynı derecede korumayabilir. Akşama doğru kuvvetli yankılar uyandıran gök gürültüleri ve şimşekler ortalığı kapladı. Rüzgâr hep aynı kalmayıp; ama önce güneye, kısa süre sonra da güneyden, güney-batı rüzgârına doğru yönünü değiştirdi. Liman artık gemiler için güvenli olmaktan çıktı. Bundan dolayı denizin tamamen patlamasından önce, bir TRİERES haricindeki bütün gemileri, Athenai barınağının kabul ettiği ölçüde karaya çektik. Çünkü bu üç sıra kürekli savaş gemisi bir kayalığa yanaşıp güvenle demir atmıştı. Gemilerin büyük bir bölümünü karaya çekilmeleri amacıyla komşu sahillere göndermek bana daha uygun görünüyordu. Öyle ki biri dışında gemilerin hepsi kolaylıkla kıyıya çekilebildi ki, tam birinin limana getirildiği sırada çarpan bir dalga altına girip gemiyi kaldırarak onu alabora ettikten sonra, sahile doğru fırlattı ve paramparça etti. Böylelikle sadece yelkenler, deniz donanmaları ve mürettebat değil; her şey kurtarılmış oldu. Fakat aynı zamanda çiviler ve balmumu da söküldü. Bu yüzden gemi yapımı için tahtadan başka hiçbir şey eksik değildi. Sizin de bildiğiniz gibi gerçekten bunlardan, Karadeniz kıyısı boyunca oldukça bol miktarda var. Bu fırtına iki gün boyunca sürdü ve orada kalmak zorunluydu. Zira Karadeniz’deki Athenai kentinden sanki terk edilmiş ve isimsiz bir liman yeri gibi geçip gitmek, bize uygun görünmemişti. Oradan şafağa doğru demir alıp, yandan gelen dalga vasıtasıyla ilerlemeyi denedik. Gün boyunca karşı yönden poyraz estiği için denizi biraz yatıştırdı ve çarşaf gibi yaptı.”
Arrianos’un bahsettiği TRİERES gemisi, en büyük savaş gemisiydi. Üç sıra kürekli olduğu anlaşılıyor. Limanın en kuytu dalga almayan yerinde ve olasılıkla da Kız Kulesine yakın bir yerde bu gemi demir atmış bekliyormuş…

BOŞ KIZ KULESİ: Arrianus, Pazar limanında iki gün kalmalarına karşın, Atina Kenti, Tapınağı ve tapınaktaki Athena heykeli hakkında hiç bilgi vermiyor. Nerede kaldıkları ve çevreden yardım alıp alamadıkları konusu da anlatılmıyor. Hatta Atinayı ıssız, Limanı da terk edilmiş bir yer olarak nitelendiriyor. Sadece bugünkü Kız Kulesinin ta o zaman boş olduğunu da sözlerine ekliyor. Athena Kentinden söz etmesine karşılık, buradaki hiçbir Roma askeri birliğinden de söz etmiyor. Demek ki Athenai’de Arrianus’un denetleyeceği bir Roma Askeri Birliği yok…
Coğrafya kitabı yazarı Bodrum-Karyanda Adası yerlisi Tarihçi Skaylayks da MÖ 350 yıllarında Gürcistan üzerinden geldiği Athena’yı, bir Yunan kolonisi olarak belirtiyor. Buna karşın, MÖ 500 yıllarında yaşayan Hekateus, Trapesus’tan (Trabzon) başka daha doğuda bir Yunan Kolonisinin varlığından söz etmiyor. A. Bryer’e göre ise Atina, Lazcada, gölgelik yer anlamına gelmektedir. Ancak Prokopis ve Arrianus’un Batumdaki açıklamalarından anlaşıldığı gibi, Atina’nın etimolojisi ve tarihi, daha kolay anlaşılıyor. Prokopios’a göre; Athena bir Helen-Atina kolonisi değildir. Adını da burada gömülen ATHENAİ adında bir Kraliçe’den almıştır. Bu Kraliçe’nin de aynı zamanda bir Tanrıça olduğunu belirtiyor.
Arrianus, Pazar’da bir Helen Tapınağı olması nedeniyle Athena’nın bu adı aldığını tahmin ettiğini söylüyor. Yani bu konuda kesin bir düşüncesi yok… Yoluna devam edip Batum’un batısın daki Pihasis’e yani bugünkü POTİ ye vardığı zaman orada da bir Athena Tapınağı ve Athena Tanrıçası heykeliyle karşılaşıyor. Bu konuda şöyle diyor: “… Solda Phasis (Poti) Tanrıçasının bir heykeli bulunmaktadır… Eliyle büyük bir zil tutmaktadır ve tahtında aslanlar vardır. Ayrıca, aynı PHİDİAS’ın yapmış olduğu Athena Ana Tanrıçası’nda (Pazardaki) olduğu gibi oturmuştur.”
Arrianus burada, Pazar-Athena Tapınağını ve Phasis Tapınağının, PHİDİAS tarafından yapıldığını anlatmaya çalışıyor. Aynı zamanda Atina ve Poti Kraliçesi Tanrıçalarının, oturur şekilde bir tapınakları olduğunu anlatıyor. Böylece Pazar-Athena Tapınağının Helenlere ait olduğu düşüncesinin doğru olmadığı ağırlık kazanmış oluyor. Bu bilgiler, Pazar-Athena Tapınağı’nın ve heykelinin de Gürcü Tanrıça inancına göre Gürcüler tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır.

KARADERE ve SONRAKİ IRMAKLAR: Arrianus İkizdere Irmağından doğuya doğru Irmakları sıralarken; Kalos Irmağı (Kalapotomoz), Rhizios Irmağı, Adienos Irmağından (Çayeli) söz ediyor. “ Zagatis Irmağı ise (Zuğa Irmağı) Athenai’ya yaklaşık olarak 7 stadia uzaklıktadir. Biz o sabah Athenai’den demir alıp harekete geçtikten sonra, Athenai ile aralarında 40 stadia mesafe olan ve topraklarında Ankhilos’un sarayının bulunduğu PRYTANİS’in önünden geçtik” diyor.
Arrianus’un bahsettiği Pritannis Irmağı ise, “Fırtına Irmağı”dır. Arrianus bunlardan sonra da Pyksites (Arılı-Zuğu), Arkhabis (Arhavi Deresi) ve Apsaros’tan söz ediyor. Apsaros Irmağının, Gürcistan Tarafındaki coğrafyadan ve Posof Dağlarından gelip Çoruh’a karışan kol olduğu anlaşılıyor. Denize yakın yerde bir de APSAROS KALESİ bulunuyormuş. Öyle ise Arrianus’un teftiş ettiği Roma birliklerinin bu kalede olduğu gerçeklik kazanıyor.
Arrianus, eski adıyla Eski Trabzon denilen Hamidiye Platosunda Kral Ankhilaos’un Sarayının bulunduğunu söylüyor. Bu Krallık; Tsannilerin (Lazlar’ın) sınırı olan Of’tan sonra Gürcistan’a kadar olan alanda yaşayan Makhelones ve Heniokhoi kavimlerine ait Krallık olduğunu söylüyor. Latin şair Ovidüs’ün MS 14 yılında yazdığı mektuplarda, Heniokhia korsan gemilerinden söz ediyor: Heniokhia, Yunanca “arabacılar” anlamına geliyormuş. Bu Krallığa MS 20 tarihlerinde Romalılar son verdiğini yine Ovidüs belirtiyor. Makhelonesler’in Makronlar olduğu söylenebilir. Belki de bunlar yüksek kesimlerde yaşarlardı. Ama heniokhiler’in de Gürcü (Kolkhia) kökenli oldukları artık kabul edilmelidir. Strabon’un belirttiğine göre Heniokhiler’in, 30 kişi alabilecek “ KAMAREA” adında tekneleri varmış. Bu teknelerle birlikte Kırım sahillerine kadar Karadeniz’i yağmalarlarmış…
Burada bahse konu edilen bütün Tarihçi ve Coğrafyacılar, yaklaşık olarak birbirlerinin düşüncelerini ve bilgilerini doğrulamaktadırlar. Yalnız bazılarının hiç belirtmediği bölge halklarını, diğer Tarihçiler ele alarak anlatmışlar. Böylece bütün araştırmacıların verdikleri bilgiler, birbirlerini tamamlar niteliktedir. Bu bilgilerden anlaşılan bir konu var: Bütün bu seyyahların anlatımlarında Karadeniz Halklarının; antik Anadolu Halkları, İranlı’lar, Gürcüler ve Lazlar oluşturmaktadırlar. Ortaya atılan pek çok Halk adları, bizleri şaşırtmamalıdır. Çünkü Yunanlı seyyahlar; Karadeniz Halklarının, bazı özelliklerine dayanarak eski adlarını değiştirmişler ve hep kendi dillerine uygun eklemeler yapmışlardır.

VADİLERİMİZ VE GENİŞ ANLATIMLARI:
MAPAVRİ IRMAĞI VE VADİSİ;
Şimdi de, Çayeli’nin Kuspa’sından bir bakış açısıyla, Rize’den Fındıklı’ya kadar kıyı kesiminin antik Tarihi ve Coğrafyasına ve Vadilerine bir göz atalım. Askoroz ve diğer Rize Vadileriyle ilgili özel olarak geniş bir çalışma yapılamadığı için, önce Çayeli’den başlayarak Fındıklıya kadar olan büyük-küçük bütün Vadi ve Irmaklarımızı ele alarak kısacık Tarih ve Coğrafya bilgileri vermeye çalışacağız. Mapavri Vadisi, büyüklük itibarıyla Fırtına Vadisinden sonra gelen önemli ikinci Vadidir. Antik adı Mapabra, yeni adı ise Büyükdere’dir. Kaynakları, Cimil Dağlarına kadar ulaşmaktadır. Vadi ağzının doğu uzantısı dardır. Vadinin doğu tepeleri, denize yaklaşırken alçalır ve Çavuşoğlu Düzlüklerinde son bulur. Vadinin batı ağzı ise Yaka Mahallesini içine alacak biçimde batıya doğru Yaka İlköğretim okuluna kadar uzanır. Eksanoz Deresinin (Büyükdere) denize döküldüğü delta, coğrafi şekiller nedeniyle fazla geniş değildir. Eksanoz vadisi deresi; Hemşin ilçesi dağları, Cimil Dağları ve Çamlıhemşin Başyayla Köyü ile Baldaş Dağının bir bölüm sularını toplayarak Çayeli’nin Yaka Mahallesinde denize ulaştırır. Sabuncular mahallesinde Sanayi sitesinin hemen arkasında, Büyükköy istikametinden gelip ana Irmağa kavuşan ikinci bir büyük kolu daha vardır. Antik adıyla bilinen Mevrani… Tarih boyu Büyükderenin yatağı büyük değişikliklere uğramamıştır. Denize indiği noktada önceleri hep Çayeli istikametine yönelip çakıllar arasında denize ulaşırdı. Son sahil otobanı ve Yaka Köprüsü yapılınca Irmak doğu istikametine yönelmeden doğrudan denize akmaktadır. Zaman, zaman meydana gelen su taşkınları nedeniyle Irmağın kıyılarına dökülen taşlar kumlara gömülmüş ama bunlar sağlam bir koruma sağlayamıyor. Hiç olmazsa sanayi sitesine kadar Dere yatağı sağlam istinad duvarlarının içine alınması gerekiyor.
Senoz Vadisi içinden akan antik Mapabra Irmağı, çok geniş coğrafya alanlarını kapsamaktadır. Vadinin dorukları 3500 metreye kadar yükselir. Hemşin’in Rize’nin arka sularını toplayıp denize akıtan oldukça geniş bir ormanlık ve Yaylalık alandır. Şimdi antik Mapabra Irmağı üzerinde bazı HES projeleri uygulanmaya çalışıyorlar. Doğal dengenin bozulmaması adına Çevreciler bu inşaatlara haklı olarak karşı çıkıyorlar. Birkaç projenin arka arkaya sıralanması nedeniyle ağaç katliamı yapıldığı ve Irmak suyunun azaldığını söylüyorlar. Karadeniz’de ağaç katliamı olduğu iddisı doğru ve ciddi bir iddia değildir. Çünkü orada kestiğiniz ağaçların yerine kendiliğinden daha fazla ağaç bitip büyümektedir. Rize’de orman alanları sadece çay ziraati başladıktan sonra tahrib edilmeye başlanmıştı. Bu byük tahribatı bile doğa 1-15 yıl içinde onarmıştı. Ama HES Projeleriyle birlikte Irmak sularının azalacağı ciddi bir iddiadır. Çünkü alabalıkların çokça yaşadığı o soğuk sularda, su oranının yarıdan aşağı düştüğü görülmüştür. Böyle olunca da balıkların yaşama şansı azalmaktadır. Çünkü bu balıklar, küçük sularda halk tarafından kolayca yakalanacaklar ve nesilleri tükenecektir. Çevrecilerin söyledikleri güzel bir silogan var: BIRAKIN IRMAKLARIMIZ ÖZGÜR AKSIN… Gerçekten otları ve değişik Irmak boyu çiçekleriyle, Parlak yuvarlak Granit Taşlarıyla ve coşkulu Özgür akışlarıyla Irmaklarımız çevreye ve insanlara hayat vermektedir… Eninde sonunda bu zararlı faaliyetlere bir çare bulunacağını umarak güzel doğamızı anlatmaya devam edelim.
Şimdi vadilerine, akarsularına ve kısaca Topoğrafyasına kısaca bir göz atarak, yer adları üstünde durmakta yarar olacağı düşüncesindeyiz:

KUVAROZ: Antik Mapabra Deresinin Vadiden Denize döküldüğü yerde, Mapabra’ya en yakın mahalle, Kuvaroz mahallesidir. Burası Sabuncular Mahallesinin antik adıdır. B. Umar Kuvaroz’un, Khuvassanna’dan dönüştürüldüğünü ima ediyor. Kuwa, Luwi-Pelasgas dil gurubunda Güzel-kutlu- kutsal anlamına geliyor. Yani Khuvassanna, kısaca KUWA diye de söylenir. Her ikisi de ANA TANRIÇA anlamındadır. Yani Anadoluda kullanılan Khuvass-ana kelimesinin “ana” bölümü atılarak ve Kuwa’nın sonuna “ roz” eki eklenerek, ANA TANRIÇA’NIN YURDU anlamı verilmiştir: Kuva-roz… Mapabra Irmağı zaten anlam olarak, Ana Tanrıça Irmağı idi. Irmağın etrafındaki düzlüklerin de Ana Tanrıça Yurdu olması çok tabii karşılanmalıdır. Kuvaroz Mahallesi gerçekten düzlük ve yamaçlara yayılan en güzel Mahalelerden biridir. Bu mahalle, Çayeli’nin Âşıklar Deresi ağzında bulunan Kuvalyoz ile de köken olarak birbirlerine benzerlik gösteriyorlar. Yalnız oradaki anlamı, “Kutsal Ana Tanrıça Ay Işığı” olarak biliniyor.

LATOM: Kuvalyoz düzlüklerinin devamı latom’a çıkar. Latom bugünkü Madenli Bele diyeesinin antik adıdır. Ana Tanrıça Tapınağının bulunduğu yer anlamındadır. Esas köken LADUWA’dır. B.Umar’ın anlatımlarında Fethiye’nin doğusundaki EŞME Çayının denize aktığı sağ tarafta Leton antik kenti bulunuyor. Leton ve Latom, aynı antik kök kelimenin değişik söyleme biçimleridir. Leton da, Ana Tanrıça Tapınağının bulunduğu kenttir.
Çayeli Mapabra Vadi düzlüklerinin, Ana Tanrıça’nın Yurdu olduğunu biliyoruz. İşte bu geniş Yurttaki Ana Tanrıça Tapınağı da LATOM’da bulunmaktaydı. Anadoluda Bereket Tanrısı olarak bilinen Kibele, Karadenizde “MA” olarak isimlendiriliyor. Bu tarihi bilgilerden ötürü, Tarihin derinliklerini duymaya ve anlamaya çalışan insanlar hayrete kapılmasınlar. Çünkü 5000 yıldan beri Anadoluyu kadın Tanrıçalar yönetiyorlardı. Bugün hala o yılların izlerini Doğu Karadeniz’de bulabiliyorsak, eskinin izleri hiçbir zaman yok olmadığını anlıyoruz. Bu antik Tarihli bölgeyi bir de “Latom Taş Köprüsü” ile süslersek, eski ve yeniyi bir bütün içinde birleştırmiş oluruz. Köprülerimiz, antik çağları yakın -eskiye, yakın- eskiyi de bugüne bağlayan ve kaynaştıran önemli sanat eserlerimizdir.

ANDONLİ: Çayeli Madenköy ve Rize- Güneysu’da bulunan yer adlarıdır. Luwi dilinde bir anlam taşıyor. Esas kelime kökü “Ana-da-a”dır. MA Tanrıçası eski yıllarda bazen ANA olarak da söyleniyordu. Yine Luwice AND, Ana Tanrıça anlamına geliyor. Gerek Ana-da-a-lı gerekse And-on-li formları olsun, her ikisi de aynı anlama gelir. Bu kelime, Ana Tanrıçaya Tapan Halk anlamındadır. Bilindiği gibi yörede her şey ANA TANRIÇA ile adlandırılmış: Mapabra Irmağı’nda olduğu gibi…Buradaki bütün yöre adları, Kutsallığını MAPABRA IRMAĞI’nın Kutsallığından almıştır.

ÇİNİFOL: Madenli Belediyesinin Madenler mevkiinden sola doğru çıkan yol, Çinifol yöresine varır. Burası, bugünkü Kazancılar Mahallesidir. Kırgızca ÇEN, yer ve mahal demektir. FOL ise yatak ve yumurtalık anlamına geliyor. Çen-e-fol kelimesinden dönüşmüş ve çinifol olmuştur. YATAK YERİ anlamına geliyor. Büyük çapta hayvancılık yapıldığı için uzun bir süreçte böyle bir ad almış olmalı. Daha eski antik Tarihi konusunda, bilgi sahibi değiliz. Kelime terkibi, eski Türkçe ve Bizansça tamlamaya dayanıyor: Çen-e-fol.

AYTOROZ: Bugünkü İncesırt Köyünün antik adı AYTOROZ’DUR. Madenköy’den az yukarda bulunan büyük bir köy olarak karşımıza çıkıyor. B.Umar, TOUROS’un Hitit-Luwi dilinden heldiğini söylüyor. Anlamını ise, Yüce Ana Tanrıça demek olduğunu belirtiyor. Ünlü Tarihçi Heredot, Kırımda Tauros İskitleri adı altında yaşayan bir Halk olduğunu söylüyor. Aslına bakılırsa Akdeniz’deki Toroslar, Hemşin’deki Toros ailesi, Kırım’daki Tauroslar’ın, Aytoroz köyü ile bir bağlantısı olduğu açıkça görülüyor. Ancak Tarihten gelen bu bilgilerin dışına çıklarak başkaca kesin bir yargıya varılamaz. Sadece şu söylenebilir ki, Tarihçilerin söylediği gibi, İskitlerin çokça gelip Anadolu topraklarında yerleştikleri biliniyor. Hatta Rize Dağlarına “İskit Dasğları” adı bile, o çağlarda verilmişti. İskitler’in Hiristiyan oldukları da biliniyor. Hatta Anadoluya gelip yerleşen birçok Hiristiyan, Musevi ve Şamanist Türk’ün varlığı da bir gerçek. Bu Türkler, 764 ve 838 yıllarında Bizans İmparatoru Theophilos zamanında Doğu Karadenize getirilmişlerdi. Artık bu Türklerin ve Türk olmayan herkesin, 1461 tarihinde Osmanlı’nın Trabzon’u fethinden sonra müslümanlaştığı da bilinmektedir.
Burada Aytoroz’un antik tarihinin Anadolu Medeniyetleri kadar eski olduğunu bilmek, Mapabra Vadisinin nekadar önemli olduğunu bilmek demektir. Bu düzlüklerin yanından zaten Ana Tanrıça Irmağı Mapabra akmaktadır. Bu Kutsal Yörenin Cumhuriyet Döneminde bizlere bahşettiği Eğitmenlerimizden Mehmet Esmen’i de burada bir kez daha minnet ve şükranlarımızla anmak istiyoruz.

MELEKOM: Madenköy belediyesine bağlı bir Mahalle… Antik tarihi, Türklere dayanmaktadır. Divanda, Koyun-keçi sesi BELE ile ifade edilir. Azeriler de koyun-keçi evine BELEKOMA diyorlar. Çokça koyun keçi beslenen yer anlamında olduğunu düşünüyoruz. Genel anlamda; Keçi Yatağı ve keçinin bol olduğu yer demek… Değişik Türk Boyları bazı cins isimlere değişik adlar vermişler. Örneğin diğer bazı Türkler ise keçiye EÇKİ ve HOÇ diyorlar. Bu hayvan isimleri, eski yıllarda bazı yer adlarına da konu olabilmşlerdir. Örneğin Ğoço, Çoço ve Ğoçapat gibi… Yöremizdeki böyle kelimelere başka anlamlar yüklemek, konuya ciddi olarak eğilmemek ve önemsememektir. Bunun sebebi de, olaylara ya hep dini ya hep etnik, yada hep Din+Etnik yönden bakmaktır.

İSTAPONOZ: Bugünkü Çayeli-Buzlupınar Köyünün antik adıdır. Şimdi ise Buzlupınarın biraz uzağında ve Seslidere Köyünün tam karşısında kalan bir Mahalle durumundadır. Hitit-Luwi dilinden kaynaklanıyor. Luwi dilindeki İstra-apa-wana, ya da daha başka söyleniş biçimiyle İsta-pa-wana formu ile görünüyor. B.Umar tarihi adlar kitabında böyle anlatıyor. Bu araştırmacı, Doğu Karadeniz’deki birçok yer adlarına ulaşamamış ve bu maddeyi açıklamamış olsa bile, bu kelime, Anadolunun diğer yörelerindeki yöre adlarıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.
Burası Ana Tanrıça Mapabra Irmağının orta bölümüdür. Bu bölümde Mapabra Irmağı vahşileşir ve sarp kayalıklardan akar. Zaten Luwi dilindeki anlamı da AKINTILI SU ÜLKESİ’ dir. Bazen İsaponoz da diyorlar. Kelimenin sonondaki “vana” eki, antik Çayeli Miletlileri tarafından kaldırılarak “noz” eki bağlanmıştır. Kelimenin orijinalı, İstapovana’ dır. 2000 yıl kadar önceki yıllarda böyle yüksek kesimlerde nüfus yoğun olmadığı için orijin adlar bozularak sahillerde oturanlar tarafından kelimelerin sonuna kendi dilleriyle ilgili “ek” ler getiriliyordu.
Buzlupınarın daha geç yeni bir adı da KOMİNOZ dur. Böyle Türkçe adlar, Türklerin Anadoluya göç etmeye başladıkları tarihlerde konulmaya başlandı. Öyle ise Kominoz’un anlamı ne demektir? Kominoz adı, buraya Bizans İmparatorluğu döneminde verildi. Bizns’ın Kuman Türklerine verdiği ad, KUMANOİ dir. Kuman’ın gerçek anlamı, “Coşkun İnsan”demek. Öyle anlaşılıyor ki Bizans Döneminde buralara getirilen insanların yaşadıkları yerler anlamında Kuman-is denmiş. Kumanlar, Kıpçak Türklerinin torunlarıdır. Anadoluya MS 400 yıllarından sonra getirilmeye başlandı. Büyük ölçüde gelişleri ise 627 yılında oldu. Hazar Türk Devletinin Hakanı ile Bizans İmparatorü Sürmene’de buluşarak bir anlaşma imzaladılar ve sahillere çok sayıda Hazar Türkü yerleştirdiler. Bu Türkler Anadoluya geldikten sonra Müslüman oldular. Bazı araştırmacılarının anlattıkları gibi eski Rumca, Yunanca, ya da Trabzon Rum Pontus Devleti Halkıyla Kominozluların hiçbir ilgileri bulunmuyor.
Kominoz’un Osmanlı Dönemindeki adının SELMAN KOMONOS olduğu da bilinmelidir. Bütün bu sonuçlar, Tarihin açık belgelerine dayandırılamasa bile, genel Tarih bilgilerine dayanılarak izah edilebilir durumdadır.
BİBEROZ ise Kominoz’un bir mahallesidir. Biber yetiştiren Köy olduğu ve sonundaki ek itibariyle kelime formu değiştirildiği anlaşılıyor.
Yine Kominoz’un uzakta açılmış bir Tarlalar Bölgesi var: Kuramoz… Divanü Lügatit Türk’teki “KURAM” sözcüğü olmalı… Mertebeli, aşamalı, uzaktaki yer anlamındadır. Eski Türkçede olduğu gibi, “Kuru-fakir- satın alınmış yer” anlamları çıksa bile Yüksek ve Uzaktaki Yerler anlamında olduğunu söylemek daha uygun düşmektedir. Kelimenin sonondaki ek, ötekiler gibi Çayeli Miletlileri tarafından takılan “ek” lerdendir.

SASTEN: Çayeli Seslidere köyünün Irmak bölgesi. Kelime Farsça olup eski Türklerin diline de girmiştir. Karaçay Türkçesinde SASIT seslenmek, yankılanmak anlamında kullanılıyor. Orijinalı Sas-et’ dir. Bölgenin hemen üstünde bulunan Seslidere Köyü adını SASTEN den almıştır. Sasten mevkiinin eski yol güzergâhı üzerinde Tarihi Sasten Köprüsü bulunmaktadır. 60 yıl önce Kireçli Hasan Dayı tarafından yapıldığı söyleniyor. Sasten dere artık; Mapabra Irmağının sesiyle, görüntüsüyle, hırçınlaştığı ve doğallığıyla, daralan antik Vadinin başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Aynı isimde bir yer de, Seslidereden Hemşin’e bağlanan antik yol üstünde bulunan Levent Köyününde bulunan bir mahalledir.

KARDOMUZ: Sasten Derenin yükseğinde bulunan Seslidere Köyünün eski adıdır. Bu Köy konusunda çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Yörede buranın ev çatı kaplaması olan HARTOMALIK YER olduğunu söyleyenler var. Ancak bu görüş, bazı araştırmacıların ortaya attıkları hatalı görüşlere dayanan eksik ve yanlış bir ifasedir. Trabzon-maçka etimolojik sözlüğünde, 40-50 cm lik küçük ağaç kütüklerine GORTZ denildiğini, DOMİ’nin de Yunanca oturak anlamına geldiği ve Grtzdomi’nin ise, AĞAÇ KÜTÜĞÜ OTURAĞI anlamında olduğu anlatmaya çalışılıyor. Kardomuz=Gortzdomi denmek isteniyor. Hemşinliler bu kütük oturaklarına GOC, Maçkalılar ise GORTİZ diyorlar. Yani bu kelimenin eski Rumca olduğunu belirtiyorlar. Ancak bu görüşün ne ölçüde isabetli olduğu şüphelidir. Kardomuz adından, öyle bir yorum çıkarılacağı düşüncesinde değiliz. Çünkü bitişik iki kelimenin anlamları ve formu çok açık kendini gösteriyor.
Kışın kar yağdığı zaman açlıktan domuzlar köye saldırdıkları biliniyor. Köye çok uğrayan bu domuz benzetmesiyle ve Bu gibi gerekçelerle “KARDOMUZ” adını, aslında “Kar Domuzu”ndan dönüştüğünü düşünüyoruz.
Bu Köyün arkasındaki ulu ormanlar içinden genişçe bir patika yol yukarı doğru tırmanarak SASTEN SUYU nu geçer ve ISIRLIK SIRT’tan Hemşin’e aşar. Bu yol, Hemşin’e giden antik yollardan biri olduğu tahmin ediliyor. Çünkü her köyün kendine ait aşılması kolay özel yolları bulunur. Bu yollar, Osmanlı Dönemindeki EKSANOZ nahiyesini Hemşin İlçesine bağlayan antik yollardan biridir.
Bu yolun Tepesinde ‘ISIRLIK SIRT’ denen yerde bir Tapınağın olduğu söylenmektedir. Ancak burada arkeolojik bir çalışma yapılmadığı için, bu tapınağın hangi DİN e ait olduğu bilinmiyor. Bu Tapınak kalıntıları, eski Türkler ait Şaman, ya da Müsevi ve Gürcü tapınağı olabileceği tahmin edilmektedir. Çünkü eskiden Türkler arasında, bu üç inanca da inananlar bulunuyordu. Çünkü bu yörede, bu insanların yoğun olarak yaşadıkları bilinmektedir. Bu Tepenin arkasında Senoz Vadisinde yaşayan ins anların Hiristiyan Kuman Türkleri olduğu, “Komanoz” bendinde anlatılmıştı.
Seslidere Köyü daha eskiden Osmanlı dönemindeki SELMAN KOMONOS köyüne yani bgünkü Buzlupınar’a bağlıydı. Köy Enstitüleri mezunu Öğretmen Fahri Boncukçu, “Seslidere’nin sesini, Köyün içinden dinlemeniz gerekir” diyor. Greçekten de Farsça ve Türkçe olan SASET kelimesinden “Sasten” adını alan Seslidere, bu adı almaya fazlasıyla hak kazanmıştır. Çünkü bu ses, antik yılları da aşan yüzlerce yıllar ötesinin gurur verici ama bir o kadar da hüzünlü sesini bugün hala kulaklarımızda yansıtmaktadır. Yöredeki diğer öz Türkçe yer adları da dikkat çekicidir. Bunlar, Koçimos-merempos-verud-mağlipos-editoğ-veracuk-cemagkeloğ-veri çerkeloğ olup tamamen Türkçe kelimelerdir.
Bu arada 1939-1940 yıllarını yetiştirdiği Seslidere’li Eğitmen İsmail Boncukçu Hocamızı bir kez daha minnet ve şükranla anıyoruz.

TOLENİÇ: Irmak boyu yukarıya doğru çıkarken Kaptanpaşa’ya varmadan Tarihi Taşköprünün hemen gerisinde, sol taraftan Toleniç Köyüne çıkılır. Bugünkü adı Yeşiltepe’dir. Karaçay/malkar sözlüğünde TOLAN ın ilk anlamı, “Sık Orman”dır. İkinci anlamı ise çimen yığınıdir. Sonundaki “iç” ekiyle birlikte isimden sıfat yapılmıştır. İç, gıç, giç, guç, hiç ve güç ekleri eski türkçe eklerdir. Böylece Toleniç Köyü’nün anlamı, iki olasılıktan biri olduğu anlaşılıyor: Ya Ormanlık Köyü ya da Çimenlik Köyü…
Yeşiltepe köprüsünün; Uzundereli Kalyoncu Hacı Sabit ve Ahmet Efendi tarafından hayır duaları almak için Apso’lu bir ustaya yaptırıldığı biliniyor.

MİSİĞOR: Şimdi de yeni adı Kaptanpaşa olan Misiğor’a çıkalım. Karaçay Türkçesine göre MİSİR, kutsal anlamında kullanılıyor. Yine Karaçay dilinde insana, KOR ya da HOR derler. Böylece MİSİĞOR’un, Kutsal İnsan anlamına geldiği anlaşılıyor.
MİSİR-KOR adı zamanla Misiğor’a dönüşüyor. Eski Türklerde kutsal isanların varlığı, Şamanizm inancına dayanıyor ve öyle olduğu kabul ediliyor. Müslümanlıkta, Hz. Peygamber’in dışındaki isanlara “kutsallık” anlayışı ile bakılmaz. Bugün bile “Mübarek İnsan”, “Evliya İnsan” ifadeleri, eski Türklerden kalan Şaman inancından kaynaklanıyor.
Aynı anlama gelen KIRIM’daki ALUPKA Kasabasının Deniz sahilinde bir MİSĞOR KÖYÜ bulunuyor. Bu Köy, bir Tatar Köyü’dür. Misğor Köyün, MİSĞOR adında efsanevi bir kızı vardır. Misğor ya da Arzı Kız diye adlandırılan bu efsane kız, aşklarıyla da ün yaptıktan sonra, 1600 yııllarında bir kadın taciri tarafından kaçırılarak Osmanlı Sarayı’na satıldığı belirtiliyor. Bundan anlaşılıyor ki Alupka’nın Misğor Köyü insanları da Şaman inancına göre kutsal insanlardı. Bu Kutsal Şamanlar, bugünkü din hocaları gibi büyücü, üfürükçü ve hastslıklardan iyileştirici insanlardı…
Kırım’daki bu MİSĞOR kızın diğer adı da ARZI’dır. Bu efsane kızın, deniz sahilinden 30 m uzakta denizde bulunan bir kaya üzerinde yapılmış, ayakları suda olan ve kucağında bir çocuk bulunan bronz heykeli bulunuyor. Misğor Kız, dürüstlüğü ve olağanüstü efsanevi kutsal bir yönünün bulunması nedeniyle bir heykelle taçlandırılmış.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Rize ilçesine bağlı 3 Nahiyeden biri EKSANOZ idi. Diğer Nahiyelerden biri Karahemşin (Çamlıhemşin), diğeri ise Hemşin (Salvezan) Nahiyesi idi. Daha sonra; Rize, Pazar, Hemşin ve Arhavi İlçe yapılınca, Eksanoz Nahiyesi Hemşin ilçesine bağlandı. Eksanoz Nahiye Merkezi, eski adıyla MİSİĞOR olan bugünkü Kaptanpaşa idi. Nahiye Müdürü orada görev yapardı. Nahiye Müdürü’nün emrinde Jandarma gücü bulunurdu. Bu merkezlerde Nüfus Müdürlükleri, zıraat üniteleri, belediyeler, Doktor yda Sağlık Memuru ve PTT merkezleri Halka hizmet verirlerdi. Denilebilirki, Ülkenin böyle köhnede kalmış yerlerinde Bucak Müdürlüklerinin açılması, o yerlere hem hizmet götürülmesi ve hem de Devlet saygınlığının korunabilmesi bakımından büyük önem taşıyordu.

SENOZ: Antik Mapabra Irmağının Hemşin bölümü Vadisinin adıdır. Kânuni Sultan Süleyman döneminde buranın adı EKSANOZ idi. Türk Kültür Dünyası yayılarında çıkan Hitit sözlüğünün 23. Sayfasında, Ekünas ya da Ekünimas kelimesi, serin ve soğuk anlamına gelse de acaba bu kelimelerle bir irtibat Kurulabilir mi? Yani “Soğuk Yer” anlamına gelebilir mi? Çünkü Karadenizin en eski adları olan Ekine-Ekünas-Ekünimas kök kelimelere benziyor. Öte yandan Hitit-Luwi dilindeki ANAVA nın anlamı ise YAMAÇ YERLEŞİMİ demek… Bu kelimenin, “Senoz” maddesine daha uygun düştüğü görülüyor. Miletliler tarafından kelimenin başına ve sonuna ekler getirilerek “Eksa-ana-oz” yapılmış olduğu fikri daha mantıklıdır. Yani Luwi dilindeki ANAWA bu şekle dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Kelimenin başındaki eksa, Bizans diline göre 6 (altı) demek. Sonundaki “oz” ise, “ …Yeri, Yurdu” anlamı veriyor. Böylece en eski manaya yeni manalar katılaarak, ALTI YAMAÇ YERLEŞİMİ ya da Altı Köyler anlamında bir anlam ortaya çıkmış gibi görünüyor. B. Umar özetle böyle anlatıyor. Böylece en eski adın ANAVA olduğu, ikinci adın Eksanoz, 3. Adın Misiğor ve 4. Adın da Kaptanpaşa olduğu artık kanıtlanmış bir gerçek… Senoz konusunda Bilge Umar’ın anlattıklarına itibar etmek gerekiyor. Bazı gerçekler, anlaşılması zor olsa bile kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü bilimsel olarakantik Tarih ve Coğrafyayayı anlamak ve anlatmakta hepimiz oldukça zorluk çekmekteyiz…

Kanuni Sultan Süleyman döneminde Pazar, Arhavi ve Hemşin ilçe yapılarak, Eksanoz Nahiyesi Hemşine bağlanmıştı. Karahemşin Nahiyesi (Çamlıhemşin) de, Hemşin’e bağlıdır. Eksanoz Nahiyesinin bulunduğu yer ise bugünkü Kaptanpaşa merkezi idi. M.Ali Paşa da Hemşin ilçesinin Eksanoz Nahiyesindendir. Bu zat 3 Ekim 1852 ile 14 Mayıs 1853 yılları arasında, 7 ay Sadrazamlık (Başbakan) yapmıştır. Kendisine Kaptan Paşa dendiği için, Senoz merkezine O’nun adı verilmiştir. 1970 yılından sonra Nahiyelere Müdür atanmayarak ve mevcutlar da emekli edilerek Nahiye Örgütleri yürülükten kaldırılmıştır.
Bucaklar,(Nahiyeler) Kaymakamlığa benzer küçük idari örgütler idi. Bu Bucak Merkezi de Kaptanpaşa’da kurularak Eksanoz denmiş ve tüm Yöreyi kucaklayacak biçimde anlamlandırılarak, yönetiminde kolaylık sağlanmıştır. Osmanlı Dönemindeki BUCAK adı daha sonra değiştirilerek “NAHİYE” biçiminde söylenmeye başlandı. Nahiye Müdürünü İçişleri bakanlığı atar ve Valilik de görev yerlerini belirlerdi. Nahiyenin tüm memurları Müdüre karşı sorumludur. Müdür işlenen suçları Kaymakamlığa bildirmek zrundadır. İdari örgüt, Bucak Meclisi ve Bucak Komisyonundan oluşur. Bucak Meclisi en az 12 kişiden oluşur. Bunlar, Belediye meclisince ve Köy ihtiyar Meclisi üyeleri tarafından 4 yıllığına seçilirdi. Ayrıca Bucak meclisinin bir de doğal üyeleri vardı: 1-Dktor, ya da doktor yoksa Sağlık Memuru. 2-Veteriner. 3-Tarım öğretmeni. 4-Başöğretmenler… Müdürün Başkanlığında bir de 4 kişilik Bucak Komisyonu bulunurdu. Bunları da 1 yıllığına Bucak Meclisi seçerdi. Bunlar da en az ayda bir kez toplanmaları gerekiyordu. Nahiyelerde Nüfus teşkilatı da mevcut idi. Köylerdeki asayışı, Nahiye Müdürünün emrinde kolluk kuveti olarak bulunan Jandarma sağlardı. Yani eski Bucak merkezleri, bulunduklarde Demokrası alışkanlığı, Devlet Otoritesi ve şahsiyet kazandırmıştır.

BABİK: Farsçada 3 anlama gelmektedir. Kapı-uygun-ata… Burada KAPI ve ATA anlamları üzerinde durulması gerekiyor. Kelimenin sonudaki ek, Türkçe ektir. “İk”, bazen “lik” olarak da bulunabilir. Evlik, kapılık, Ocaklık, düzlük, Atalık Yer anlamlarından birini içermektedir. Kapılık Yer dendiği zaman zaten diğer anlamlarını da kapsar. Yani yerleşmeye, ocak kurmaya uygun Yer olduğu ortaya çıkıyor. Kelime “Ata” yönünden ele alınırsa, ortaya çıkacak “Atalık Yer” anlamını da bir kenara atılamaz. Babik’in bugünkü adı Gürpınar’dır.
Cumhuriyet yıllarının dar koşullarında karanlığa bir ışık yakan Babik’li Eğitmen İhsan Tolon’u rahmet ve şükranla anarız.
Arakner, Babik’in bir mahallesidir. Kesin olmamakla birlikte Kırgız ve Karaçay dilinde Otçular ya da Irmaklılar anlamında olabileceği tahmin ediliyor. Babik ve Arakner’in çok eskilere dayanan bir antik adı bilinmiyor.
Senoz Bölgesi ve bu Yörelerde; sonunda NOZ ya da OZ ekleri bulunan kelimelerden endişe etmemek gerekir. Çünkü Anadolu topraklarında 1200 yıl yaşamış Bizans İmparatorluğu Döneminde Türkçeye uymayan böyle eklerin bulunmsını doğal karşılamak lazımdır.

ÇUKURLUHOCA ve ADOMİÇ: Bugünkü Çukurluhoca’nın adı ya da bir Mahallesinin adıdır. Arapça bir anlamı var. Türkçe eki ile birlikte Küçük adam demek… Burada Çukurluhoca’nın kökeninin de anlatılması gerekiyor: Bir zamanlar adomiç’te korkusuz mu korkusuz, yürekli ve Babayiğit biri yaşarmış. Hatta dolaşırken bile kolunda daima bir TAHRA bulunurmuş. Adomiç’te bu adama CİGURLİHOCA derlermiş. Cigurli, Farsça ve Türkçe olarak CİĞERLİ anlamına geliyor. Yalnız Yörenin adı, resmi kayıtlara geçerken, hatırı sayılı bir hataya da düşülmüş. Cigurli kelimesinin anlamı, çukur yere benzetilerek Çukurluhoca diye aslıyla hiç bağdaşmayan bir ad verilmiş. Böylece Cumhuriyet döneminde Adomiç’in adını hatalı olarak ÇUKURLUHOCA diye değiştirmişler. Eskiyi yansıtabilmesi için bu yerin adının aslında CİĞERLİ HOCA olması gerekiyordu…

TATONÇ: Kıgızca TAT, tat veren lezzet anlamına geliyor. Sondaki “inç” eki ise meslek ekidir. Böylece TATLICI formunda bir kelime ile karşılaşıyoruz. Ancak bu anlamın, yöre ile ne ölçüde uyuştuğu konusunda başka bir araştırma yapılamadı. Bu kelimenin. Türkçe-Ermernice bir tamlamda olduğu da düşünülebilir. Ermenicede TONC, armut demektir. Böylece TAT-TONC “Tatlı armut” anlamına da gelmiş olabilir. “Tonc” kelimesini Hemşinliler Ermenilerden aldığı kanaatı yaygın… Böylece TAT-TONC formunda çok uluslu bir tamlama yapıldığı da söylenebilir. Böyle düşünülse bile bu yerin adını, Dillerinde yaklaşık 95 Ermenice kelime bulunan Hemşin Türkleri’nin verdikleri aşikâr… Çünkü asıl Türkçe kelimenin sonuna, Ermenice bir kelime takılarak Tat-onc kelimesi ortaya çıkmış… Bu iki olasılık üzerinde fikir yürütmek ve akla yakın gelen anlam a itibar edilmelidir.
CUTİNÇ: Çukurluhoca’nın az yukarısından soldan Cutinç yolu ayrılıyor. Bugünkü adı Ormancık’tır. Hemşinlikte CUT ve CUTUL, üzüm salkımına derler. Karaçay Türkçesinden kaynaklanıyor olduğu kesin… Karaçay dilindeki asılları, CUP ve CUPPU dur. Cup küme demek… Cuppu ise ÜZÜM SALKIMI… Anadolunun eski Türkçe ağızlarında buna Cıngıl da denilmektedir. Kelimenin sonundaki İnç (iç) Eski Türkçedeki GIÇ-GUÇ-HİÇ eklerinden dönüşmüştür ve salkım adından yine SALKIMLI (Ya da Üzümlü) adına çevrilmiştir. Böylece Cutinç’in, hiç tereddütsüz “Üzümlü Köyü” olduğu söylenebilir. Ormancık Köyünün de tarihi bir Camisi bulunuyor. Camilerimizde cemaat kalmamış olsa bile, onların insana huzur veren havaları ve sanat eseri veren görüntüleri, uzaktan olaya bakan insanları da mutlu edecek güçtedir.

ÇONİTUR: Cutinç yolu ileri doğru Başköy Köyüne ulaşır. Bu köyün eski adı Çonitur’dur. Karaçay ve Kırgız Türkçesine göre Çan-çen-çon-con-can kelimeleri, “Yan taraf” anlamına gelir. Yine aynı dilde “TUR”, dur ve duran anlamındadır. Köyün biraz sarpta olması nedeniyle bu ad verilmişolduğu kuvvetle olasıdır. YANDAKİ KÖY ya da Kenarda Kalmış Köy anlamları. Çonitur’a yakışan en güzel anlamlardır.

ÇOĞÇUR VADİSİ: Cutinç yolunun biraz daha yukarısından sola doğru Çoğçur Vadisi ve Deresi ayrılır. Aynı isimde bir yer de Çat’tan Sıraköy’e çıkarken önünüze çıkar. Buranın adı da Coğçu’dur. Aralarında ufak farklılıklar olsa bile aynı anlama geldikleri aşikâr… Değişik Hemşin köylüleri, suya “Çu” ya da “Çur” derler. Senoz ağzıyla Çoğçur Vadisi ve Deresi, ufaklı kollarıyla birlikte ÇOĞÇUR ve LAZLAKAR YAYLASINA kadar uzanmaktadır. Orijin söyleniş biçimi ÇOĞ-ÇU’ dur. Bol Su anlamındadır. Bu yer adını, “Bol Sulu Dere”den aldığı rahatlıkla anlaşılıyor.

PARAĞOL: Senoz Vadisinin yan kolu olan Çoğçur’un aşağı bölümlerinde Parağol köyü var. Bugünkü adı Yenice’dir. Farsça kökenden geliyor: PARAV-OL… Yaşlı kadınlar Yurdu anlamına geldiği söylenebilir. Parağol’un biraz yukarısında ŞARİNÇOR adında Köye ait bir mezra bulunuyor. Kırgızca Türkçesinde ŞAR, su sesi ve çağlayan anlamındadır. Diğer Hemşinlilerin söyleyiş biçimiyle, buranın adı ŞARİNÇU’ dur. Çağlayan su, ya da SU ÇAĞLAYANI anlamına gelmektedir.

CAĞAK-GOBOCİT: Parağol’un biraz daha yukarısında Uzundere Köyü bulunuyor. Cağak kelimesi, formu itibariyle Türkçe olduğunu haykırmaktadır. Çamlıhemşin’in Kale Köyündeki Cagat ile de benzerlik gösteriyor ama anlamları farklı olabilir. Karaçay-malkar Türkçesine göre “ak” hem beyaz hemde sütten yapılan bütün ürünlerin adıdır. Ancak Divanü lügatit Türk’te ise belirtilen COĞ kelimesi ile bir ilgisi yok. Böylece, Beyaz Yağ ya da, Yağ ve Süt Ürünleri anlamına geldiği söylenebilir. “Cağat” maddesinde anlatıldığı gibi, AT YAKASI ve AT OTLAĞI YAKASI anlamlarını da gözden uzak tutmamak gerekiyor… Değişik yerlerde yaşayan Hemşinlilerin ağız farklılıkları nedeniyle bazen böyle anlam kargaşası ortaya çıkabilmektedir. Gobocit ise Cağak’ın bir mahallesi olmalı… Çamlıhemşin Meydan Köyünün bir mahallesi olan GOBOCA ile de uyuştuğu görülmektedir. Karaçay Türkçesine göre KOBU, çukur-mağara-oyuk-dere anlamlarına geliyor. Kırgız Türkleri de buna KOBUL diyorlar. Böylece Gobocit’in ÇUKURDAKİ YER anlamına geldiği söylenebilir.
Uzundere’yi anlatırken, önünde saygı ile eğildiğimiz Eğitmen İsmail Kalyoncu Hoca’mızın da buralı olduğunu belirtelim ve rahmetle analım… Uzundereliler’nin, Apsolu Usta Purputoğlu Ali’ya yaptırdıkları Tarihi bir Taş Köprüleri bulunuyor. Uzunderenin ayrıca ahşap işlemeli güzel bir Camisi de hayranlık uyandırıyor. Tekrarlayalım ki, bir eserin tarihi eser olabilmesi için uzun süre yaşaması gerekiyor. Güzel olacak, sağlam olacak ve uzun yaşayacak…

ZARGİSTAL: Lazlakar Yaylasına çıkmadan önce orman içinde açık alanda bir Yayla göze çarpar. Pek faydalı bir yayla değil… Hayvanlar bu Yaylada yeteri kadar beslenemezler. Hayvanlar için zararlı bir yer de denilebilir. Kırgız Türkleri Yüksek Yaylalara Zanğkastal diyorlar. Ancak orman içindeki bir yaylanın yüksek olup olmadığı tartışılabilir. Eski Türkler orman içindeki açık alanlara TALA diyorlar. Böylece faydasız orman içi YÜKSEK YAYLA anlamına daha yakın düşmektedir. Eski Türklerde buna benzer yer ve yayla adları bulunuyor. Örneğin Çamlıhemşindeki Samistal Yaylası gibi…

LAZLAKAR: Çoğçur Vadisinin en sonundaki Yayla Lazlakar’dır. Karın yazladığı yerdir. Hemşin dilinde YAZLAMAK, Yaza kadar kalmak demek… Ya da “Kışlamak” derken, kışı orada geçirmek anlamında söyleniyor. Lazlakar’ın kökeni, Yazlakar’a dayanır. Yani yazlamış, yazı orada geçirmiş “Kar” anlamı vermektedir. Çünkü burada kar yaz aylarında bile erimez ve karın üzerine yeni yılın karı yağar. Kelime formuna bakarak Lazlar’la ilgili bir yer olduğu yanlışına düşmemek lazım. Yeri gelmişken bir konuyu daha açıklayalım: Karın kurtlandığını bilirmisiniz? Evet, kar kurtlanıyor… Hiç erimeyen eski karların içinde parmak kalınlığımda kısa kurtlar bulunur. Bu kurtu bir bardak suya atarsanız, bardakta çözülerek, suya karışacaktır. “Hayat sularda başladı” savının gerçek bir kanıtı değilmidir bu olay?

BALDAŞ: Şimdi konuyu Lazlakar’a kadar getirmişken Baldaş’a çıkalım. Baldaş, Lazlakar-Mağrebodam- hemşin kıstağının adıdır. Yani üç Vadinin de geçit yeridir. Buradan her tarafın manzarasını seyredebilisiniz. Burası, Hemşin Dağlarının zirvesine çok yakındır. Sağ karşısında Çermeşk Yaylasını çevreleyen Demirkapı ve Cimil Dağları bulunuyor. Daha uzağında ise Ortayayla Vadisinin sonlarına doğru Verçenik Dağı uzaktan görünmektedir.
Baldaş, Farsça bir kelime olup BAL KAZANI anlamındadır. Burada üretilen bal, Rize Dağlarını en değerli balıdır. Baldaş Beli, eski yıllarda ve halen çokça bal üretilen binbir çiçekli antik yol aşıtıdır. Bu antik yol, Rize ve Çayeli’ne inmektedir.

TAĞPUR: Şimdi de Baldaş’tan tepe üstüne doğru paralel olarak uzanan araba yolu ile Senozlular’ın Yaylası olan Tağpur yaylasına geçelim. Karşıdaki Çermeşk Yaylacıları Tağpur’a SUSUZ YAYLA da derler. Ancak Yaylanın alt kısmında küçük de olsa bir Pınarı bulunuyor. Tağpur araba yolu, tepeleri aşarak Ambarlı Yaylasına da ulaşmaktadır.
Tağpur adı altında bir Yayla da, Cimil Ortaköy Köyünün sol yükseğinde tepe üstü düzlüğünde bulunuyor. “Tağpur”, Dağ Ayısı anlamına geliyor. Eski Türkler arasında çok yaygın iki öğeden oluşuyor. TAĞ (dağ) ve PUR (ayı)… Ayıların çok geldiği ve hayvanlara zarar verdiği Yayla olarak tasavvur edilebilir.

PELAD: Şimdi Baldaş’a geri dönelim ve Mağrebodam Köyüne doğru inelim Tepeye yakın yerden sağa doğru Pelad Yaylası yolu ayrılır. Bu yere Pelac da derler. Toprağı kaymış dik ve uçurum yer anlamındadır. Mağrebodam Köyü ile Lazlakar Yaylası arasındaki uçurumlu bir yayladır. Arapça’dan Türk diline geçmiş PALAH kökenli olma olasılığı da var? Yani Belalı Yayla… Bu yaylaya, belalı UÇURUMLU YAYLA adının daha çok yakıştığı söylenebilir…

ŞEMKEĞUD: Pelad yol ayrımından Mağrebodama inerken sol dağ altı düzlüğünde Şemkeğud Yaylası bulunuyor. Buraya Şomkeğud diyenler de var. Bu Yayla da Senozlular’ın Yaylasıdır. Kelimenin sonundaki “kiğ” ya da “keğ” Eski Türklerde gübre-dışkı-pis anlamındadır. “Ud” ise yine Eski Türklerin, kelimenin sonuna getirdikleri lik-luk ekidir. Yalnız kelimenin başındaki “şem” bölümü hakkında bir kanaate varılamadı. Farsça-Türkçe bir terkib de olabilir. KAPI GÜBRELİĞİ anlamına geldiği söylenebilir: Şem-kığ-ud…Kelime böylece kök ve eklerle birlikte, çok uluslu bir hüviyete bürünmüş…

MAĞREBODAM: Arapça, uzaktaki ahır DEMEKTİR. Hemşinliler Mağrib ve Maşriki ÇOK UZAK anlamında kullanır. Bu kelimenin Çamlıhemşin’deki Makreviç ile de bir benzerliği bulunuyor. Eğer öyle ise KEÇİ AHIRI anlamına da gelebilir. 3. Bir olasılık daha var: Uygur Türkleri Cehennem’e MAHARRAURAB derler. Her üç durumda da Arapça-Türkçe tamlama ya da tamamen Türkçe görüntüsündedir. Ama daha çok UZAKTAKİ AHIR anlamına yakın görünüyor. Tapu Kadastro genel Müdürlüğü kayıtlarında “Makribatum” olarak geçmektedir. En doğru söyleniş biçimi, yöre insanlarının verdikleri addır. Osmanlı Döneminde söylenilen Makribatum kelimelerine bir anlam verilemiyor.

ĞAĞUNC: Şimdi Mağrebodam Vadisinden Senoz Deresine inelim ve Dere boyu yukarı doğru çıkalım. Bu yolculukta önünüze ĞAĞUNC ve onun bir mahallesi ÇERENÇON (cerençon) çıkacaktır. Çerençon’un bugünkü adı Kaymaklı’dır. Bugünkü adı Çataldere olan (Ğ) eğunc ya da (Ğ) ağunc’un morfolojisi, Hemşinliler’in Isırgan Otuna verdikleri EĞİNC formuna benziyor. Kelimenin kaynağı Fevzi Kantar, bu sözcüğün anlamını yöresel olarak VERİMSİZ YER olarak tanımlıyor. Bu tanımlamanın doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Yalnız Eski Türkçede Verimsiz Yer anlamına gelen böyle bir kelime yok. Yalnızca Karaçay Türkçesine göre Ham ve işlenmemiş toprağa MADUL diyorlar. Ermenice Sözlükte “Eğinc”, son sıralardaki anlamlarda yer alıyor. İlk sıradaki Ermenice Isırgan Otunun adı KHADZENOG dur. Böylece eğin ya da eğinc, yabancı dillerden Ermeniceye geçtiği anlaşılıyor. Bu kelime Fevzi Kantar’ın dediği gibi Verimsiz yer anlamına gelse de, Ermenice olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Ermeniler verimsiz Toprağa KHAG diyorlar. Eski Türkçe dilinde EĞİNC diye bir kelimeye rastlanmıyor. Yalnız Kırgız Türkçesinde Isırgan Otuna TİŞTEK diyorlar. “Eğinc” kelimesi Türkçeye de yabancı dillerden girdiği anlaşılıyor. Yine de köken konusunda kesin bir karar vermek zor. Çok zayıf bir olasılık olarak bu yerin, Isırgan Otlu Yer olabileceği düşüncesidir. Ancak Farsçada da KOKENÇ diye bir kelime var. Kokenç, KANBEL OTU anlamında kullanılmış. Kanbel Otu ise, bir iki yıllık 40-50 Cm boyunda çiçekli ve kokusuz bir bitkidir. Meyvesi, yaprakları ve kökü, Kalp kuvvetlendiricisidir. Böylece daha inandırıcı bir anlatım şekli bu olmalıdır. Yani Ğağunc, Farsça kaynaklı olduğu iddiası, daha doğru gibi görünüyor. Kokenc= Ğağunc olmalıdır… Ğağunc adının Farsça bu Kokenç Otundan kaynaklanmış olabileceği kuvvetli olarak olasıdır.

CERENÇON: Cerençon Karaçay ve Kırgız Türkçesine göre ÖZELYER anlamındadır. Kelime terkibi CER-ENÇİ dir. Eski Türkler YER’e CER diyorlar. Ençi ise “özel” “has” “ait” anlamına geliyor. Yani Cerençon, kişilere ait özel yer anlamında bir yer olduğu anlaşılıyor. Bu özlü ve kısa açıklamalardan sonra, şimdi de Mapabra Vadisinin ikinci kolu olan Büuükköy Deresine inelim:

MERVANİ: Çeçeva, Karaağaç, Yıldızeli, Gürgenli, Büyükköy ve sağ kesimdeki Makraş, Ortaköy sularını ve diğer küçük suları toplayıp Çayeli Sanayi Bölgesinin tam karşısından antik Mapabra Irmağına karışarak Denize ulaşan Irmağın adıdır. Aynı zamanda Vadinin ve Büyükköyün antik adı da Mervani’ dir. Hitit-Luwi diline göre MA-İRVA-(abra)-VANA’ dan Kelime, zaman içinde gelişmiş ve dönüşmüş: Önce Ma-riva-ni’ye, oradan da Mervani’ye dönüşerek antik çağlardan sonra binlerce yıl adını muhafaza etmiştir. Bol Tanrıça Suyu Ülkesi anlamındadır. Görülüyor ki Mapabra Irmağı ve yöresindeki tüm yer adlarında, diğer yörelerde olduğu gibi Bereket Tanrıçası MA nın adı geçmektedir. B. Umar Mervanı konusunda özel bir bilgi vermiyor ve sadece Leroz konusunu irdeliyor. Çünkü Mervani’nin adını duymamıştır. Ama B. Umar’ın diğer anlatımlarını inceleyerek, Mervani’yi de tahlil edebiliyoruz.
Daha sonraları Mervani’nin adı Leroz’a çevrilmiş. Bilg Umar, B. Winfield’e gönderme yaparak Leroz’un Ermenice DAĞLIK YER olduğunu belirtiyor: Ler-ri… Böyle açıklamalar yapılmış olsa bile, Ermeniler’in kayaya-dağa ABARAC dedikleri de bilinmektedir. Bizans Döneminde Mervani adının Leroz’a dönüştüğü söylenebilir. Hatta bazı araştırmacılar da Leroz’un, yırtık ve kirli anlamına gelebileceğini söyleyerek sonuçsuz bazı görüşler ortaya atıyorlar. Bazı araştırmacılar da Büyükköy Deresinin adının Türkler zamanında ÇANA olduğunu söylüyorlar. Bu, doğru bir tespit olsa da yetersiz… Karaçay-kırgız ve Çuvaş Türkçesinde kızağa ÇANA diyorlar. Ancak Divanü Lügatit Türk’te ÇANA, az-kuvvetsiz anlamındadır. Bu nedenle Divan-ü Lugatit Türk’e göre manalandırmak daha isabetlidir. Zaten adalar mahallesinin yakınından Mervani Irmağına karışan küçük bir suyun adı da Çana’dır. KÜÇÜK SU anlamına geliyor. Bu nedenle, küçük bir Su koluna dayanarak, Mervani Deresine Çana demek isabetsiz olur düşüncesindeyiz.

KUNDOZ: Mervani Deresi yoluna girdiğiniz zaman Derenin karşısında ilk mahalle Kundoz’dur. Bugünkü adı Adalar Mahallesi… Kundoz, Çilingir Köyündeki Gondoz mahallesiyle aynı anlama geliyor. Karaçay Türkçesine göre GONDA, uzun boylu iri yapılı anlamındadır. Adalar mahallesinin karşı yükseğinde Şirinköy-Musadağı-Gemiciler Köyü bulunuyor.

PALODYA: Beyazsu mahallesinin eski adı Palodya’dır. Asıl kökü Palati’dir. Söke, Istanbul, Balıkesir ve bazı yerlerde, ortaçağdan kalma yer adları bulunuyor. Palodya’nın aslı, Pontos eski dilinde bulunuyor. Anlamı Büyük Saray, konak demektir. Orada bulunan bir Saray’dan adını aldığı anlaşılıyor. Yalnız Palodya’da dikkati çeken bir yer adı daha var: KASAR…

KASAR: Kırgız Türkleri buna Kaşkay diyor. Karaçaylılar da Kashar diyorlar. Kelime anlamı, İplik ve Bezin ağarlaştırılarak beyazlaştırılmasıdır. Bundan anlaşılan şu: Eski yıllarda Türkler dokumacılığı yörede yaymışlar ve yöreye bu adı vermişler. O yıllarda Rizede kokumacılık ileri düzeyde idi. Bilhassa keten bezleri üretilir ve bu bezden de çeşitli giysiler yapılırdı. İplerin ve bezleri ağartılması dokumacılığın önemli aşamalarından birisiydi. Kısaca dendiğinde, Kasar Yün ve İplik Ağartılan Yer ya da DOKUMAYERİ anlamına geliyor.

ÇEÇEVA: Beyazsu’dan karşıya geçen köprü yolu Güzeltepe ve Haremtepe’ye çıkmaktadır. Bu iki köy ve yöresi, Çeçeva Bölgesini oluşturuyor. Öyle ise Çeçeva ne anlama geliyor?. Kırgızca ve Çuvaşça Türkçesinde ÇEÇ, ÇEÇE, ÇEÇEN kelimeleri bulunur. Bunlar, söz ustası-yakışıklı-becerikli-çiçekli-ana anlamlarında kullanılıyor. Böylece ÇEÇ-VA, ÇEÇE-VA, ÇEÇEN-VA şeklinde görülebilir. Gürcistan ve Rusyadaki Çeçen ırkıyla bir ilgileri bulunmuyor. Kırgız Türkçesine göre SÖZ ÜSTALARI ve BECERİKLİ anlamı, Çeçevalılara daha çok yakışıyor.
Burada dikkat çekici bir nokta var: Kelimenin sonundaki “VA” eki, Türkçeye nereden girdi? Sonunda “VA” eki olan, Rize bölgesinde Fındıklı-Hemşin-Çayeli’nde bilinen 6 yer adı daha bulunuyor. Bu kelimelerin bazıları antik anadolu dilleri kökenli bazıları ise Türkçe kökenlidir. Bu “VA” ekleri Hiti-Luwi dilinden bize doğrudan gelen eklerdir. Kelimelere eklenerek anlamlarını farklılaştıran bu “ek”ler, bize Arap ve İran İrandan gelmediler. Çünkü Türkçe kelimelerin sonunda kullanılıyorlar. VA eki kelimelerin sonunda bazen Eva ve Wana şeklinde de görülebilir. Bu ekler, kelimeye “…Yeri” “…Yurdu” anlamı katıyorlar. Örneğin, ÇEÇE-VA formunda Va eki, burada kelimeye, SÖZ USTALARI YERİ anlamı veriyor.
1940 lı yılların Eğitmenleri Güzeltepeli Recepali İncekaya ve Haremtepeli Paşalı Çorapçı’yı saygı ve şükranlarımızla bir kez daha sunarak, anmış olalım. Osmanlı Arşiv kayıtlarında geçen “Çançara”nın, bugün konuşulan Çeçeva Bölgesi olduğu bir gerçek… Bu söyleniş biçimiyle ÇANÇARA, Çinçiva ve Çaneva kelimelerine de benzemektedir. Öte yandan Kırgız Sözlüğünde kürek anlamına gelen ÇANCUU ve ezilmek (Kırılmak-parçalanmak) anlamına gelen CANÇIRA kelimeleri bulunmaktadır. Böylece Çeçeva kelimesinin; inci mi, kızak mı yoksa başka bir anlama mı geldiği konusunda kesin bir yargıya varmak oldukça zor…

HAREMTEPE: Haremtepe’nin burada üzerinde durulması gereken bir konusu daha var: Haremtepe’de MOLLAVEİS diye bir mahalle bulunuyor. Çamlıhemşin’deki bu addaki yere MOLEVİÇ de deniliyor. Mollave-is ya da Möle-viç, bazı kaynaklarda KARAÇAYLI VEİS anlamıda kullanılıyor. 1530 tarihli Tapu Tahrir Kayıtlarında bu yerlerin ve Buzlupınar’ın adı, SELMAN MOLEVİÇ olarak bilinmektedir. Böylece bu yerlerde Karaçay ve Kuman Türklerinin yerleştiği anlaşılıyor. Öte yandan Haremtepe’de, Karaçay ve Kumanların Şamanizm dinine göre ayin yapacakları bir de TAPINAK harabesi bulunuyor. Eskiden böyle tek odalı ve bazen iki odalı taştan örülü tapınaklar, Hemşinlilerin yaşadıkları yerlerde de yaygın olduğu söyleniyor. Antik yıllardan buyana, insanlar inançlarını ayinlere dönüştürebilecekleri, iki odalı küçük “Tapınma Yerleri” yapmışlardı. Buralarda Kurbanlar kesip Allaha dua ediyorlardı. Daha Semavi Dinler ortaya çıkmadan, Hititler döneminde atanan, sadece KELKİT VADİSİNDE 6000 Rahib bulunuyordu. Rahibler, sayı olarak da buna yakın Tapınak Evinde görev yapıyorlardı. Bu Tapınaklara Rahib ve Rahibe atanarak halkın inançlarının gerektirdiği gibi yerine getirmeleri sağlanıyordu. İslamiyet gelmeden önce, Eski Türklerin Ortaasyaki durumları da aynı idi. Oradaki Tapınaklarda, Şaman’lar görev yapmaktaydı. Hemşinliler Anadoluya geldikleri zaman İslamiyet ve onun Kitabı olan Kuran ortada yoktu. Bu nedenlerle Köylerindeki taştan yaptıkları küçük Şaman Evlerinde, Dini inançlarını yerine getiriyorlardı. Şamanlar Tef çalarak oynuyorlar ve her türlü derde deva olmaya çalışıyorlardı. Bugün Türkmen Türkleri arasında yaygın olan ALEVİLİK İNANCI, bu Şaman Ayinleriyle İslamiyetin kaynaştırılmasından kaynaklanıyor.
Kendi Tarihini bilmeyen insanlarımız, bu Şaman Tapınaklarına bakarak bir anlam veremiyorlar. Bilinmelidir ki eski Türkler Şaman ya da KAM inancına göre küçük yapılarda Allaha dua ediyorlar ve inançlarının gereğini yerine getirerek, bugünkü Din Hocaları gibi, hastaları iyileştirmeye çalışıyorlardı.

ARPİK: Bugünkü Musadağı’nın antik adıdır. Aynı zamanda Arpik ve Şirinköy’ün sularını Mervaniye taşıyan bir Arpik suyu vardır. B.Umar T. Adlar Litabında HARPAGİA’ yı anlatıyor. Luwi ve ardılı dillerde ARPA nın akarsu olduğunu belirtiyor. ARPA-KA ise, Akarsu yeri anlamına geliyor. Bazı araştırmacılar Ermenicede akarsuya ARU dendiği ve Arpik’in bununla ilgili olduğunu ve sadece iki harf benzerliği nedeniyle böyle bir benzetme yapıyorlar, yanlış araştırma sonuçlariyle yanlış yerlere varıyorlar. Ermeniler de Anadoluda antik çağda yaşadılar ama Onlar daima Fıratın ötesinde idiler ve Miladi yıllara doğru Erzurum’a doğru yayıldılar. Karadenize doğru yoğun bir Emeni göçü yok. Bu nedenlerle tek tük Ermeni aileler gelmiş olsalar bile, Yöreye Ermenice ad vermeleri olanaklı değil. Bu nedenle yöre dillerini daima Arapça, Farsça, Gürcüce, Rumca, Hitit-luwi-Kapadokya ve ardılı dillerde aramak gerekiyor. Böylece Akarsu yeri anlamına gelen antik ARPAGA kelimesi, Arpik’e dönüşmüş bir isim olarak, antik Anadolunun bir aynası gibi karşımızda durduğunu görmek, bilmek ve hissetmek gerekiyor…

PARTAL ve ĞAYTEP: Adalar mahallesinden biraz sonra Gürgenli, Çeşmeli ve Raşot Köyü yolu ayrılır. Antik Partal’ın bugünkü adı Gürgenli Köyü’dür. Partal konusunu, Palavra-mübalağa-martaval anlamına gelen Yunanca bir kelimeye benzeterek PARDALOS tan geldiğini söyleyenler olduğu gibi Ermenice Sarp kayalık anlamına gelen “Parcar” olduğunu söyleyenler de var. Kelimeleri çözmeye çalışırken her zaman kelime formuna bakılarak benzetmelerle sonuca gidilemez. Bu benzerliği, mana itibariyle de desteklemek gerekiyor. Avrupa dillerine göre de PART, bölüm-kısım demek. Bu kelime de pek tabii olarak eğer istenirse,“Partal” kelimesi ile bağdaştırılabilir. B.Umar bu konuyu da ele almadı. Çünkü böyle bir yer adının varlığından habersiz idi. Ama onun diğer anlatımlarına bakarak konunun antik kaynaklı olduğu açıklanabilir. Öyle ise antik çağlardaki su-pınar-kaynak-akarsu kökenlerine inmek gerekiyor. Bu kökenler, antik çağlardaki PA, APA ve ARDA ile ifade ediliyor. Partal yüksek bir yer olduğu için bu kelimeye, Kaynak Suyu anlamı daha yakın düşüyor. Böylece PA-ARDA-L kökeni hem form olarak hem de mâna olarak birbirlerini tamamlıyor. Bu nedenlerle Partal’ın, KAYNAK SUYU anlamına geldiği en yakın olasılıktır.
Partal’ın Türkler Döneminde aldığı 2. Ad Ğaytep’tir. Karaçayca’da Tep ya da TENG, “denk” anlamına geliyor. Öte yandan TEPENĞ, GAY ve HAN kelimeleri de Türkçedir. Ayrıca HAYT-DEP diye Türkçe bir kelime de bulunuyor. Böylece Yüksek Tepe-yüksek düzlük-yüksekçe yer- anlamlarına gelebilecek bir görünüm arzediyor. Bu açıklamalarla bile kesin yargıya varmak çok zor. Çevre koşullarına bakılarak bir ad verilmesi daha uygun olacaktır.
Böylece PARTAL, antik kökenini koruyarak bugüne kadar varlığını devam ettirerek kendini ıspat etmiştir. Yer adları konusunda Ulusalcı davranarak Farsça-Türkçe-Yunanca-Ermenice olduğunu delilsiz kanıtlamaya çalışmak, dürüstlüğümüze dayanarak Tarihimize sunacağımız doğru bilgiler bakımından ne kazandırabilir ki? Ama şu da bilinmeli ki, iyiniyetli olsa bile, bazı araştırma hatalarının olabileceğini de gözden uzak tutmamak lazım…

MAKRAŞ: Bugünkü Çamlıhemşin’in Makreviç’iyle form itibariyle uyumluluk gösteriyor. Karaçay Türkçesine göre MAKIR, melemek ve keçi anlamına geliyor. Ancak makreviç, KEÇİLİK ALAN (Makır-iç) anlamına geldiği halde Makraş’ta durum biraz daha farklıdır. MAKRAŞ, yine Karaçay Türkçesinden gelen MAKKURUŞ kelimesiyle tam tamına uyuşuyor. Karaçayca Makkuruş, KEÇİ TANRISI demektir. Sonuç olarak denilebilir ki, Keçilerin çokça beslendiği bir yerde mutlaka Keçi Tanrısı da bulunur. Çünkü bu Tanrı, Keçileri her türlü felaketlere karşı koruyan Türk Şaman inançlı bir Tanrı’dır. Makraş’ın bugünkü adı, ORTAKÖY Köyü’dür.

RAŞOT: Makraş’tan sonra sola doğru Raşot yolu ilerlemektedir. Bugünkü adı Karaağaç Köyü’dür. Karaçay Türkçesine göre RASA, EĞRELTİ OTU demek… UD (od) GUD eki ise yine Eski Uygur Türkçesinde isimden isim ve fiilden isim yapan ektir. Kelime sonunda bulunur ve kelimeyi Lık-lik-luk-lük-li-lü anlamına dönüştürür. Böylese RASA-UD formunda bir kelime çıkar ortaya… Örneğin Eğreltilik, Ormanlık, komşuluk, otluk gibi… Buradaki RAŞ-OT, RASA-UD’dan dönüştüğü düşünülmektedir. Eğrelti otunun çok yetiştiği bir yer olması nedeniyle RAŞOT denilmiştir. Hemşinliler böyle yerlere mahalli şive ile söylendiğinde, ERETİLUK YER derler. Yunanca “Reşi”, yüksek yer demek ama Yunanca ile bir ilgisi olduğunu sanmıyoruz.

MERVANİ MERKEZ: Antik Mevrani Deresi boyundaki Beşikçi ve Yeşilköy’ün çok daha yükseğindeki Yıldızeli’den sonra Mervani Merkeze çıkılır. Buranın diğer bir adı da ĞORĞOR dur. Su sesinden kaynaklanıyor. Öte yandan bu bölgenin diğer bir adı da LEROZ’dur. Bryer Winfield’in açıklamasına göre Leroz; LER kelimesinden kaynaklanıyor ve Ermenice olarak ekleriyle birlikte LERRİ şekline dönüşerek “Dağlık” anlamına geliyormuş: Ler-ri… Böyle olsa bile ilk antik adın MERVANİ olduğu anlaşılıyor. Bizans Döneminde isr LER-ÖZ şekline dönüştüğü anlaşılmaktadır. Bu anlatımlardan sonra bu kelimenin; antik Luwi Dilinden sonra aldığı bu değişik adların kimler tarafından verildiği konusunda kesin bilgiler bulunmuyor.
Böylece Büyükköy’ün antik çağlardan beri değişen adları şöyledir: Mervani-leroz-ğorğor-Büyükköy…
Büyükköy, Derecik, Altıntaş ve Gümüştaş Derelerinin tam birleştiği kavşakta bulunuyor. Gündoğdu ve Güneysu’ya, araba yollarıyla bağlı bulunmaktadır. Derecik Köyü, Taş Köprüsüyle de tek sanat yapısına sahiptir. Ancak antik değerlerinin yüksek oluşu, Onun Tarihi önemini fazlaca ortaya koymaktadır.
Büyükköy Belediyesi. 1953 yılında kurulmuştur. Aynı yıl, Gündoğduya bağlı birkaç köy alınarak Nahiye Merkezi yapıldı. Ancak 1970 yılından sonra daha Nahiye Müdürü atanmadı. Çünkü tüm Türkiyede Nahiye teşkilatları kaldırılmıştı. 1950 yıllarında yolunun çok kötü olmasına karşın, Çayeli arasında çalışan bir otobüsleri bulunuyordu. 1998 yılında yolu genişletilerek asfatlandı. Çayeli’ye 13 Km mesafededir.
Büyükköy’ün 1 Devlet ve 2 de özel olmak üzere 3 Çay Fabrikası bulunuyor. Büyükköylüler eskiden beri Marangozluk, Kalaycılık sanatıyla uğraşırlardı. Beşik ve iskemle yapımında da özel bir maharetleri bulunuyor. Büyükköy beldesinin Tek köyü Derecik’tir. Ayrıca 8 adet de mahallesi bulunur.
Böylece Mervani Vadisi yöresi ve Merkeziyle, antik Tarihi itibariyle günümüze de ışık tutmaktadır.

APONCONOS: Büyükköy’den sonra Gündoğdu yolu üstündeki ilk Gündoğdu Köyü’dür. Bugünkü adı Ketenli Köyü’dür. Köyün antik Tarihi konusunda bilgi sahibi değiliz. Bu Köyün yetiştirdiği Cumhuriyet Eğitmenlerinden Mehmet Kar’ı rahmet şükran ve minnetle anarız.

ĞAVRANA VADİSİ ve DERESİ:

F. Arrianus MS 129 tarihinde Çayeli önlerinden geçerken, Şairlar ve Âşıklar Vadisi Deresinden hiç söz etmiyor. Belki de Atina’ya doğru yol alırken burada fırtınaya tutulmaları, yöre hakkında bilgi almalarını engellemiştir. Ğavra Vadisi ve Deresi de, Âşıklar Deresi kadar büyük ve önemli bir deredir. Bu antik Derenin binlerce yıllık havasını terennüm ederken bir taraftan da Herem Kesepara ve yerli ses sanatçılarının türkülerine kulak vermek gerekiyor.
Vadi ve Dere adını, Vadinin antik Suyu olan Havrana’dan almıştır. 1486 Trabzon Tapu Tahrir Defterlerine göre Ğavra’nın adı, HAVRİYA diye belirtiliyor. Şimdi bu isimden ve B. Umar’ın Tarihi Adlar Kitabından yola çıkarak Ğavra’nın ne olduğunu açıklamaya çalışalım: Umar, Havran ve Havaran adları üzerinde duruyor. Bunların ABRAVANA kök sözcüğünden gelmiş olabilecekleri konusunu gündeme taşıyor. Balıkesir’n Akçay İlçesine yakın olan İlçesinden akan Suyun ve ilçenin adı Havran’dır. B. Umar, bunun antik terkibinin de ABRAVANA olduğunu söylüyor. Luwi diline göre ABRA su demek. VANA ise kelimeye, “… Yeri, Yurdu” anlamı katıyor. Böylece SU YURDU Yöresi, SU YURDU IRMAĞI ve BOL SULU IRMAK anlamları taşıyor. Osmanlı kayıtları da kelimenin iki bölümlü olduğunu gösteriyor: HAVRİ- YA… Bu kayıtlar sadece Ğavra Bölgesinden bahsediyor. Ama özel olarak Derenin adından söz etmiyor. Buna gerek yoktu. Yalnızca her yöre aynı Dere adıyla anıldığını da unutmamak lazım. Ğavra (Havra) İbranice Toplantı anlamına da geliyor. İslamiyetteki Cemaat gibi… Öte yandan Arapçada da bir anlamı bulunuyor: Ahu gözlü kadın… Böylece İbranice’ye mi, antik Luwi diline mi yoksa antik Arapça’ya mı dayandığı konusunda kesin bir yargıya varılamıyor. Ahu gözlü kadınlar diyarı olma olasılığı da yüksek görünüyor. Arapça olarak Gözleri Ceylana benzeyen güzel gözlü kadın anlamında olduğu düşünülmektedir. Böylece ortaya GÖZLERİ GÜZEL KADINLAR YURDU anlamında, ortaya Ğavra adı çıktığı söylenebilir.
Ğavra Deresinin ve mahallesinin antik değere sahip 2. bir yeri daha var: Maryava…

MARYAVA: Maryava bize tam olarak 4000 yıllık antik Hitit-Luwi dilinden haber veriyor. Kelime öğeleri de tam olarak eski terkibe uymaktadır: MA-URA-WA… Tam karşılığı, YÜCE “MA” YERLEŞİMİ demek… Bunu biraz daha açarsak, YÜCE TANRIÇA “MA” YERLEŞİM YERİ anlamı, aslına uygun olarak verilmiş olur. Görülüyorki bu Vadide de, Mapabra Vadisinde olduğu gibi, “MA” Tanrıçasının (Kibele) etkisi görülmektedir.
Antik Havriya Deresi ve Vadisi güzel bir arazi konumuna sahiptir. Köyler çok uygun yerlerde olup ulaşımları da çok kolay sağlanabilir. Köy evleri güzel bir mimari tarzda yapılarak sayfiye evleri konumu durumundadırlar. Vadinin Belediye hudutları dışındaki yamaç yerleşim köylerini şöyle sıralayabiliriz: Yanıkdağ, Latifli, Selimiye, Esendağ ve Yamaç… Sağdakiler ise şöyle sıralanıyor: Sırt, Sarısu ve Erdemli…
Vadide yaşayan tüm insanların ekonomik durumları odukça iyidir. İşçilik, Çay ziraatı, arıcılık, Gurbetçilik, Taşımacılık ve balıkçılık işleriyle uğraşırlar.
Dere yolu birkaç yıldan beri çok genişletilerek Beton-asfalt dökülmüştür ve adına da Yusuf Z. Kurçenli denmiş. Yusuf Kurçenli’yi de Rahmetle anarak yolumuza devam edelim. Bu hatırı sayılı yoldan ilerlerken, köy ve mahalle yollarının ise tamamen beton olduğu görülür. Ulaşımı çok kolay olduğu gibi; elektriksiz, susuz ve yolsuz ev yoktur. Maryava’a, bu antik ada yakışan bir de Taş Köprüye sahip bulunuyor. İnşallah bu Köprü de binlerce yıl yaşayarak antikleşir! Bu Kprüyü 1946 yılında Ahmet Sarıçam’ın yaptığı biliniyor. İkinci bir Taş Köprü de daha yukarda bulunan Yamaç Köyü Eğteni köprüsüdür. 1920 lerde Apso’lu ustalar tarafından yapıldığı biliniyor.

AĞARAN ŞELALESİ: SArısuya yöneldiğiniz zaman, Yöreyi canlı tutan güzel bir Şelale ve piknik alanına yaklaştığınızı hissedersiniz. Ağaran Şelalesi, Sırt Köyü hudutları sınırları içinde olup köye 3 Km mesafededir. Bu bölgede tepelerden inen 3 ana su kolu bulunuyor. Şelalenin bulunduğu yer, Isırlık Sırt’tan inen ana kol ile soldan inen küçük bir kol arasındaki orta kol üzerindedir. Vadi ile ilgili dernekler bütün etkinliklerini bu Şelale üzerinde yaparlar. Şelale Denize 13 Km uzaklıktadır. Adını neden “Ağaran” koymuşlar? Çünkü Şelale; ağarmış, beyazlaşmış ve köpürmüş olarak bilinmeyen yıllardan beri çevresine öyle bir görüntü vermektedir… Doğadaki böyle yerler, saçın ağardığı gibi ağarıyorlar ama asla ölmüyorlar! Sırt Köyünde Ağaran şelalesinden başka, Apsolu Ustaya 80 sene evvel halk tarafından yaptırdıkları bir de Taş Köprüleri bulunuyor.
Şimdilerde Şairlar Deresi aşağıdan yukarıya doğru yavaş, yavaş kentleşmektedir. Umarız bu kentleşme, yörenin antik değerine ve eşsiz güzelliğine bir zarar vermez. Havriya Deresi üzerinde bulunan Maryava ve diğer taş köprüler çok iyi korunmalıdır. Çünkü, ahu gözlü kadınların antik Tanrıçaları MA (Kibele) nın yüzü suyu hürmetine, bu kutsal yöreye zarar verilmemelidir. Aksi halde Tanrılara karşı da günah işlenmiş olur…
Havriya Deresi eski yıllarda daha özgür akardı. Öfkelenmez ve tahribat yapmazdı. Denize bügünkü yerinden değil. Pazaryerinin içinden ulaşırdı. Deniz ise Okumuşların arazisinde yüksekçe bir yerde bulunan ağaçların ta dibine kadar vururdu. Şimdi Şehir kentleşme planlarına göre Havriya Deresi sıkıştırılmaya başlanınca O da öfkeden etrafını yıkmaya başladı. Bu nedenle Şehri su baskınlarından korumak için yıkımdan koruyucu duvarlar içine alınarak zaptedilmeye çalışıldı. İnşallah “Dere 10 senede bir yatağını bulur” sözü yanlış çıkar da böyle bir sel baskını sonucunda kötü görüntüler ortaya çıkmaz!

KEMER: Çayeli’nin Pazar hududundaki köyüdür. Kanlıdere’nin 2 km doğusunda kalmaktadır. Bazı yerel araştırmacılar bu Köyün adının konulma tarihini, MÖ 700’lere kadar indiriyorlar. Kimmerler’in Hatti Ülkesine (Anadolu’ya) saldırışı, bu tarihe rastlamaktadır. Kimmerler İskitlerin bir koludur. Persler, atlı kimmerler’e Saka demektedirler. Urartular üstüne Van’a saldıran Kimmerler, on yıl savaşlarında tam bir başarı sağlamadan kuzeye yöneliyorlar ve Sinop’ta toplanarak beş yıl hazırlıktan sonra Gordion (Ankara) üzerinden Ege’ye saldırıyorlar. Sinopta kurulan karargâha sahil ve deniz yoluyla katılan Kimmer kuvvetlerinin var olduğunu kabul etsek bile, Çayeli Kemer Köyüne Kimmerler’in ad vermiş olduğunu düşünmek doğru değildir. Öte yandan Kemer, Farsça bir kelimedir. Çünkü İranlı’lar antik Hattu Ülkesini (Anadoluyu) işgal ederek 220 yıl yönetmişlerdi. Bu nedenle, yerli halkın dilinde bolca Farsça kelimeler bulunuyor. Köyün adı iki olasılığa dayanıyor: Çarlık Rusyası’nın 1916 yılında Doğu Karadeniz’i kuşatması sonucu Kemer Köyünün Deniz kıyısında yaptırdığı bir tünel bulunuyor. Köy adını ya bu tünelden, ya da Farsça tümsek-burun anlamına gelen “kemer”den kaynaklanmış olduğu bir gerçek… Zaten uzun İran işgali nedenleriyle dilimizde çok sayıda Farsça kelime bulunduğu da bilinmektedir. Antik yer adlarının dışındaki bütün yer adlarının, tamamen Farsça, Türkçe Gürcüce ve Arapça olduğu bilinmelidir.
Şimdiki Çayeli Tünelinin tam üstünde eski Atina Yolunun Deniz tarafında, kalıntıları hala ayakta olan ZELEKİ adında bir Kale bulunuyor. Bizanslılar tarafından Rize Kalesi ile birlikte MS 560 yılında yaptırıldığı tahmin ediliyor.

MOMUL: Mamul olarak da adlandırılan bugünkü Kesmetaş Mahallesi, Kanlıdere’nin doğusuna ve daha çok batısına doğru yayılan bir yertleşim yeridir. Sahil kesimi insanlarımız, Lazlar ve Gürcüler, Deve Dikeni ( Masti dikeni) meyvesine Marmali diyorlar. Köy adının bundan kaynaklandığı düşünülse de, gerçek anlamı başkadır. Kırgız dilindeki Momoloy, Köy adına daha çok yakışmaktadır. Momoloy, fare anlamına geliyor. Bir olasılık olarak da, eğer köyün adı “marmali” den kaynaklanıyorsa, Momul tarihi çok daha eskilere yani 2000 yıldan daha öncesine kadar indiği söylenebilir. Momoloy’a dayandırırsak, Türk Tarihi kadar eskilere gidebiliriz. Mamul Köyüne Hemşin’den, Kemer Köyü’ne de Çamlıhemşin’den gelip yerleşen Meydan ve Donabaş aileleri bulunuyor. Kesmetaş, Çayeli’nin en güzel mahallelerindendir. Osmanlı döneminde köyün hudutları çok daha genişti. Denizden başlayarak Şişmanlı Mahallesi, Kâşif boğazı, Çilingir Köyü, Sefalı Köyü ve Kestanelik köyünü de içine alarak çok geniş bir alana yayılıyor. Mamul’un o zamanki adının Karye-i Mamul-i Meyloz olduğu biliniyor. Kesmetaş Köyü bağımsız bir Köy olduktan sonra, şimdiki Sefalı Köyü; Meyloz adı ile bir süre daha devam etti. Daha sonra ise Meyloz Mahallesi ile birlikte, adını Sefalı Köyü olarak değiştirdi. Daha sonra ise Meyloz Mahallesi, Sefalı Köyünden ayrılarak Kestanelik adı altında bağımsız bir Köy oldu. Sefalı Köyü ile arasında 3 Km lik bir mesafe bulunuyor.

KUMİKA: Bugünkü Taşhane, eski yıllarda taş ustalarının yetiştiği yer idi. Kuspa Ilıcası ve mahalle sularını toplayıp denize ulaştıran bir “Kumika suyu” vardır. Yörenin 4000 yıllık antik adı Kamakha’dir. Yazılışı, Kuwa-Ma-Kha’dır. Okunuşu ise Kumika… Kutsal Tanriça ( Suyu) İskelesi anlamındadır. Kutsal (Kuwa) Tanrıça (Ma) ve iskeleden (Kha) oluşmaktadır. Likya ve Luwi karışımı dil kökenlidir. Böylece Kumika halkının antik çağdan beri iskelesi bulunduğu ve balıkçılık yaptıkları anlaşılıyor. Kumika bu adını; Ilıcasından, Bereket Tanrıçası’ndan ve iskelesinden almıştır. Anadolu’nun 7500 yıllık Bereket Tanrıçası Kibele’nin, antik çağlarda Karadeniz’deki söyleniş biçimi “Ma” idi. Karadeniz yer adlarında bu Tanrıça adına sıkça rastlanmaktadır. Değişik yer adlarında; “Ana” ve “Ama” olarak da söylenmektedir. “Ana “ kelimesi de Tanrıça anlamındadır. Türkçemizdeki bugünkü anne kelimesi, Anadolu Tanrıçasının adından kaynaklanmıştır. Zaten Hititler de anneye “anni” diyorlar. Akdeniz Likya (Lykia) medeniyeti dilinde de Ana Tanrıça’nın adı KİBELE’dir (Khba-lada) . Kutsal anlamına geliyor. Akdeniz Likyalıları’nın Kutsal Baş Tanrıçaları ise; Kuvassanna’dır. (B. Umar kaynağından). Kelimenin sonundaki “Anna” bunu ifade etmektedir. Kadın Tanrıçalar ve erkek Tanrılar; Museviliğin kitabı olan Tevrat, kitap halinde yazılmaya başlandığı MÖ 500 yıllarından sonra artık unutulmaya başlandı. Buna karşın, yeryüzü şekillerine verilen adlar, binlerce yıl sonra bile, kendilerini yaşatmaya devam ediyorlar.

ZANCEL: Antik Anadolu dillerini çağrıştırmasa bile, antik Kırgız Türkçesi kadar eski olduğu muhakkak… Kırgızca’daki Zanğkay, yüksek, engebeli köy anlamında olduğu bilinmektedir. Zanğkay-el, zamanla Zancel’e dönüşmüştür. Bir sıfat-isim tamlamasıdır. Kırgızca, dağlık kayalık anlamına gelen zanğgel de aynı köktendir. Ama Zancel bölgesi öylesine kayalık bir görünüm sergilemiyor. Sonundaki “El” kelimesi de yine öz Türkçe bir kelime olup” köy “ anlamına geliyor. Yani; yüksek bir Köy anlamı taşıdığı anlaşılıyor. Zancel’in Kalaycı ustaları da çok meşhurdur. Bu durumu izah eden bir Dörtlük her zaman söylenir:
Zanceli met ederler / Açan gider de görük / Açan gidup da gördük / Her kapıya bir Körük.

KOSTA: Taşhane mahallesinin tepesinde, uzaktan bakıldığı zaman Gök Kuşağını ya da kılıcı andıran bir tepe vardır. Karaçay Türkçesinde böyle görüntülere KOSTAV diyorlar. Eski Türkçe’de bu dağın tam karşılığı “Kos-tav”dır. Yani, “Gök Kuşağı Dağı” anlamında söylenmiştir. Eski Türk boylarının çoğu, dağ için “tav” kelimesi kullanırlar. Bu Tepeye uzaktan bakıldığı zaman, Gökkuşağı biçiminde bir görüntü vermektedir. Zamanla halk dilinde bu, Kosta olarak kısaltılmış. Söylenirken, Kosta Dağı diye ifade ediliyor.

MURÇİVA: 9. Mart İlköğretim Okulunun arkasındaki mahallenin insanları da eskiden taş ustalarıydı. Murç, taş işlerinde kullanılan demir aletidir. Murçiva, Ortaasya Türk dilinde karabiber yetiştirilen yer anlamına da geliyor. Eski yıllarda karabiber ekilip ekilmediğini bilmiyoruz ama, her iki görüşte de Murçiva; 1500-2000 yıllık bir ada sahip olduğu anlaşılıyor. Kelimelerin sonundaki “va” eki, Türk dillerine antik Anadolu dillerinden gelmiştir. Antik Anadolu dillerinden (nesi, luwi, Hitit) bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Bu ekler Türk diline direkt olarak Anadoluda yaşayan kelimelerden geçmiştir. Çünkü bu ekler, Arapça ya da Farsça kelimelerin sonunda bulunmaz. Sadece Türkçe kelimelerin sonuna getirilerek yeni formda kelimeler üretiliyor.

KUSPA: Çayeli’nin ünlü mesire yerlerinden en güzel olanıdır. Kemer, Kesmetaş Kumika ve Zancel’in müşterek zirvesidir. 10000 dönümlük hazine arazisini içine alan tepelerden, bodur ağaçlardan ve yarı belindeki soğuk pınar suyundan oluşmaktadır. Bu alanın bir bölümü, Belediye hudutları içindedir. Kuspa Bel’i Düzlüğünde bulunan soğuk Pınar Suyu, kutsallığını antik çağlardan almaktadır. Antik söyleme biçimi, Ku(wa)-as(sa)-pa‘dır. En az 4000 yıllık tarihi olan Kuspa kelimesi; Hitit, Luwi ve ardılı dillere dayanıyor. Gürcistan’ın yüksek kesimlerinde orman içinde pınarlı açık düzlüklere verilmiş böyle yer adlarına rastlanmaktadır. Kelime kısaltılarak Kuspa olarak söylenmektedir. Kutsal ve güzel su anlamındadır Kelimelerin başına konulan “kuwa” eki, ses düşmesiyle bazen “ku” ve “ka” olarak da önümüze çıkmaktadır. (Bak Bilge Umar açıklamaları) Kuspa; Kutsal Suyu, Kutsal Ilıcası, Kutsal Tanrıça’sı Ma, antik Kumika Irmağı ile bir bütün olarak gerçekten tarih, kültür ve turizmini bağrında koruyabilecek nitelik ve güzellikte görünmektedir. Yeryüzünde hiç ölmeyen tarihi eserler; çevrenin coğrafyası üzerine nakış, nakış işlenmiş antik isimlerdir. Kuspa’yı Kestanelik Köyüne ve Melyat Deresine bağlayan antik yol; Kuspa Dağının en üstünden ve devamında ilerleyen oldukça geniş ve aşınarak derinleşmiş patika bir yoldur. Dağın Doğu yamaçları Pazar Toprağıdır.

MAPABRA: Antik adı Mapabra olan ancak belleklerde Mapavri diye kalmış kasaba hakkında söylenecek çok şey var. Mapabra bu adıyla, antik Anadolu Medeniyetlerinin bir yansıması gibidir. Dayandığı kök sözcük, Ma- Pa- Abra’dır. Ana Tanrıça Irmağı anlamına geliyor. Bu ad, bugünkü Çayeli Büyük Dere’sinin antik adından kaynaklanıyor. En büyük Dere bu olduğu için, Senoz Vadisi Deresinin adıyla anılıyor.

ĞALATA: Âşıklar Çay Fabrıkasından Çatak Bölgesine kadar olan Bölge ve Şişmanlı Mahallesinin adı, Osmanlı kayıtlarında ĞALATA olarak geçer. Ceğalver ve Kaçkar dağını uzaklardan izleyen çok güzel manzaralı bu bölge, tarihin çok eski adını, bu güne değin sürdürmüştür. Galatlar, 2300 yıl önce Avrupa’nın Galya bölgesinden Ankara Polatlı Yöresinde yerleşmişler ve egemenlik alanlarını genişlemeye çalışmışlardı. Karadenizde de koloniler elde etmişler ve halkı haraca bağlamışlardı. Roma imparatoru Augustus; Batı Karadenizi de MÖ 25 yılında Galatlara verdi ve özerk eyalet yaptı ama kısa süre sonra özerkliğine son verildi. Galatlar, Miladi yıllardan sonra doğu Karadeniz’e doğru ufak çapta göç etmiş oldukları bilinmektedir. Galatya olarak söylenmesi gerekirken, bugün Ğalata biçiminde söylenmektedir. Buraya adını veren bu insanların, ortada bedenleri olmasa bile; yöreye koydukları ad ve yüzlerce yıl önceki ruhları, bugün üzerinde yaşayan Türkler arasında hala korunmakta ve yaşatılmaktadır. Çünkü isimler ve ruhlar ölmezler! Rize Lazistan Sancağı, 1509 nolu ve 1911-1913 yıllarını kapsayan Şer’riye sicillerinde, Hopa Kazasının Arhavi nahiyesinin Ğalata köyünden bahsetmektedir.(R. Şer’riye Sicilleri 1. s. 335. Ü. Erkan). Bu kayıttan da anlaşılacağı üzere galatların, antik çağlardaki Karadeniz yolculukları delilleriyle birlikte doğrulanmaktadır. Çayeli Aşıklar Deresi Deltasında ve yamaçlarında, Ğalata mahallesi bulunuyor.

KUVALYOZ: Çayeli’de, Âşıklar Çay Fabrikası çevresinin adıdır. Kutsal Ana Tanrıça Ay Işığı anlamındadır: Kuwa-Lu- os. Bu söyleniş biçimi Daha sonra Kuvalyoz’a dönüşmüştür. En orijin biçimiyle, “kuvaluvana” olmalıdır. Kutsal ay ışıklı anlamına geliyor. Antik Anadolu dili Luwice’deki “Kuwa”, “lu” (“luw”) ve” Vana” kelime ve eklerinden oluşuyor. Bu son ekler Farsçaya “Vane”, “Vant “ ve “Vend” olarak geçmiştir. Bu ekler, kelimeye “…lı, li” anlamı katan sonekleridir.
Âşıklar Deresi 40 sene önce, Kuvalyoz’da “S” harfi çizerek ve genişleyerek, beyaz-kahve renkli ince taşların arasından denize akmaktaydı. Kuvalyoz adını, Assapa Deresinin bu bölümün güzelliğinden kaynaklanarak aldığı en doğru anlatım biçimi olabilir. Gece ay ışığının dere suyuna ve taşlarına vurup yansıması gerçekten görmeye değer idi. Gecenin, kulaklara yansıyan derin sessizliğinde, insanı büyüleyen kutsal ay ışığının bizlere sunduğu dere yakamozları, hafif su şırıltıları eşliğinde Assapa Deresi’nde binlerce yılın görüntülerini ve resimlerini sergilemeye devam ediyor: Değiştirilen Dere yatağında eski özelliği kalmamış olsa bile!

ANDRA: Murçiva tepesinden Âşıklar Çay Fabrikasının karşısından Âşıklar Deresine minnicik bir Vadiden akarak karışan çok küçük bir su koludur. Andra Suyu, orijinal söyleniş biçimini hiç bozmamıştır. Böylesine küçük bir suyun, adını bugüne kadar koruyabilmesi, onun öneminden kaynaklanıyor olmalı. Kökü “Andra-Pa “olan bu su, 4000 yıl önceki Luwi diline dayanmaktadır. Çayeli’nin adı olan Mapabra’dan Andranos’a dönüştükten sonra bu suya Andra adı verilmiştir. Sonundaki “pa” eki kaldırılarak “Andra Suyu” denmiş. Anadolu’da bunun gibi (Andır-Andraka-Andrapa) gibi birçok dağ, nehir su ve yer adları bulunmaktadır. Eski yıllarda çok önemli hoş içimli bir SU olması nedeniyle Tanrıça “Ma”nın Kocası olan Erkek Tanrı anlamına gelen bir ad verilmiş. Yani adına Erkek Tanrı Suyu denilerek kutsallaştırılmıştır. Çayeli’nin antik Ana Tanrıçası’nın adının “Ma” olduğunu biliyoruz. Museviliğin etkisiyle, antik yıllarda daha doğrusu MİLADİ YILLARA DOĞRU, Tanrıçalara tapma geleneği kalktığı için yöre insanı buraya erkek Tanrılarının adını vermeye başlamışlardı. Böylece suyun kutsallığını öne çıkarıyorlardı. Andra Suyu, bu tarihi geçmişiyle, artık sanat değeri olan bir çeşmeden akmaya hak kazandığına inanıyoruz. Antik değere sahip adlara daha çok önem verilerek, onların bulunduğu yerlere antik Dönemlere uygun sanat eserleri koyabilmek, paranın kendi başına yapacağı iş değil, anlayış ve duyarlılık işidir. Bu bilince ulaşmış toplumlar tarihlerini çok daha ileriki yıllara taşıyabilirler.

ANTİK ASSAPOS (ÂŞIKLAR DERESİ) VADİSİ:
Yöresel söyleniş biçiminde Asifos ya da Harsevos olarak yer alan Âşıklar Deresi; antik duruşuyla, vadisindeki küçük köy sularını toplayarak denize boşaltan Dere anlamına geliyor. Bu Dere, önceki zamanlarında yatak değiştirdiği bilinmektedir. Çok eski yıllarda, Yamantürk İlköğretim Okulunun Karşısında bulunan bugünkü Belediye Lojmanlarının yerinden yani Âşıklar Deresi Yolunun düzlüklerinden Çayeli’ye yöneliyor ve Hopa Caddesi istikametinde gelerek Belediye meydanından ve Kaymakamlığın önünden denize dökülüyormuş. Daha sonraları yönü değiştirilerek, Belediye Lojmanlarının temellerinin bulunduğu yerden doğuya yönleniyor ve Denize akıtıldı. Daha sonra ise yatak biraz daha doğuya çekilerek dayanak duvarları içine alındı ve eski yatakta Belediye Lojmanları yapıldıktan sonra denize ulaştırılmış.1970’ li yıllardaki sel felaketleri, arazileri ve şehri tehdit ettiğinden, bugünkü stadın arkası denize doğru derinleştirilmiş ve her iki yanı duvara alınarak nehir yatağı oraya taştırıldı.
“Assa” ; çok köyler anlamındadır. Hititler buna Assuwa diyorlardı. Wa- eva- vana olarak geçen kelime “son” ekleri, Farsçaya da geçmiş antik luwi dili ekleridir ve kelimeye,” yerleşim yeri” anlamı verir. “Pa” ise su anlamındaydı. Böylece, Assa-va- pa olmuş. Anlamı, “Köy yerleşimleri suyu” demektir. Bölgenin adı ise Assuva’dır. Asifos (Harsevos) adından da anlaşılacağı üzere, binlerce yıl öncesinden buyana Âşıklar havzası köylerinde kalabalık insanlar yaşıyorlarmış. Daha sonra Âşıklar köyüne gelen Türkler, Assu-wa’ya dayana Asipos adını, biraz daha değiştirerek kendi dillerine uydurmuşlar ve Harsevos demişler. Karaçay dilinde “Har”diye, işlenmiş, dantel, süs anlamına gelen bir kelime var. Bir raslantı sonucu Türkler, eski ile yeninin karışımı bir köy adı bulmuşlar: “Süslü Köyler Yerleşimi” anlamına gelen Harsevos demişler: Har-sa-eva… Böylece binlerce yıl öncesinin adını taşıyan Âşıklar Deresi, bugün dahi biraz değişikliğe uğrayarak Harsevos ya da Asifos olarak hala devam etmektedir. Bu nedenlerle, turizm anlayışlarının, bu gibi derinliklerde aranması ve o yönde çalışma yapılması gereği vardır. Şu anda Vadi Deresi üstünde bulunan Taş Köprülerin korunma altına alınması gereği bulunmaktadır. Kaşıkçılar mahallesinin altındaki Pirinçlik Sırtı’nın yakınında bulunan Taş köprünün yaşatılması ve korumaya alınması gerekiyor. Hatta mümkünse yöre tarih ve coğrafyasına hayran olan insanlarımızın bir araya gelerek İdari Amirler ve orada yaşayan insanlarla da işbirliği yaparak, yıkılan köprülerin yeniden inşa edilmesi ve daha başka köprülerin eklenmesiyle, Âşıklar Vadisi tarih yönünden zenginleştirilmelidir.
Âşıklar Deresi Vadisi dendiği zaman, bu vadinin çevreleyen dağ ve tepeler arasında kalan yerler, akarsular ve genel olarak tabiat şekilleri akla gelir. Bu vadi, Çayeli’nin en büyük vadisi olan Büyük Dere Vadisi ve Büyükdere vadisine sabuncular mahallesinde karışan Büyükköy Vadisi deresinden sonra gelen üçünü vadi ve deredir. Dördüncü vadi ve dere ise, Şairler Vadisi ve deresidir. Arka arkaya doğudan batıya doğru sıralarsak; Âşıklar Deresi, Şairlar Deresi, Büyük Dere ve Büyükköy Deresi birbirlerini izlerler. Her vadi ve dere insanlarının yaşantıları, örfleri, dilleri ve gelir düzeyleri büyük ölçüde benzerlik gösterir. Farklılıklar ise büyük ölçüde göze çarpmaz. Vadi insanlarının gelir düzeyleri orta, iyi ve çok iyidir.
Vadi yolu Karayolları bünyesine alındığı içn genişletilerk asfatlandı ve Çayeli-Âşıklar Köyü bölümüne ALİ OKUMUŞ adı verildi. Âşıklar Vadisini çok büyük bir Vadi olmadığı için, Vadiyi çevreleyen köylerin sayısı fazla olmayıp Vadi suyunu besleyen su akarları da küçük boyutlarda olup pınar düzeyindedirler. Vadiye hükmeden tepe ve dağlar ise aşılmaz değildirler. Vadiyi çevreleyen bu coğrafi şekillere bir göz atmakta fayda vardır:
Murçiva tepesi, Ğavra Tepesi, Seli Tepeleri, Âşıklar Tepeleri, Mezdap Dağı, Isırlık Tepe Ceğalver dağı, Cimlik Aşıtı, Kara Hasan Dağı, Kuspa ve Kemer Tepeleri gibi tepelerdir. Çayeli ve Yörenin coğrafyasına uygun olarak Ceğalver dağı; Çayeli’nde ve Pazar’da denize inen birden fazla akarsuyun tam zirvesine yakın yerde bulunuyor. Bu nedenle, Pazar, Hemşin ve Çayeli İlçeleri arasında bulunan çok önemli özellikler taşıyan bir Bölge Dağı görünümündedir. Dört boyutlu görünüm sunmaktadır. Tepesine yağan yağmur suları batı yönünde Buzlupınar ve Şairlar ırmaklarına; doğu yönünde ise Melyat ve antik Ziga ( Hemşin) ırmaklarına akmaktadır.
Âşıklar Vadisinin bu doğal görünümündeki denize doğru uzantısına bakıldığı zaman, batı yakasının Seli uzantısı, Çayeli’nin tam içine inmektedir. Doğu yakasının uzantısı ise, Kuspa Dağı Silsilesini takip ederek, Pazar hududu olan Kemer Deresinden denize iner. Vadi ağzı, kendine özgü doğallığı nedeniyle oldukça geniştir. Âşıklar Deresinin ağzı; iki kilometre uzunluğuyla Kanlıdere’ye kadar olan doğu bölümünü içermektedir.
Kanlıdere ve Kumika -Kuspa Suyu; Kuspa Tepesinin doğu bölümü sularını doğrudan denize akıtan sulardır. Kuspa Tepesinin batı bölümü suları ise Âşıklar deresine akmaktadır.
Antik Âşıklar Vadisini (Assapa) besleyen irili ufaklı su kollarını ve pınarları şöyle sıralayabiliriz:
Andra -Murçiva pınarı ve suyu, Kaşıkçı Suyu, Taş ocağı karşısındaki eski “Çifte Puğar”, Taşlık- Şişmanlı Suyu, Abanoz- Zeleng Suyu, Ğavra Suyu, Kâşif Boğazı -Şuşoğlu suyu, Çakırlı Suyu, Demirciler’in altındaki eski Puğar, Aşıklar ve Mezdap Suları, Zangeriz Suyu ve kolları, Mezre Suyu, Cimlik, Karahasan, Tafula ve Kısır Su Kolları…
Assapa Vadisinde dikkat çeken 4000 yıllık Anadolu Medeniyetlerinden gelen yer adlarına rastlanmaktadır. Bunların dışında kalan çoğu su ve yer adları da Türk Tarihi kadar eski adlardır. Yörede hiçbir zaman Hititçe, Arapça, Farsça ve Türkçe dışında yabancı dillerde yer adı bulunmaz. Ancak konuşma dillerinde sınırlı miktarda Rusça, Gürcüce, Yunanca ve Ermeniceyle, çok sayıda Arapça, Farsça ve Latince kelimeler bulunmaktadır.
Şimdi bu yeryüzü şekillerine verilen antik adların anlamlarına kanıtlı ve mantıklı olarak kısaca değinelim:

ZEĞALLUK: Eski Kırgızca’da, taşlık, kayalık anlamına geliyor. Gerçekten de burası, eskiden geçit vermeyen kayalıklardan oluşuyordu. Kaşıkçıların Taşlık mahallesinin tam alt kısmıdır. Kırgızca’ daki “Zanğgel”e, etraftaki Türkler bir de ” luk “ takısı eklemişler ve kelimeyi Zanğgel- luğa dönüştürerek kendi ağızlarına uydurmaya çalışmışlar. Nasıl olursa olsun, 1500 yıllık antik bir “ad”a ve tarihe sahiptir. Bu bölgede yoğun taş rezervi bulunuyordu ve Karadeniz oto yolu inşaatında büyük çapta kullanılmıştır. Böylece eski yıllarda geçit vermeyen Zeğalluk ve Zelenk geçitleri, daha da güzelleşerek çok kolay geçit veren asfaltlı yol durumuna dönüştürülmüştür. Doğallığı tamamen yok etmeye çalışsanız bile edemezsiniz. Belli ölçüde bozarak yerine güzel başka şeyler koyabiliyorsanız işte o zaman tarihinizi ve coğrafyanızı koruyabilirsiniz. Doğa zaman içinde yapılan küçük tahribatları tamir edecek durumdadır. Hatta doğayı tamamen bozarak O’nu belli kalıplar arasında sıkıştırırsanız; uzun yıllar sonra O da kendini ister istemez koruyacak sel felaketleriyle en eski doğallık durumuna dönüştürmek için gayret gösterir.

ZELENG: Antik Anadolu’muzda vadi boylarındaki böyle kayalık ve zor geçit veren yerlere “Kutsal Geçit” anlamına gelen benzer adlar veriliyor. ( Zile- Silenos- Silan- Silandos- Zela ve Zelaia gibi). Eskilerde böyle ıssız ve korku saçan yerlere hep kutsallık anlayışı ile bakılmıştır. Abanoz Suyu üstündeki Zeleng Şelalesinin tam karşısında bugünkü taş ocağının bulunduğu yerde, Şişmanlı Suyu üzerinde 1950 yıllarında bir şelale vardı. Yani iki şelale karşı karşıya idi. Şelale Gölünün hemen peşinde, köy halkının çarşıya gitmesine olanak tanıyan bir taş köprü bulunuyordu. Araba yolu yapılınca bu Taş Köprüye yandan bir beton köprü daha eklenerek üstünden araba ve yayalara geçit verildi. Sonraları bu Şelale kayalıkları dinamitle patlatılınca, şelale gölü ve ikiz köprülerin altı ve üstü taş doldu. Zamanla üstleri taş ve topraklarla doldurularak toprağa gömüldüler. Yani diri, diri bir tarih, yerin dibine gömüldü. Şimdi Şelalesiz ölü Köprülerin üstünden geçerken gençler, altta bir tarihin yattığını nereden bilebilirler ki? İnsanlar değerli varlıklarına onlar yaşarken gereken önemi veremiyorlar. Ancak onları yıkıp parçaladıktan sonra hatalarını anlıyor ve pişman oluyorlar.
Meylat’ın yani bugünkü Merdivenli Köyü’nün 1 Km doğusunda antik ZELENG adı altında Balıkçı Köyü bulunuyor. Zeleng isimli yerlerimiz, tipik ve kalıcı bir bölge olarak, Türklerden binlerce yıl önceki Anadolu kültürünün adını yansıtmaya devam ediyorlar. Ama bizlerin ona katabildiğimiz ve “bu da bizim eserimiz “ diyebileceğimiz bir tarih yok. Sadece yok olmaması için antik Tarih kalıntılarını gündeme getirerek bu büyük mirasın asıl sahibi olan, ancak ortalıkta sadece ruhları dolaşan O insanları düşünerek hüzünleniyoruz.
Anadolu Kültürünü, tarihini ve coğrafyasını muhafaza ederek geliştirebilirsek, Türk Kültürünü de kökleştirmiş, ömrünü artırmış oluruz düşüncesindeyiz.

ABANOZ: Abanoz, Arapça ve Farsça olarak, siyah ya da bir ağaç cinsi olarak açıklanıyor. Çevrede böyle bir ağaç türü yok. Yöreyi bu ağaç türü ile açıklamamız pek de inandırıcı olmaz: Yine antik çağlara bakmak lazım. Çok eskilere dayanan ve eskilerde kalan bir söyleniş biçimi de Abra-vana’dır. Abavanos ve Abanos olarak yumuşatılarak Yöre halkı kendi dillerine uydurmuşlardır. Bu, “Bol Su Ülkesi” anlamına gelmektedir. Değiştirilmiş biçimi Abanos olduğu bir gerçek. Hangi anlama gelirse gelsin Abanoz Bölgesi, binlerce yıllık tarihi haykıran Zeleng yamaçlarında yerini almasıyla dikkat çekmeye devam ediyor. Gerçekten de burası bol sulu dik bir alandır.
Kutsal Zeleng geçidinin 150 m ilerisinde, rahmetli Abanoz Osman Dayının yol kenarında küçük bir bakkal Dükkânı bulunuyordu. Bu bakkalın 200 m ilerisinde tam Mollahasan Yolunun altında, insanları Abanoz mahallesi ve daha yukarılara Seli Tepesi’ne taşıyan güzel bir Taş Köprü bulunuyordu. Aşağıda açılan taş ocağı nedeniyle Kutsal Zeleng Boğazı taşlarla dolunca, dere getirdiği toprak ve çakılları, köprünün ayağına kadar doldurdu. Köprünün ayağındaki değirmenin içi tamamen kum ve çakıl yığıntısı haline dönüştü. Sonraki su taşkınlarında da köprü yıkıldı. Köprünün o bin bir zorlukla ve bin bir özenle kesilen taşları; şimdi vadi yatağının derinliklerindeki kumların içinde, savrulmuş ve terkedilmiş kendi kaderleriyle baş başa beklemektedirler!

ĞAVRA: Çataklıhoca İlköğretim Okulunun tam karşısında yer alan ve Şuşoğlu Mahallesi karşısına kadar devam eden Âşıklar Vadisi yamaçları ve Seli yokuşu tepelerinin bir bölümünü oluşturuyor. Bu bölgenin adı 1486 tarihli Trabzon Tahrir Defterinde “Havriya” diye gösterilmiş. Aslında Ğavra Vadisi, tepelerin arkasında kalmaktadır. Ğavra daha ziyade Şairler Deresinin adıyla anılır. Havran ve Havaran adları, Anadolu’muzun İlk çağ adlarındandır. Daima bölge ve Irmak adları olarak çok yaygındır. Suyun durumu ele alınarak, “Bolca Su” anlamına gelen bir isim verilmiş. Şairler deresinin adı (Havran), zamanla bölge adı Havriya olarak da söylenegelmiş ve dillerde Ğavra olarak kalmıştır.
YIKILAN TAŞ KÖPRÜ: Eskiden Adanırlar’ın evlerinin tam altında, Ğavra tarafına geçit veren bir taş köprü bulunuyordu. 1950’ li yıllarda ilk kez inşa edildiği biliniyor. 1940 doğumlu insanlar köprünün yapıldığını anımsarlar. Şimdi o köprü yerinde durmuyor. Çünkü derenin karşısında rahmetli Rüstem Dayının yaptırdığı Çay Fabrikasına beton köprü yapıldığı için o köprünün yıkılması gerekiyormuş. Kimlerin karar verdiği bilinmiyor ama bu noktada da bir tarih yok edilmiş olmaktadır. Ulusalcılık eğer bu noktalarda kendini gösterebilse ve geçmiş tarihimizin güzel yanlarının korunması ve koruma altına alınması bakımından hassasiyet gösterilebilse, bu ideolojinin de Ülkemize bir parça yararı olacağı bir gerçektir.

ÇİKARON: Yamaç, Yanıkdağ ve Esendağ Köylerinin eski adı Çikaron’dur. Karaçay dilinde, baharda ilk çıkan bir otun adı Çikaron’dur. Sefalı Köyünde İlkokul yakınındaki bir arazinin adı da Cikarut’ dur. Ancak bu, bodur “çikar” ağacı olarak bilinen ve çokça bulunan çikar ağaçlığı, yani,“Cikarlık” anlamına geliyor. Orijinalı cikar-ud’ dur. Sonundaki “ud” takısı, Uygurca lık-luk anlamı veren son ektir. Örneğin gürgenlik, meşelik gibi… Çamlıhemşin’deki Kağnud da benzer kelimedir. Cikar ise, içi boş bodur bir ağaçtır, yaprakları hayvanlara yem olarak verilir. Fazla yenildiğinde, hayvanda kanlı idrara neden olduğu söylenmektedir. Kökenleri ot ya da bodur bir ağaca dayalı olsa bile; Çikar-on ve Cikar-ud adlarıTürk dillerine dayalı olarak yaşamaya devam edecektir. Çikaron Köprüsü 1950 yılında Ahmet Sarıçam tarafından yapıldığı biliniyor.

ÇATAK: Türk Dil Kurumuna göre; bir dağın iki yamacının kesiştiği yerdeki dere yatağıdır. Su Kavşağı anlamına da gelir. T.D.K sözlüğünde Çatağın diğer bir anlamı da “Kavgacılık”dır. Çayeli’ne 5 km uzaklıkta Antik Assapa deresinde Âşıklar Köyü yolu kavşağında bulunan küçük bir durak ve merkezdir. Çataklıhoca Mahallesinin merkezi konumundadır. Halkının Çamlıhemşin – Çinçiva mahallesinden geldikleri söylenmekte ve tarih kayıtlarında da öyle olduğu bilinmektedir. Şimdi bu merkezde, Rahmetli Ali Okumuş’un yaptırdığı ve yöre insanına hizmet veren bir Çay Fabrikası bulunuyor. Rahmetli Hikmet Çataklı tarafından Cumhuriyet’ten önce 1900 yıllarında Çatak Merkezinde O’nun önderliğinde yaptırılan Taş Köprü, Âşıklar Köyü tarafına geçit veriyordu. Çatak’ı tarih yönünden canlandıran o tarihi köprü ve eski köyler yolu paralelinde getirilen su ile çalışan Un Değirmeniydi. Değirmen hala işlevini yertine getirmesine karşın, yol yapımı ve su taşkınları nedenleriyle, köprü betonla kaplanarak yok olmuştur. Zangeriz suyolları; bu taş köprüden daha yukarda sol tarafta kalan kollardır.

HARSEVOS: Yeni adı Aşıklar’dır. Çok eski söyleniş biçimi; Assapa ve Asipos’tur. Hem köy adı hem Derenin adıdır. Sonradan köye yerleşen Türkler bu adı, kendi dillerine daha uygun bir duruma dönüştürerek Har-ass-eva dediler. Sonundaki “Eva” eki, direkt antik Anadolu dillerinden ya da Farsçadan Türk Diline geçmiştir. Yani Karaçay diline göre, yeni ve eskinin senteziyle” Süslü Köy Yerleşimi” anlamında söylenmeye başlanmış. İlk çağda bu köyün adı, “Köyler Suyu” anlamında Assapa diye söyleniyordu. Bundan çıkan sonuç şudur: Binlerce yıl öncesinin Âşıklar Vadisi köylerinden bahsedildiğine göre, demek ki bu vadide insanlar yoğun olarak çok eski tarihlerden beri yaşıyorlarmış.
Harsevos Köylüleri buraya, 1743 tarihinden önce gelip yerleşmişler. Bu geliş tarihini; Meleskür köylülerinin (Uğrak Köyü- Pazar) Arsafos ve Çelenger köyü aleyhine açtıkları 1743 tarihli Palavid Yaylası Davasından ve Divan-ü Hümayun Kararından anlamaktayız. Antik Zuğa (Ziga) Deresi köyü olan Meleskür Köylüleri (Melasçu); yine bu bölgeden gidip Aşıklar Vadisinde yerleşen Harsevos ve Çelenger köylüleri aleyhinde ilk kez yayla davası açıyorlardı. Çünkü Harsevos ve Çelengerliler’in, Palavid Yaylasına gelmelerini istemiyorlardı.
Harsevos köylüleri, el dokuma tezgâhlarında keten ve yün dokumacılığı konusunda ilerleme kaydetmiş oldukları bilinmektedir. Ayrıca el işi olarak renkli yün çorabı örgü işleriyle de ünlüdürler. Hatta bu dokumacılık sayesinde para bile kazanıyorlarmış. Derenin adı, antik formata daha uygun olmasına karşın, Köyün adı daha çok Türk ağzına uydurularak söylenmeye devam ediliyor.

ĞAÇO: Harsevos Köyüne geldikten sonra bir de Eskiciler Mahallesine uğrayalım. Bu mahallenin eski adı ĞAÇO’dur. Acaba ne anlama geliyor? Harsevosun Ğaço’sunu, Ğaçapit’in Ğaça’sını, bir ısırımlık anlamına gelen Ğaçuk kelimesinin Ğaç’ını, Ğaçivonag Yaylasının Ğaç’ını bilmeyen, hatta ve hatta bilmediklerini de bilmeyen bazı yerel araştırmacılar, bu kelimeler karşısında ürkerek Ermenilere nasıl yanıt verecekleri konusunda şaşırarak dilleri tutuluyor. Şimdi Ğaço’cu Eskiciler’in ne yaptıklarına bir bakalım: Karaçay Türkleri ve Araplar diyorlar ki; “Kimse bu kelimelerden ürkmesin. Çünkü bü kelimeler bizlere aittir”. Evet, doğru söylüyorlar çünkü Araplar Keçiye HOÇ ya da HEÇ diyor. Bu kelime Karaçay Türkçesine de geçmiş bulunuyor. Böylece Ğaç-o (Ya da Ğaç-iç) KEÇİ BESLEYENLER (Keçici) anlamına gelmektedir. Yörede keçilere nasıl çağrıldığını bilen var mı? Eğer bunu da bilmeyenler varsa onlara bir diyeceğim kalmıyor. Hemşinli’nin de Keçiye seslenişi Araplar gibidir: Heç-heç, Hoç-hoç, Kiç-kiç… Ğaçapit Kelimesinin de bu kökten kaynaklandığı, yeri geldiğinde anlatılmaya çalışılacaktır.

MEZDAP: Bu köy, Âşıklar köyünün yükseğindedir. Karaçay Türkçesine göre ” Besili Hayvan Yetiştiren Köy” anlamındadır. Kökü Mezde’den kaynaklanıyor. Söylenmesini kolaylaştırmak bakımından kelimenin sonuna “p” harfi eklenmiştir. Mezdep, 5 yıllık kesilmeye hazır besili hayvan anlamında kullanılmıştır. Mezdovid (Mezde-Ovid) Yaylası da aynı kökten kaynaklanıyor. Kesimlik hayvan yetiştiren yayla anlamındadır. Hemşin bölgelerinde; kelimelere ve yer adlarına çoğu kez anlam verememe nedenleriyle, Hemşinliler bile kendi kendilerini hicvederek, hatta bu hicivleri daha da ağırlaştırarak kendileri için öz eleştiri yapıyorlar. Denilebilir ki; Hemşinliler’in kendilerini suçladıkları kadar, sipekülatör yabancı unsurlar bile böylesine saldırıda bulunmuyorlar. Bu durum, Hemşinliler’in kendi haklarında yeterli bilgi düzeyinde olmadıklarını gösteriyor. Bu bilgisizlik nedeniyle de haklarında söylenenleri önemsemiyerek şakaya alıyorlar.

ZANGERİZ: Bu ırmak, Çatak’ta Âşıklar deresi ile birleşen Sefalı ve Çilingir Köyü sularını toplayan ana su koludur. Anadolu kültürünün belkemiği olan Nesi ve Luwi dillerinin “Sangia” Kökünden kaynaklanır. Yüce Sevgili Ana Tanrıça Irmağı anlamındadır. Sakarya Nehri de aynı kökten kaynaklanmaktadır. Fonetik olarak Sangeris’ten Zangeriz’e dönüşmüştür. Burada, binlerce yıl önceki Kapadokya ve Anadolu kültürünün, Karadeniz’in iç kesimlerine nasıl da girdiğini sevinerek görmekteyiz. Antik Zangerizliler’in bıraktıkları en büyük eser, binlerce yıl sonra dahi kullanılmaya devam edilen bu özel isimlerdir. Dağların ırmakların ve yeryüzü şekillerinin en değerli tarihi eser olduklarını unutmamak lazımdır. Onun için bu yer ve sular; antik çağlarda hep kutsal varlıklar olarak görülmüşlerdir. Ölmeden milyonlarca yıl yaşayabilen her varlığın kutsallığına da inanmak gerekiyor. Eğer herkes böyle düşünürse, kendi kutsal varlıklarını yine kendi elleriyle korumuş olacaklardır.
Turizm açısından Yol kenarlarına koyacağımız küçük tabelalarda yer ve su adlarının ilave olarak parantez içinde yazarak ve Antik Anadolu coğrafyasının ne denli bir bütünlük gösterdiğini kanıtlayarak antik Tarihimizi anımsatmak acaba yörenin turizmine katkı sağlamaz mı? Şüphesiz ki gelecekte yöreye çok büyük katkılar sunacaktır.
Eski Çatak kayalıklarından sonra Çilingir Köyü istikametinde yol alırken, Dere kenarında bulunan düzlükte çok iri bir kaya bulunuyordu. Eskiden burası, yalı yolu üstünde, dinlenme ve namaz kılma yeriydi. Bu kayanın 50 M yukarısında Çataklılar’ın karşı Tepedeki arazi ve konutlarına geçit veren güzel bir Taş Köprü bulunuyor. Çilingir-Sefalı ve Erenlere giden asfat karayolu biraz yüksekten geçmektedir. Bugün bu yoldan geçenler yarın yarın Hemşin İlçesine kadar asfalt bir yoldan rahatlıkla gidebilecekler. Yoldan geçenler, bu tarihi köprüleri görmeliler ve yörenin antik tarihi konusunda bilgi edinebilmelidirler.

ĞENAÇOR: Zangeriz suyunun; Bistik ve Budi Tepelerinden inen küçük su kollarının birleşmesiyle meydana gelen su koludur. Arapça-Türkçe bol Su anlamına geleceği akla gelse bile, Kırgız Türkçesine göre GANA-ÇU olmalı. ISSIZ SU anlamındadır. Gerçekten de kısa mesafeli ama sarp derinliklerden akan sessiz ve ıssız bir Su’dur.

ÇELENGER: Bugünkü Sefalı Köyü ile iç içe girmiş Çilingir Köyü’dür. Pazar’ın Çingit (Uğrak) Köyü’nden buraya,1743 tarihinden çok daha önce ama hangi tarihte geldikleri kesin olarak bilinmiyor.1743 tarihi kesin tarihtir. Bu tarih kaydını, Meleskür halkının; Çilingir-Arsafos ve Ortaköy(Zuğa) aleyhine 1743 yılında açtıkları “Palavid Yaylası Davası” ndan öğrenmekteyiiz. Yayla davasıyla ilgili olarak bu tarihte verilen Divan-ü Hümayun kararında, bu köylerin adları ile dava ve karar tarihleri belirtiliyor. Bu nedenle Çilingir Köyü köylülerinin, köylerine 1743 yılından önce geldikleri, ancak bu göçün kesin tarahi bilinmemektedir.
Çelenger Köylüleri 1950 yılına kadar başlarına Puşi bağlamazlardı. Başlarında sürekli beyaz bir çember bulunurdu. Gelin baba evini terk ederken, başına da büyük beyaz çember atılırdı. Beyaz Çember, çelengerliler’in adeta sembolüydü. Son zamanlarda Puşu da bağlamaya başladılar.
Çingit ve Çilingir adları, Karaçay Türkçesindeki “Çınğgır” kelimesi kökünden türemiştir. Antik Çınğgır kelimesine benzetilerek verilen Çilingir adının, aslına uygun bir görüntüsü var. Çınğgır, beyaz çember anlamındadır. Beyaz Çemberliye de “Çınğgırdu “ diyorlar. Çilingirliler’in kesin olarak hangi tarihte bu köye geldikleri bilinmiyor. Antik Zuğa Deresindeki Çingit Köyüne, Çamlıhemşin- Kanlıboğaz üzerinden mi geldikleri yoksa Zuğa bölgesinden mi indikleri de kesin olarak bilinmiyor. Büyük olasılıkla çiligir Köyüne, Suçatı Köyünü (Apso) geçerek Erenler Köyü antik yoluyla gelmiş olmalıdırlar. Çünkü en kısa antik yol burasıdır.
Karaçay Türkleri, Kıpçakların torunlarıdır. Kıpçaklar, Batı Sibirya’daki OBİ Nehrinin İRTİŞ kolu Vadilerinde yaşıyorlardı. Gürcü Kraliçesi TAMARA zamanında akın, akın Gürcistana gelerek Anadoluya da yayıldılar.

ĞUBİYARLI: Sefalı Köyünün Orta-üst Mahallesidir. Ğubiyarlı’lar tahminen 1800-1820 tarihleri arasında Hemşin Zuğa’sından Çayeli’ye gelip yerleşmişler. Yerleştikleri yere Hemşin Zuğa’daki ĞUBİYAR adını veriyorlar. Kendilerine ise Ğubiyarlı deniliyor. Filavius Arrianus’un belirttiğine göre Zuğa Köyü ve Zuğa Deresinin 1900 yıl önceki adı “Zıga”dır. Anadolu’daki Zıgam, zıgala, zigana Ihlara Vadisi’ndeki Ziga adları; Zuğa’nın bu eski adının, Anadolu Medeniyetleri dil ve kültüründen bugüne kadar geldiğini kanıtlar durumdadır. Ancak Zuğa’dan gelen Ğubiyarlılar’ın kendi öz adları, öz Türkçe kökenlerden kaynaklanıyor. Ğu biyarlılar, Zuğa’nın Nefsi Zuğa denilen Çamlıtepe’nin SAĞIRLI mahallesinden Çayeli’nin Sefalı Köyüne göçmüşler. Şimdi Sağırlı denen yerde, HİLAL adında müstakil bir Köy bulunuyor. Eskiden Nefs-i Zuğa denilen Çamlıtepe ile Sağırlı birleşik tek Köy idi. Ğubiyarlılar geldikleri MAMUL-İ MEYLOZ Köyünde bugün bulundukları yere kendi soyadlarını vererek ĞÜBİYAR demişler. Yaşadıkları değişik her yerde bu soyadını kullanan Ğubiyarlı’ların soyadlarının açılımı şöyledir: “Hu- Biy- Yar”… Kutsal Beylerin Yeri anlamındadır. Kelime Farsça kökenli olmayıp, Güzel Yar anlamında da değildir.
Eski yıllarda Sivas Yöresinde yaşamış olan Ğubiyarlı’ların, Anadolu Selçukluları döneminde ya da Osmanlı Yavuz Sultan Selim dönemindeki isyan ve kargaşalardan kaçarak Hemşin dağlarına sığındıkları kuvvetli bir olasılıktır. Çünkü Sivas ve yöresi ile ilgili olarak İstanbul’da faaliyet gösteren Hubyar Sultan Ocağı; Tokat, Sivas ve Amasya’da yaşayan Türkmenleri bir araya toplamaya ve hizmet vermeye çalışmaktadır. Hubyar Kültür Derneğinin; Beydili Sıraç Türkmenleri ile ilgili olarak yaptıkları bir araştırmada; Tokat İli ALMUS İlçesine bağlı bir Hubiyar köyü bulunduğu belirtilmektedir. Aynı araştırmada, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde bir Hubyar köyü daha olduğu belirtiliyor. ( say. 47). Ayrıca Kafkas Dağlarının Hurzuk vadisinde Hubiyler’n yaşadıklarını bilmekteyiz. HURZUK Vadisinden akan Irmağın adı ise Ğudes’tir. Kutsal su anlamındadır. Hubiylerin kadın ve kızlarına BİYÇE deniliyor. Hurzuk Vadisi sonlarında BİYÇESİN adında bir deYaylaları bulunuyor. Bu, Kızlar Yaylası anlamındadır.
Sefalı Köyü ve Ğubiyarlı Mahallesinin 100 yıllık tarihi evleri, tamamen beton binara dönüştürüldü. Ancak tek Tarihi eser, Ğubiyar Mahallesinde bulunuyor. Bu Mahallede 100 yıllık bir cami bulunuyordu. Çift duvarlı, ahşap balkonlu, ahşap göbek işlemeli tavan, ahşap iç balkonlu ve ahşap Minberli idi. Bu cami 10 sene evvel bozularak yerine kubbeli betonarma bir cami inşa edildi. Ancak çürüyen eski ahşap kısımlar, el sanatları ustalarına yeniden yaptırılarak yeni yapılan camide de muhafaza edilmeye çalışıldı. Eski ve yeni ağaç oymalar, Mamul Köyü ustalarına yaptırıldığı biliniyor. Şimdi 113 yıllık olan Ğubiyar Orta Mahalle Camisi, görmeye değer bir durumda ziyaretçilerini bekliyor.
Sefalı Köyü’nün Ğubiyarlı Mahalledinden bahsederken, 33 yıl aynı Köyde Eğitmenlik yaparak çevresini her açıdan aydınlatarak önderlik eden Kemal Arıcı’yı da bir kez daha rahmet ve şükranla analım.
Şimdi Sefalı köyünün Ğubiyarlı mahallesine çıkmışken Hemşin müziğinden bazı ezgiler dinlemeden geri dönmeyelim. Balcıların sempatik delikanlısı ve yörenin medarı iftiharı Selçuk Balcı’ya kulak verelim… Tüm Hemşinliler’in en eski uzun havasını dinleyelim:
Bazı bazı O Dağlara gelurdun/ Bu Dünyada seni benum bilurdum…

MİLOZ: Sefalı köyünde Cinlerin cirit attığı CİNLİK Tepe’yi geçtikten sonra sol koldan yüründüğünde, Miloz’a varılır. Osmanlı döneminde; Kemer-Kesmetaş-Çilingir-Sefalı-Miloz aynı köy adı altında anılıyordu ve adına MAMUL-i MEYLOZ deniliyordu. Cumhuriyet yıllarında, Kesmetaş köyü ve diğerleri birbirinden ayrılarak bağımsızlaştılar. Miloz Köyü ise bir süre SEFALI adı altında anıldıktan sonra 1960 yılını aşan dönemde Sefalı Köyünden ayrıldı ve Kestanelik adını aldı.
A. Bailly sözlüğünde, Melos sözcüğünün Akdeniz kökenli olduğunu ve aynı zamanda Helen diline geçtiğini söylüyor. Bundan, çok daha eskiden Anadolu Dillerine ait bir kelime olduğu anlaşılıyor. Bu anlatıma göre Miloz; “Elmalı Köy” anlamına geliyor. Kelime, Luwi dilinden geldiği biliniyor. Ankara’nın Kalecik ve Burdur’un Bucak İlçesinde aynı isimde köyler bulunuyor. ( bak B. Umar. T. Adlar.) Bir şeyin iyi bilinmesi ve değerlendirme yaparken ona göre bir karara varılması gerekiyor: Hitit-Luwi didlini kendi Atalarımızın dili olarak kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü onlar, GÜMÜŞ ÜLKESİ (Hattu) insanlarıydı ve Ülkemizin dağında taşında, ırmağında suyunda hala yaşamakta olan izleri bulunuyor. Gümüş Ülkesinin izleri sadece Yurdumuzda değil; Balkanlar, Yunanistan, Gürcistan ve Ortadoğu ülkelerinde de görülüyor. Bu antik çağlardan bize kadar gelen kelimelere önce biz sahip çıkacağız. Çünkü bu Dili, bizim Ülkemizin insanları yaratmıştır. Bu kelimeler Yunanistan ve Ermenistan’ın diline de girmişse, bunlara Yunan ya da Ermeni kökenli diyemezsiniz. Aşırı Ulusalcı araştırmacılar, bu kelimelerin sayısal çokluğuna bakarak kendi Ulusları leyhinde bazı sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Biz de gerçekleri bilmediğimiz için yapılan bu yorumlara üzülsek bile pişkinlikle yanıt veriyoruz. Oysa üzülmek ya da aleyhte söylenenleri pişkinliğe vermek yerine; konuların özüne inerek doğruları öğrenerek ve anlayarak başkalarına da anlatmak ve bundan gurur duymamız gerekiyor…

VENEKDERE: Venekdere, Melyat deresi Vadisinde olmasına karşın, Çayeli hudutları içindedir. Bugün yöre, birden çok köy haline dönüşmüştür. Bu Köyler Kaçkar-Erenler-Yavuzlar-Çınartepe-Zafer’dir. Yöre halkı, Zuğa’dan, Mervani’den ve değişik yerlerden gelmiştir. Vadinin sonunda “Isırlık Sırt”ta bir tapınak kalıntıları olduğu söylemektedir. Isırlık Tırt’ın arka Suları, Seslidere Köyü ve AĞARAN ŞELALESİ’ne iner. Tepedeki bir tapınak kalıntılarının, Şamanist Türklere, Gürcülere ya da Ermenilere ait olduğunu söylemek şimdiden erken sayılır. Yalnız yörede, buna benzer bir Şamanist tapınak kalıntısı da Haremtepe Mollaveys Mahallesinde bulunuyor. Çamlıhemşin köylerinde de Osmanlı döneminde küçük çapta tapınma yerleri bulunuyormuş. Eski Şamanist Tapınma yerleri bugünkü cami ve kiliseler gibi şatafatlı değillerdi, basit bir-iki odalı kapalı mekânlardı…
Erenler, karayoluyla hemşine bağlıdır. Erenler-Hemşin yolunun antik bir değeri de var… Eski yıllarda Çayeli yöresi ve Erenler Yöresinin Yaylacıları bu yolu kullanarak ÇOÇO DAĞI’nı (Levent) geçerek Hemşin’e inerler ve daha sonra Üskürt Dağına tırmanarak bu kez Mollaveis’e inip yaylalarına dağılırlardı. Kışın, büyükbaş hayvanların bakımı çok zordu. Keçiler dağlarda kışın bile yiyecek bulabilirler. Ancak büyükbaş hayvanlar için bu olanak bulunmuyor. Çayeli yüksek köylüleri hayvanlarını kışın bakabilmek için yaya olarak Venekdere ve Veiço üzerinden Apso Köyüne (Suçatı Köyü) inerler ve ”OTLUK” denilen mısır saplarını bağlayıp sırtlanarak böylesine meşekkatli ve karla kaplı bir yoldan köylerine dönerlerdi.
Bazı dil bilimcileri, vona’ın yunanca boona’dan dilimize geçtiğini ve çokça hayvancılığın yapıldığı bölge anlamına geldiğini “Bööö” hayvan sesine benzeterek söylüyorlar. Hemşin Dilinde kullanılış şekliyle, yaylalarda hayvanların gece yattıkları yere Vonag diyorlar. Hatta Kırgız Türk Dilinde Vonag, yayla anlamına da gelmektedir. Venekdere’nin, Vona-ak-dere olarak Yunanca-Türkçe karışımı “süt hayvanı yatağı” anlamına geleceği düşünülebilir. Veneg, kanımızca bu anlamda değerlendirilmelidir. Ermenice “vank” ile bir ilgisi olmasa gerek.
Araba yolu boyunca Erenler Köyüne çıkmadan etrafı kapalı oldukça Dere içinde saklı küçük ama çok şirin bir Şelale bulunmaktadır. Bu Şelaleye mutlaka Turistik bir anlam kazandırılmalıdır. Şimdi hemşin yolu çalışmaları hız kazanmışken bu şirin şelaleye de bir anlam kazandırılmalı. Hele Erenler’de “Balık” ve “Ğuğud” Sularının birleştiği yerin biraz aşağısıda bulunan Taş Köprüsü de görmeye değer köprülerimizdendir.

ZUĞOPO: Eskiden, Erenler Köyünün bir mahallesiydi. Daha sonraları, Zafer Köyü adı altında bağımsız bir köy oldu. Halkı Zuğa’dan gelmiştir. Zuğa’nın etimolojik temelinin de antik çağlara dayandığı biliniyor. Orijin adı Zıga-apa‘dır. “Zuğa Suyu” anlamındadır. Köy halkının da Zuğa’dan buraya inmeleri nedeniyle bu ad verildiği ve Zuğa Suyu (Zıga-pa) anlamında olduğunu konusunda bir şüphe yok. Köylerine bu adı vermeleri, buraya Zuğa’dan indiklerini kanıtlıyor. Anadolu’nun antik Luwi ve ardılı dillerine dayandığı bir gerçek… ZUĞA bölümünde anlatılanlar, burada da geçerlidir.

VEİÇO: Yeni adı Yavuzlar Köyü’dür. Esas kök yapısı Türkçe olup BEİÇO dur. BERİDEKİ SU KÖYÜ anlamındadır. ÇO ve ÇOR ile biten ya da başlayan tüm kelimeler Türkçeye dayanıyor ve kelimeye su ile ilgili bir yer olduğu kanıtını sunuyor. Köyün orijinal adı BEİ-ÇU olmalı. Beriki su anlamında kullanılmıştır.

ÇOÇO: Çoço Dağı ve Köyü Hemşin topraklarında kalmasına karşın, bu konu hakkında burada bir iki laf edelim. Yörenin insanları antik Çoço yolunu kullanarak yaylalarına giderlerdi. Erenler Köyünden sonra Hemşin’e bağlı Demirciler mahahallesinin içinden Çoço Dağına tırmanılır ve Hemşin Deresine inildikten sonra Taşköprü üzerinden Hemşine çıkılırdı. Ceğalver Dağı ile Çoço yanyanadır. Çok ilginç bir ad Çoço… Köyün antik adı da Çoço dur. Köy’un yeni adı Levent’tir. Çayeli-Hemşin Karayolu bu güzergâhtan geçecek. Çoço Köyü, Hemşin Vadisi ve köyleri dolaşılırken daha geniş olarak anlatılacaktır.

CEĞALVER: Seslidere, levent, Sarısu ve Âşıklar Köyü’nün zirvesinde Batıdan Kuzey Doğuya uzanan 1000 m yüksekliğinde yatık, üstü çıplak, etrafı ormanlık bir dağdır. Bakıldığı zaman sanki Çayeli’yi Hemşinden ayıran bir Dağ gibi duruyor. Alçak ve düzgün bir dağ görünümündedir. Divan-ü Lügatit Türk’de “Cıgılvar”, küçük demektir. Ceğalver Dağı da küçük dağ anlamına gelmektedir. Bu Dağ, Pazar, Hemşin ve Çayeli köylerinden görülebilmektedir. Ceğalver’e yağan kar, kışa yaklaşıldığının bir işaretidir. Ceğalver Dağı’nı gören bütün çevre köy insanları; “ Ceğalver’e iki defa kar düşerse, üçüncüsü bizdedır” derler. Bunu bilen köylüler, hemen kış hazırlıklarına başlar ve alelacele kışlık odunlarını hazırlarlar. Ceğalver Dağı dört boyutlu bir görünümdedir. Sularını, bir dere ile Pazar’a, üç dere ile de Çayeli’ne akıtmakdadır. Sefalı Köyü ve Çilingi’in bazı bölümlerinin içme suyu bu Dağdan getirilmiştir.
Tarihi, kültürü ve ekonomik yapısı itibarıyla bakıldığı zaman kolayca anlaşılıyor ki; Âşıklar Vadisi, turizm potansiyeli olan bir bölgedir. Momul’uyla, Kumika’sıyla, Kuspa’sıyla, Zancel’iyle, Ğalata’sıyla, Kosta’sıyla, Murçiva’sıyla, Kuvalyoz’uyla, Mapabra’sıyla, Andra Suyuyla, Asipos Deresi’yle (Asapsa), Zeğalluk’uyla, Zeleng’iyle, Abanozlular ve Abanoz Suyuyla, Çikaron’uyla, Ğavra’sıyla, Çatak’ıyle, Harsevos’uyla, Sokur’uyla, Kertelik’iyle, Mezdap’ıyla, Isırlık Sırtı ve Ceğalver Dağı ile, Zangeriz’iyle, Çelenger’iyle, Kirman ve Ğayta’sıyla, Pazapan, Gondaz ve Ğosrof’uyla, Pistik ve Tafula’sıyla, Ğubiyar ve Meldok’uyla, Cimlik Boğazı ve Kitikuti’sıyla, Momuşin, Calikin, Molğor, Çaça ve Madik’iyle, Ensurt, Parağot ve Miloz’uyla, Venekdere, Zuğopo, Çukeloğ ve Maşmegut’ uyla, Cimog, Cemag, Alacaberuc, Mağlut, Bezimodul, Cağva, Davrikot, Veiço, Çar ve daha birçok yer adlarıyla ve konuştuğu orijin öz Türkçesiyle, binlerce yıl öncesinin yankılarını bugün hala kulaklarımızı tırmalayacak biçimde yankılandırmaya devam ediyor.
Topluluk ve Milletlerin dilleri yok olabilir amma, kültür yumağı her zaman gelişerek, zenginleşerek ve değişerek devam eder. Bir toprak üzerinde Kültür ve dilin, birlikte yaşamaya devam etmesi; Millet ve Devlet oluşumlarını ortaya çıkarır. Küçük dillerin ortadan kalkması, kültürü ve birlikte yaşama devamlılığını ortadan kaldırmaz. Bir coğrafya üzerinde binlerce yıl süregelen, yaşama ve ölme olayları gerçekleşirken, yaratılan o kültür birikimi ortadan hiç yok olmaz. İşte bugün yıllarca yıl öncesi hakkında bazı bilgilere ulaşabiliyorsak bu sosyal gerçekler nedeniyledir.

MAPAVRİ KÖYÜ:
Mapavri adı, Anadolu’nun en eski antik dili olan “Nesi” ve “Pala” dillerine dayanır.“Antik” dendiği zaman, MÖ. 2000 yılından buyana MS’ki1200 yılları arasında geçen Yunan, Hitit ve Roma dönemiyle ilgili 3200 yıllık ORTAÇAĞ Dönemi akla gelmektedir. Mapavri’nın bu antik adı, ilk başlangıcında “Mapabra” olarak ortaya çıkmıştır. Kök sözcükler, Ma-apa-abra’ dır. “Ma” kelimesi, Luvi–Pelasgas dilinde Ana Tanrıça demektir. Ana Tanrıçanın adı Anadoluda Kibele olsa bile Karadeniz’de buna “MA” diyorlar. “Apa” ise su anlamına geliyor. “Abra” da Irmak anlamındadır.
Çayeli Köyü’nü ve Senöz Deresi Vadisini birlikte ele alarak incelemekte yarar bulunmaktadır. Çünkü Çayeli’nin antik adları, her zaman bu Vadiden akan Irmakla birlikte ortaya çıkmış ve Derenin adı, yerleşim merkezinin de adı olduğu bilinmektedir. Mapavri’yi tanımaya çalışırken, Büyükdere’yi de tanımış olacağız. Çünkü bu Dere de Mapabra adıyla anılmaktadır.
İnsanlar ilk önce yaşadıkları yerdeki akarsulara kutsallık duygusuyla baktıkları ve ondan sonra da kümeleştikleri köyün, kasabanın ya da şehrin adına bu adı vermektedirler. Çayeli’nin bir önceki adı Çaybaşıdır. Bundan öncesi ise Mapavri olarak biliniyor. Osmanlı dönemi boyunca hep Mapavri olarak kalmıştır. Cumhuriyet yıllarında bu ad değiştirilerek “Çaybaşı” yapılmış ve daha sonraki yıllarda da “Çayeli” olmuştur. Kısaca söylendiğinde Çayeli adını Senoz Deresi Irmağının antik adından almıştır.
Böylce Çayeli’nin ilk antik adının Mapabra olduğu biliniyor. Mapabra Vadisi anlatılırken bu konulara genişçe yer verildi. Çayeli’nin ikinci adı ise ADİANOS tur. Daha sonraki adları ise Çaybaşı ve Çayeli olmuştur.
ADİANOS adını ilk kez ROMA ordu Müfettişi F. Arrianus ortaya atmıştı. F. Arrianus, Mapabra’dan geçip yoluna devam ederken, buradaki Köyün ilk antik adı olan MAPABRA değiştirilerek ADİANOS olmuştu. Böylece Arrianus, “ADİANOS” adından bahsederken hem Çayeli’nin büyükdere’sinden Hem de Çayeli’nin bu ikinci adından bahsetmiş oluyor.
Arrianus MS 129 yılında mürettebatı ve yelkenlileriyle birlikte Çayeli önlerinden geçerken çok bozuk bir havaya rastlar. Şimşek ve gök gürültüsü ortalığı çınlatmaktadır. Rüzgâr esiyor ve Deniz dalgaları giderek büyüyordu. Rüzgârı arkalarına alarak hızlı bir şekilde yol aldılar. Meylat’a ulaştıkları zaman, Karayel önden esmeye başlıyordu. Zor şartlar altında kendilerini doğal liman olan Atina’ya atmak için, var güçleriyle uğraş veriyorlardı. Önlerine Antik Atina Limanı çıkınca hemen kürekleri limanın içine kıvırdılar.
Çayeli henüz daha bir köy iken, Kanuni Sultan Süleyman ve Trabzon Valisi Şehzade Selim zamanında RİZE-PAZAR-HEMŞİN-ARHAVİ İlçe yapılarak, Kaptanpaşa ve Çamlıhemşin (Karahemşin) Bucakları da HEMŞİN İlçesine bağlanmıştır. Çayeli çok daha sonraları 1878 yılı 2. Abdulhamit Döneminde BUCAK MERKEZİ haline getirildi. 1944 yılında ise İsmet Paşa Döneminde ÇAYBAŞI adı altında İlçe yapıldı.

ÇAYELİ’NİN MAHALLE VE KÖYLERİ: Çayeli’nin 29 mahallesinin adları şöyledir: Aşağıçaycılar, Büyükcaferpaşa, Büyüktaşhane, Çamlıca, Çataklıhoca, Çavuşlu, Demirciler, Eskipazar, Gümüştaş, Habiboğlu, Hassadıklar, Kaptanpaşa, Kazancılar, Kesmetaş, Kirazlık, Küçükcaferpaşa, Küçüktaşhane, Limanköy, Maden, Merkez, Sabuncular, Soğuksu, Şairler, Taşhane, Topkaya, Yazıcılar, Yenicami, Yenipazar, Yukarıçaycılar…
Elli bir sayıdan oluşan köylerin adları şöyle:
Abdullahhoa, Armutlu, Âşıklar, Başköy, Beşikçiler, Beyazsu, Buzlupınar, Çataldere, Çeşmeli, Çınartepe, Çilingir, Çukurluhoca, Demirhisar, Derecik, Düzgeçit, Erdemli, Erenler, Esendağ, Gürgenli, Gürpınar, Güzeltepe, Haremtepe, İncesırt, İncesu, Kaçkar, Kaptanpaşa, Karaağaç, Kemerköy, Kestanelik, Köprübaşı, Latifli, Maltepe, Musadağı, Ormancık, Ortaköy, Sarısu, Sefalı, Seslidere, Sırtköy, Uzundere, Yamaçköy, Yanıkdağ, Yavuzlar, Yenice, Yenihisar, Yenitepe, Yeşilırmak, Yeşilköy, Yeşiltepe, Yıldızeli, Zafer…
Çayeli, Eğitim-Öğretim alanında altyapısı çok sağlam ve yeterli düzeydedir. Bu hizmetlerin çoğu, eski Belediye Başkanı Mustafa Kaşıkçı döneminde ANAP İktidarında alınan hizmetlerdir. Ayrıca İşadamları tarafından da bazi lise ve ilköğretim okullarının yaptırıldığı görülmüştür. İlköğretim okulları sık ve yaygındır. Madenli Belediyesi hudutları içindeki 75.YIL İMKB YATILI BÖLGE ORTAOKULU,16 Derslikli, Laboratuvarlı modern altyapısıyla her alanda ve sporda da başarılar kazanıyor. Ayrıca İlçe Merkezinde 7 adet LİSE bulunmaktadır. Liseler şöyledir:
Çayeli Kız Teknik Meslek Lisesi.
Vakıfbank Çayeli Anadolu Lisesi.
İsakoğlu Anadolu Sağlık Meslek Lisesi.
Çayeli Anadolu Öğretmen Lisesi.
İsakoğlu Denizcilik Anadolu Meslek Lisesi.
Anadolu İmamhatip Lisesi.
Barboros Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi.

Çayeli’nin, RİZE ÜNİVERSİTESİNE bağlı bir de EĞİTİM FAKÜLTESİ bulunmaktadır. Gerek Eğitim Fakültesi ve gerekse Yatılı Bölge Ortaaokulu için yeterli Yurt Binarı da mevcuttur.

ZELEKİ KALESİ: Çayeli’nden Meylat’a doğru yola çıkanlar Kanlıdere’yi geçer geçmez hemen sağdan yukarı dönerek Rusların yaptırdığı eski Çayeli-Pazar yoluna girsinler. Şimdiki Çayeli Tünelinin tam üstüne çıktığınız zaman yolun sol kenarında bir Kale Harabesi göreceksiniz. Bu Kaleye Zeleki Kalesi diyorlar. Çayeli’de ve Pazar’da aynı adla anılan iki yer daha var: Birisi Asipos Deresindeki Zeleng, diğeri de Meylattaki Zeleng… Zeleng kelimesinin, Anadolu antik taraihi kadar eskiye dayalı bir geçmişi var. Şimdi akla bir soru geliyor: Acaba bu Kalenin, “Zeleng” yer adı kadar eski bir geçmişi varmıdır? Yorumumuza devam ederek şöyle diyebiliriz: Rize Kalesinin 1560 yılında Bizans İmparatorluğu döneminde İran-Arap tehlikesine karşı yapıldığını biliyoruz. Hitit-Luwi dilinden gelen Zeleng kelimesi, Geçit vermeyen ıssız ve korkunç yer anlamındadır. Öyle olunca da burada bir Kalenin bulunması elzemdir. Acaba bu Kale buradan geçenlere korkulu rüya gördürmek için haydutlar tarafından mı yapıldı yoksa yörede korku ve dehşet saçan bu haydutları engellemek için mi yapıldı? Bu iki olasılığa göre Kalenin yapılış tarihi farklı olacaktır. Akla gelen ilk olasılık Bizans Döneminde İran saldırılarına karşı Karadenizde yapılan Kalelerden biri olduğu tahmin ediliyor. Yani 4000 yıllık adı bulunan bu yere, haydutların ve İran saldırılarından korunmak üzere sonradan yapılmış olabileceği daha ağırlık kazanıyor. Ancak Kale adının biraz Lazca’ya uydurularak söylendiği anlaşılıyor. Esas adı Zeleng olmalıdır.

MEYLAT: Şimdi biz de Meylat’a doğru yola çıkalım ama Kemer Tünelini geçtikten sonra Rahmetli Ziya Dayının Denizdeki kayalıkların üstünde bulunan Balık Tesisinde bir taze balık yemeyi unutmayalım. Sonra da aldığımız enerjiyle, Meylat Deresinde biraz soluklanalım ve Vadi boyu yukarıya doğru çıkmaya başlayalım. Meylat Bölgesi genel olarak Lazlar’ın yaşadığı Bölgedir ve bugünkü adı Merdivenli Köyü’dür. Meylat Deresi, Çayeli Âşıklar Deresi kadar büyüklüktedir. Meylat halkı, balıkçılık çay ziraatı ve inşaatçılık yapmakta ve gelir düzeyleri oldukça yüksek olan insanlardır. Meylatın Tarihinin, Atina kadar eski olduğu bilinmektedir. Dere burada “S” harfi çizerek Denize ulaşır.
Meylat’ın dillere destan ünlü balıkçılığının yanında yöre halkının sevecenliği ve binlerce yıllık geleneklerinin bugüne taşıdıkları ezilmişlik duygusu ile birlikte nakış nakış dağlara işledikleri, insanı hüzünlendiren ama geçmişlerinin bilinmeyen derinliklerini anımsatan dayanılmaz ezgilerinin dinlenme zamanıdır. Öyle ise Polatlar’ın kızı Hülya’ya kulak verelim. Çok güzel ezgilerden oluşan Laz ve Hemşin Türküleri dinliyelim.

SURMİNAT: Meylat Çay fabrikası arkasından Güney Köyü içinden geçen yol, Bogina’ya çıkar. Vadi boyu Merdivenli’den sonra Örnek Köy gelir. Daha sonra ise Laz Surminat’ına gelinir. Buranın şimdiki adı Kuzayca’dır. Burada Laz ve Hemşinliler birlikte yaşamaktadırlar. Bu Köyden sonra da Hemşin Surminet’ine çıkılır. Yani Surminat ikiye bölünmüş ve iki Köy olmuş. Yukarı Surminat’ın yeni adı ise ŞENDERE Köyü’dür. Suminet de denilen bu bölgenin adının Lazca olduğu düşünülmektedir. Şendere Köyünde Hemşinliler yaşamaktadırlar. Çayeli Kuspa’sından gelen Tepe Üstü antik yolu Kestanelik ve şendere Köyüne ulaşmakta olup çok eski yıllardan beri kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Fevzi Tellinin belirttiği gibi, Şendere Köyü’nde Telloğlu ailesine ait dikkat çekici bir arazi parçası var: Burası DAMBUR adında bir yer… Dambur’un ise, Çamlıhemşin’in antik adı olduğu bilinmektedir. Bu ad, DAMBUR bölümünde anlatıldığı gibi, eski Kırgız geleneğinden gelmektedir. “Ot ve Süt Umulan” çok verimli bir arazi olduğu anlaşılıyor. Aslında Dambur ya da Dambur -Daş, Kırgız kadınlarının bir DUA şenliğidir. Bir araya toplanarak Tanrıdan ot ve sütün çok olmasını diliyorlar. Böylece antik Çamlıhemşin gelenekleri ve Dilinin adım, adım yöreye nasıl yayıldığı, Hemşinlik Bölgesindeki konuşma dili ve yer adlarından kolayca anlaşılıyor.
Şendere Köyünü Dere karşısındaki Mahallesine ve Tektaş Köyüne bağlayan güzel bir Taş Köprü bulunuyor. Daha yukarda Kestanelik Köyünün altında bu köyü, Erenler-Şendere ve Tektaş Köyüne bağlayan küçük ama güzel bir köprü daha bulunuyor. Bu Köprülerin Vilayetçe tam olarak tespit edilmesi ve korumaya alınması gerekiyor.

BOGİNA: Şendere Köyü’nün tam karşısnda ve Vadinin karşı yamacında Bogina Köyü bulunuyor. Hemşindeki Pogina Köyü ile aynı anlama gelmektedir. Bugünkü adı TEKTAŞ Köyü’dür. Gürcüler evsiz barksız insanlara BOGANA derler. Fındıklıda ise Karadeniz Ansikopedisine göre ARI KOVANI’na bu ad veriliyormuş yorumu yapılmaktadır. Yalnız Kırgız dilinde BOGOO diye bir kelime var. Bağlı Köy anlamındadır. Karaçay Türkçesine göre de BAGANA, çatı direği anlamındadır. Bu açıklamadan sonra Türkçe bir ad olduğunu söylemek mümkün… Çünkü bü köyde Hemşinli’ler yaşıyorlar. Hemşinlilerin yaşadıkları bir yerde Gürcü ya da Laz adlarının olması biraz zayıf olasılık olarak görünüyor.
Bogina araba yolu hem Ğaçapit tarafına aşmakta hem de Şendere Erenler ve etrafındaki köylere bağlanmaktadır.
Bogina ve Surminet Köylerinden sonra gelen daha yukardaki 6 köy, Çayeli’ye bağlıdır. Bu bölümdeki köylere, Venekdere köyler Bölgesi deniliyor. Çayeli-Âşıklar Vadi boyunca gelip CİNLİK BOĞAZI’ndan Erenlere inen yol, çok mükemmel asfalt bir yoldur. ÇAYELİ-HEMŞİN yolu, Karayolları sınırları içine alındıktan sonra Erenler Köyünden sonraki yol çalışmalarına hızla devam ediyor. Bu yol ile birlikte MEYLAT-ERENLER Köyü arası bozuk yolun da bir an önce genişletilerek asfatlanması gerekiyor. Böylece Çayeli-Meylat-Hemşin üçgeni, Turistik bir ağ oluşturmuş olacaktır.
Şimdi burada geriye dönerek, Meylat’tan Atina istikametine doğru yol alalım. 1 Km ötede önünüze Balıkçı Köyü çıkacaktır. Balıkçı Köyü’nün de eski adı ZELENG dir. Meylat’ın limanı ve iskelesi buradadır. Antik Çağ kalıntısı olan çok güzel manzaralı bir yerdir. Antik Çağlarda Issz ve zor geçit veren korkulu yerlere hep Kutsallık anlayışıyla bakılmış. Aynen Çayeli Tünelinin üstünde bulunan Zeleki Kalesi gibi… Anadoluda ve Doğu Karadenizde benzer adlara rastlanmaktadır. Zile, Zela, zelia, Silenos, silan ve zigana gibi… Meylat- Zeleng Köyü’nün eski durumu bilinmiyor. Acaba geçit vermeyen bir yer olarak geçmişte ne konumdaydı? Neden korku saçıyormuş? Bugünkü görünüşü, geçişlere çok uygun, korku saçmayan bir yer olarak görünüyor.
Karadeniz Sahil Yolu yapılmadan önce burada çok küçük bir Balıkçı Barınağı bulunuyordu. Her Deniz dalgalandığı zaman, barınağın içi çakılla dolardı. Böyle zamanlarda Meylat ve Zelenk Balıkçıları çok zor durumda kalırlardı. Barınaklarını açtırabilmek için Hükümet kapılarında dolanıp dururlardı. Sonunda yine kendi olanaklariyle elden geldiği kadar Barınağı dolduran çakılları temizlemeye çalışırlardı. Ama artık o eski sıkıntılı günler geride kaldı. Çünkü burada, Sahil Yolu geçtikten sonra çok güzel ve çok sağlam bir Balıkçı Barınağı yapıldı. Artık herkes kendi kapalı düzgün mekânında yırtık ağlarını dikebiliyor ve teknelerini onarabiliyorlar. Ama ne yazık ki Polatlar, Yüzsevenler ve daha nice yaşlı dayılar bu rahatlığın tadına varamadan öteki dünyaya göçüp gittiler. Allah Rahmet eylesin….

SİVRİKALE KALESİ: Eski Pazar tüneline vardığınız zaman Tünelin tam üstünde yarımadanın yükseğinde bulunan Kalenin adıdır. Bu Kalenin de Arap-İran tehlikesine karşı Bizans tarafından Rize Kalesi ile birlikte yapıldığı düşünülmektedir.

ĞAÇAPİT KÖYÜ: Balıkçı köy’nden ve Zeleng’den sonra yolunuz eski Atina Tüneline varır. Burada Sivrikale Köyü ve Kalesi ile karşı karşıya kalırsınız. Tünelin sağından ayrılan yol sizi Sivrikale ve daha yukardaki ĞAÇAPİT KÖYÜ’nün her iki mahallesine de ulaştırabilir. Ğaçapit Köyü adının anlaşılmazlığı yüzünden yapılan sipekülasyonlar nedeniyle, bu Köy’ün anlatımına özel bir yer ayrılmıştır. Sivrakale’deki Tepeüstü yolu sağ taraftan izlerseniz Gökan Birben’in yanık Türkülerni mırıldamak gelir içinizden. Çünkü bu yol sizi Radar yolundan PİRPİRLER Mahallesine götürecektir. Bu Mahallede şimdi Birben ve diğer akrabalar yaşamaktadırlar. Köyün 3. Mahallesi olan Derebaşı’ndan, bir Tepe aşılarak Tektaş ve Erenler köyü üzerinden Çayeli’ye ya da Hemşin’e gitme olanağınız bulunuyor. Pirpirler, daha sonra Cumhuriyet yıllarında BİRBEN soyadını alıyorlar.
Sivrikale sol tarafta bulunan yolu takib edenler, Ğaçapit Köyü’nün ĞUBİYYARLI MAHALLESİNE ulaşabilirler. Köyün mahalleleri, Sivrikale Vadisi Deresinin iki karşılıklı yakasında bulunuyor. Şimdi, Ğaçapit adındaki bu büyük Köye Kibarca “Haçapit” diyerek bazı benzetmeler yapmadan önce, gerçek olarak ne anlama geldiğine bakalım:
ĞAÇAPİT: Bugünkü adı SUBAŞI KÖYÜ’dür. Karşılıklı olarak Ğubiyarlılar; Pipirler ve Derebaşı diye üç mahalleden oluşuyor. Atina’ya bağlı bir köydür. Burada açıklanmaya çalışılan Hemşin dili ve yer adları kökenlerini, Divanü Lügatit Türk’ten alıntılar yaparak ortaya koymaya çalışıyoruz. Kaşkarlı Mahmut ünlü eserinde, bütün Türklerin diline gönderme yaparak, kitabını ana Türk Dili ve geleneklerinin kaynağı haline getirmiştir. Böylece bu Lügat, Kaşkarlı Mahmut tarafından 1080 yıllarında derlenmiş çok değerli Türk dili kaynaklarından biridir. Bu Divan tamamen Türkçe kelimelerden oluşmuyor. Türk Dili o yıllarda Arapça ve Farsçadan etkilenerek yabancılaşmaya başladığı için, Lügatta yabancı kökenli kelimelere de yer verilmiştir. Lügatın, Karahanlılar döneminde yazıldığını da unutmamak lazım…
Bütün bu kaynaklar tarandığı vakit, Türklerde ve Araplarda HEÇ, HOÇ ya da HOÇA Keçi anlamına geldiği anlaşılıyor. Karluk Türkleri ise Ana Keçiye HOÇ-apat diyorlar. APA ise eski Türklerde ANA anlamına da geliyor. Araplar da keçiye HEÇ diyorlar. Böylece HOÇA-apa-t gibi bir kök oluşuyor. Bundan da hiç tereddütsüz ANA KEÇİLİ YER anlamı çıkmaktadır. Hemşinlilerin bunun gibi yüzlerce yer adı kullanıyorlar ve en eski Türkçe konuşma dili ile öz Türkçe konuşuyorlar. Haliyle HORİM (Horum) insanları da ayni klasik dille olsa bile değişik lehçe ile konuşuyorlar. Türk Dili; Latince, Arapça, Farsça, Gürcüce, Rusça ve Ermenicenin etkisinda kalarak onlardan bazı kelimeler almıştır. Yabancı Diller de Türkçe’den etkilenerek bazı Türkçe kelimeler almışlardır. Ama Türkçe en çok Ermenice’yi etkilemiş ve Ermenilere 4000 e yakın Türkçe kelime vermiştir. Ermeniceden Hemşin diline geçen kelime sayısı ise sadece 95 dir. Bu nedenlerle eski Türk Dillerine ve Hemşin diline karşı bir yaklaşım olmadan yapılan anlatımlarlar, gerçekleri göstereceği yerde insanın kendisini de bazı saplantılara sokar. Birisi size “Ğaçapit” ya da “Ğubiyar” ın ne olduğunu sorduğu zaman:
-E ben ne bileyim, belkide Ermenicedur diye Hemşin Diliyle bir espiriyle yanıt vermeye kalkarsanız, bu yanıtınız nedeniyle sizi her yerde kullanarak durumdan fazife çıkarmaya çalışabilirler. Dolayısiyle her söylediğimiz sözde ve yazılarımızda, sorumluluk bilincinden uzak durmamalıyız.

ĞAÇAPİT ĞUBİYARLILARI: Bunlar, Çayeli-Sefalı Köyünde yaşayan Ğubiyarlılarla birlikte ZUĞA’nın Ğubiyar Mahallesinden yani Sağırlı’dan indikleri ve aynı “HU” BİYLERİ’nin soyundan geldikleri biliniyor. HUBİYLER, Türkmen Türklerinin bir Oba ya da Oymak’a bağlı bireyleridir.” HU” Beyleri göçtükleri yerlere,” Hu Beylerinin yeri” anlamına gelen öz adlarını veriyorlar. Böylece, konakladıkları yere de, “Hu-Biy-Yer”diyorlar. Yani Hu Beyleri, bir akraba olarak topluca bulundukları YER‘ i kasdediyorlar ve Mahalle adını da bu anlamda kullanıyorlar. Ğubiyar kelimesinin sadece “Hu” su Arapça ve Farsça kökenden geliyor. Kelime Farsça olmayıp,” Güzel Yar” anlamında da değildir. Bu nedenlerle, Ğaçapit’in “Ğaç” ini ve Ğubiyar’ın “Ğu” sunu iyice araştırdıktan sonra konuşursak daha isabetli kararlara imza atmış oluruz…
Ğubiyarlılar devamlı yürüyen insanlar yani Yörük değillerdir. 2-3 aylığına yaylalarına çıkıp inen yarı göçebe oldukları söylenebilir. Ğaçapit Ğubiyarlıları, bir anlam verilemeyen köken adlarını değiştirerek HABERAL Soyadı almışlardır. Böyle yapılarak, Cumhuriyet Döneminde, anlamları üzerinde araştırma yapılmadan birçok Türkçe adlar değiştirilmiş oldu!

KIZ KULESİ VE ANTİK LİMAN: Atina’ya 1 Km kala Soğuksu Mahallesiyle Kız Kulesini görebilirsiniz. Bu durumda en eski Atina görüntüsü ile karşı karşıya kalmışsınız demektir: Altta Deniz kıyısına 30 M uzaklıktaki iki kayadan biri üzerindeki KIZ KULESİ görüntüsü, Kulenin hemen arkadındaki doğal Atina Limanı ve Limanın arkasındaki yamaçta ise Soğuksu mahallesi… Bütün bunlar, antik Atina’nın yerleşim yeri olarak biliniyor.
Çayeli’yi anlatırken; Roma İmparatorluğunun Ordu Müfettişi F. Arrianus’u 1900 yıl önce Mapabra Denizinde çok kötü hava koşullarında bırakmıştık. Onlar yollarına devam etmişler ve korku saçan Zeleng’i geçtikten sonra kendilerini Atina Limanına zor atmışlardı. En büyük üç sıra kurekli ve yelkenli savaş demisi demir atarak diğer yelkenlileri Limana çekmeye çalışırlarken Deniz bir yelkenliyi param parça etmişti. Böylece iki gün yelkenlilerin içinde beklemek zorunda kalmışlardı. Şimdi bu antik Athena Limanının bulunduğu yerden, Sahil Duble yolu geçirildi. Rahmetli Sivrikayalı kayık ustası Mustafa ‘nın da ekmeğini kazandığı bu Liman, 2000 yıllık anılarıyla bugün dahi yaşatılmalıydı. Hiç olmazsa bu Tarihi Liman hakkındaki bilgiler, Kız Kulesinde yapılacak küçük bir müzede sergilenerek, Atina Tarihi daha güçlü tutulmaya çalışılarak Turizm teşvik edilmelidir.
Arrianus, orada bulunan ve ta o zaman bile içi boş olan Kız Kulesinden bahsettikten sonra, Atina’da bir Athena Tapınağının bulunduğunu söylüyor. Böylece de Arrianusun verdiği bilgilerden, Kız Kulesinin, Bizans döneminde yapılmadığı anlaşılıyor. Kız Kulesi, 7×7 ebadında, 49 metrekare genişliğinde küçük bir Kale’dir. Bizanslılar bu kaleyi kullanmadıklarına göre, onlar tarafından yapılmadığı ve daha eski tarihlerden kaldığı açıkça anlaşılıyor. Hatta Arrianus Kızkulesi’nin Deniz içinde bulunduğu konusuna hiç değinmediği için o yıllarda bu Kulenin bulunduğu adanın, kara ile bitişik bir yarımada üzerinde olduğu düşüncesini kuvvetlendiriyor. Uzun yıllar içinde Denizin aşındırması ile kara ila Kule arasında çakıllı bir deniz oluşmuş olabileceği düşünülmektedir… Kız Kulesinin bulunduğu taş adanın yanında başkaca küçük bir ada daha bulunuyor.

ATİNA: Bugünkü adı Pazar’dır. Pazar’ın böylesine antik bir tarihe sahib olması onun önemini bir kat daha artırıyor. Kız Kulesi, antik liman, Athena Tapınağı ve Heykeli, Zıka, ya da Skapa Irmağı, Hamidiyedeki Pordonis Krallığı, Ciha Kalesi, tarihi köprüleri ve diğer birçok mekânlar, Pazar’ın Turizim açısından geleceğini etkiliyecektir. Batısında Çayeli, Doğusunda Ardeşen, Güneyinde ise yine Çayeli ve Çamlıhemşin ve Hemşin İlçeleriyle komşu bulunan bir İlçedir.
Pazar’a gelmişken mahalle ve Köylerinden bahsedelim ve yolculuğumuza devam edelim:
Mahalleler: Yukarı soğuksu mahallesi, Aşağı Soğuksu mahallesi, Zafer mahallesi, Cumhuriyet mahallesi, Kirazlık mahallesi, İkiztepe mahallesi, Güzelyalı mahallesi, Beyaztaş mahallesi, Gazi mahallesi, Pazar Merkez mahallesi, Liman mahallesi, Hastahane mahallesi… Pazar’ın, mahalleler dışında 50 adet köyü bulunuyor.

ATİNA’NIN KÖYLERİ:
Akbucak, Akmescit, Aktaş, Aktepe, Alçılı, Balıkçı, Başköy, Boğazlı, Bucak, Danlı, Dağdibi, Derebaşı, Dernek, Elmalık, Hamidiye, Handağı, Hasköy, Hisarlı, Irmakköy, Irmakyeniköy, Kayağantaş, Kesikköprü, Kocaköprü, Kuzayca, Merdivenli, Ocak, Ortaırmak, Ortayol, Papatya, Sahilköy, Sessizdere, Sivrikale, Sivritepe, Subaşı, Suçatı, Sulak, Tektaş, Topluca, Tütüncüler, Uğrak, Yavuzköy, Yemişli, Yeşilköy, Yücehisar, Çayköy, Örnek, Şehitlik, şendere, Şentepe… Derebaşı Köyünde Laz ve Hemşinli’ler birlikte yaşıyorlar. Kayağantaş Köyü ise bir Hemşinli Köyüdür.
Arrianus ve ekibi, Atina Limanında 2 gün Denizin dinmesini bekledikten sonra yollarına devam etme kararı alıyorlar. Arrianus’un anlattıklarından bir sonuç çıkarılması gerekiyorsa, Athena Tapınağını ziyaret etmedikleri anlaşılıyor. Arrianus, 7 stadion ötede ZAGATİS Irmağı bulunduğunu söylüyor. Zagatis Irmağı, bugün Pazar’ın hemen doğusundan Denize ulaşan ZUĞA (Hemşin ) Irmağıdır. Yani Atina limanına yaklaşık 1330 Metre mesafede…
ATİNA, Hemşin-Rize-Arhavi ile birlikte aynı tarihte, Şehzade Selim Trabzon Valisi olunca 1488 yılında İlçe yapıldı. Ancak Kanuni Döneminde tekrar Bucak’a dönüştürüldü ve çok uzun bir süre sonra 1864 yılında tekrar İlçe oldu. Ancak ATİNA adı daha önce Cumhuriyet kurulduktan 5 yıl sonra 1928 yılında değiştirilerek Pazar oldu.
Pazar ve ötesinin iklimi, Çayeli ve Batısındaki yerleşim merkezlerinden çok farklıdır. Pazar ve ötesinde Batıya nazaran, Baharlar daima 15 gün önce başlar. Bu nedenlerle Çay ve diğer Ziraat ürünlerinin çok daha verimli olduğu apaçık görülmektedir. Meyvecilik ve sebzecilik yönünden daha verimli ve toprak zengindir. Çay ziraatı yanında, fındık üretimi ve son yıllarda da kivi ekimi yapılmaktadır. Ayrıca ihtiyaç kadar narenciye üretilmekte ve yaygın olarak Balıkçılık yapılmaktadır. Sahil yolundan sonra yapılan Balıkçı barınakları, Balıkçılığa önem kazandırmıştır.
15 yıl öncesine kadar Tütüncüler Köyü ve çevredeki birkaç köyde yapılan Tütün ekimi artık daha yapılmıyor. Çok eski yıllarda tohumu Meksikadan getirilerek ilk deneme ekimi, Soğuksu Mahallesinde yapılarak ekilmeye başlanmıştı. 1950 yılından 1995 yılına kadar Püro Tütünü üretilerek piyasaya PAZAR PÜRO TÜTÜNÜ çıkarılmıştı. Şimdilerde artık bu üretim daha yapılamıyor.
Hemşin Irmağının En eski antik adı ZİGA’dır. (zuğa). “Tis” ekini Arrianus Pazardan geçerken takmıştır. TİS Yunanca “ aidiyed “ ekidir. Bazen “ ios” bazen de “ itis” olarak da görülebilir. Zuğa’nın, konumu itibariyle “Dağlık” anlamında olabileceği gibi, DAR GEÇİT anlamına da gelebileceği için, sonuna “tis” eki eklendiğinde Dağlık yere ait ya da Dar Geçitli Yere Ait Irmak anlamına dönüşüyor. Arrianus MS 95 yılında İzmit’te dünyaya gelmiş bir Yunanlıdır. Bu nedenle de kolaylık olsun diye yer adlarını kendi diline uydurmaya çalışıyor.
Şimdilik bu açıklamayı yeterli bularak Zuğa Vadisi ve Deresinin Topoğrafyasına bir göz atmaya devam edelim.
Zuğa Deresi; PORDONİS (Fırtına Irmağı) Irmağı kadar olmasa da hatırı sayılı bir deredir. Vadi ağzı Batıda Kızkalesine, Doğuda ise Kirazlık mahallesindeki Pazar Limanına kadar uzanır. Zuğa Deresi yolu birkaç kez yıkıldıktan sonra 1985 yıllarında yeniden yapılarak bu kez çok iyi bir asfalt döküldü. Alt yapısı tamamen doğal granit daşları ile sıkıştırılıp asfaltı öyle döküldü.
Vadi, Denizden itibaren geniş düzlükler ihtiva etmektedir. Bu bölümler daha çok tarım arazisi olarak kullanılır. Hemşine ulaşan en eski antik yol hemen Atinanın içinden ve Kadın Pazarının bulunduğu yerden geçerek Derenin sağından yukarıya doğru yılan gibi kavis çizerek ilerlerdi. Bu yol, 1843 yılında Alman Doktor Karl Koch’a da rehberlik etmişti. Koch Çamlıhemşinden çıkmış ve Kanlıboğaz’ı aşarak Skapa Suyu boyunca Çingit üzerinden Hemşin Deresine indikten sonra eski Atina yoluna geçmiş ve Pazar’a O yoldan gelmişti.
Pazar’dan itibaren Derenin sağ yakasından yukarıya doğru sıralanan köyler; Kesikköprü, Elmalık ( Kuzika) Suçatı, Derinsu, Başköy ve levent köyü’dür. Kuzikada Laz ve Hemşinliler birlikte yaşamaktadırlar.

KESİKKÖPRÜ: Pazar’ en yakın Köylerden biridir. Zıga Irmağı burada çok genişlediği için Köye geçmek için eski yıllarda 4 gözlü Taştan Köprü yapılmış. Çok eski tarihi olan Köprünün 1947’ li yıllarda sel felaketi nedeniyle 3 gözü yıkılmıştı. Bu uzun Köprünün herbirine ayrı ad verilmiş: Sualtı ve Levent Köprüleri gibi… Bu köprünün,1700 yıllarında yapıldığı biliniyor. Köprü, Köyün HOTRİ Mahallesinde bulunuyor. Köprü şimdi aslına uygun olarak yeniden yapılmaya çalışılıyor. Gerçekten bu Köprüler zinciri, Tarihi cami ve konakların onarılması, yöreye çok fazla Turizm potansiyeli katacaktır. Keskköpru gerçekten Rize Yöresinin en muhteşem Köprü’sudur.

APSO: Bugünkü Suçatı Köyü’nün antik adıdır. Apso Köyü Irmağa çok yakın oldukça kalabalık bir Köy görünümündedir. Çok güzel iki tane Taş Köprüsü vardır. Yöre köylerinde Laz-Hemşinli halk, birlikte yaşamaktadır. Bu Köye gelmişken hemen Birol Topaloğlu’nun Kaleli Nokta Halanın Destanı AHMEDUM’dan düzenlediği Türküsünü dinlemeden geçmek olmaz.
Bu Köy, Venekdere üzerinden Çayeli’ye de bağlıdır. Kışın hayvanlarını beslemekte zorluk çeken Çayeli köylüleri, iplerini arkalarına bağlayarak doğruca bu Köye gelirler ve Misir saplarından oluşan “otluk” larını dikine olarak sırtlanırlar ve köylerine götürürlerdi. Tamamen buz tutmuş karların üstünden yürüyerek topluca Köye gelen insanlar karda iz vurarak aynı yoldan geri dönerlerdi. Bu yem taşımacılığı, zaman olarak sabahtan akşama kadar sürerdi. Bu nedenle geniş yörede birbirlerinden uzak yaşasalar bile, insanlar birbirlerini tanırlardı ve birbirleriyle ilişki içindeydiler…
Apso ne anlama geliyordu? Pazar Kirazlık mahallesinden denize ulaşan bir Suyun adı da APSU dur. Kelimenin kökeni Hitit- Luwi diline dayanıyor ve Lazlar’ın diline de girmiş bulunuyor. Luwi Dilinde; Ap-Pa-Apa-Aba, SU anlamına geliyor. AP-SO… Kelimenin gerçek kökeni APASA ile lgili olmalıdır. APASA aynı zamanda Selçuk (Efes) İlçesinin antik adıdır. Hitit-Luwi dilindendir.
APSO’ nun gerçek anlamı ise, AKARSU YERLEŞİMLERİ dir. Pek tabii ki bol akarsuyu olan yerlere böyle adlar veriliyordu. Apso kelimesi Hititlere de Sümerlilerden geçmiş. Onlarda da anlam değişmiyor: HAYAT SUYU YERLEŞİMLERİ…
Zıka Deresinın Doğu yakasından Hemşine doğru yol alırken buralarda da köylerin kümeleştiği görülmektedir. Pazar Lisesinin hemen tepesine ve yamaçlara serpilmiş Elmalık Mahallesinden sonra; Kocaköprü-Yücehisar- Açaba-Şentepe-Meymanat- Meleskür-Çingit-Boğaziçi Köyleri yer alıyor. Bu bölümdeki köyler incelendikten sonra, daha yukarda bulunan Hemşin köyleri de ele alınarak izah edilecektir.

CIHA KALESİ: Kocaköprü ve Papatya Köyünden sonra gelen köy’ün adı Yücehisar’dır. Yücehisar’dan Tarihi bir Taşköprü ile Ğulivat’a geçilir. Ğulivat’ın bugünkü adı Şentepe’dir. Ciha Kalesi burada bulunuyor. Bir tepe üstünde bulunan bu Kalenin biran önce restore edilerek turizmin hizmetine açılmalıdır. Bu Kale antik Meleskür-Çingit-Kanlıboğaz-Çamlıhemşin yolu üstünde bulunuyor. Muhtemelen Çayeli’nin Zeleki Kalesi gibi bu Kale’nin de, Bizans Döneminde İran-Arap saldırılarına karşı koymak üzere Rize Kalesi ile birlikte yapıldığı düşünülmektedir, Doktor Karl Koch 1843 yılında Kanlıboğaz’dan inerek bu Kale yolu güzergâhından Atinaya inmiş olabileceği doğru bir düşünce olacaktır. Karl Koch, Kanlıboğaz’dan Pazar tarafına geçtikten sonra bu yörede Atina’ya inmeden önce, bir evin bahçesinde açık havada yattığını söylüyor, ama bu köyün hangi köy olduğu bilinmiyor.

YÜCEHİSAR KÖYÜ’nü de anmadan geçemeyiz. Çünkü burada bir medrese ve Tarihi cami külliyesi bulunuyor. Caminin 1799 yılında Ayşe Hanım tarafından yapıldığı belirtiliyor. Medrese de aynı tarihli olmalıdır. Çünkü Osmanlı Döneminde Cami ve Medrese bir arada yapılırdı. Cami öğrencileri bu “Subyan okulları” nı bitirince Medreselere devam etmeleri kolaylaşırdı. Sibyan Okulları, bugünkü İlkokul seviyesindeki Okullar idi. Hatta bu külliyenin bir de öğrenci yurdu vardı.

AÇABA: Antik Zika Irmağının Skapa kolu ile daha Kuzeydeki bir dere arasında kalan bir Köy’dür. Bugünkü adı Bucak’tır. Zaten Kırgız Türkçesine göre Aça-Oba, İki Irmak Arasındaki Köy anlamına geliyor. Pazar’a bağlı bir köydür. Hemen hemen antik çağ kadar bir geçmişi bulunuyor. Aslında Türk Yer adları, Bizans’la birlikte bitmekte olan antik Dönem sonlarına doğru yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu nedenlerle Türk yer adlarına da antik çağ adları denilebilir.

MEYMANAT: Açaba’nın daha yukarısında Meymanat Köyü bulunuyor. Bugünkü adı Akbucak’tır. Eski Türk Dillerinde MEYMAN kelimesi yer almaktadır. Ancak kelime Farsçadan Türkçeye geçmiştir. Kelimenin sonundaki “at” eki farsça ve arapçadır. Kırgız Türkleri misafire MEYMAN diyorlar. Böylece Kelimenin bütünü, sonundaki “at” ekiyle birlikte Misafirler anlamına geliyor. Tam tercümesinden Meymanat Köyünün MİSAFİRLER KÖYÜ olduğu anlaşılıyor. Meymanat Köyü, antik Kanlıboğaz ile Çamlıhemşin Yolu üstünde bulunuyor. Eski insanlar hep bu yolu kullanarak Yaylalarına ve “Hardo”(Hala) Ilıcasına giderlerdi. O yıllarda belki de Meymanat Köyü, yolcular için bir KONAKLAMA yeriydi. Bu nedenlerle, Misafirler Köyü anlamına gelmiş olabilir. Akbucaklılar’ın misafirperver oldukları böylece ortaya çıkmış oluyor. Akbucak Köyü Pazar İlçesine bağlı olup halkı hemşinlidir.

ÇAMÇU: A.Galip Bozacı, Soframızda Misir Ekmeği Vardı adlı Romanında, GÜRGENLİ Köyü’nün tepesinde Çamçu adında güneli bir yerin varlığından bahsediyor. Bu Köy eğer varsa, Yücehisar ve Açaba köyü yakınlarında olması gerekiyor. Ancak tam olarak yeri tespit edilemedi. Roman yazarına göre bu Köy adı kurgulama olsa bile, ÇAMÇU yer adının var olduğu konusunda bir gerçeklik payı bulunuyor. Bu nedenlerle, kelimeyi açıklama gereği duyuldu. Eski Türk Dillerinde ÇAMÇU, Çam Suyu anlamındadır. Pınar ya da küçük bir akarsu olmalı… Hatta bu Suyun, Çamların içinde bulunduğu kanaatı da doğmaktadır.

KANLI BOĞAZ: Meymanat Köyü üzerinden Çamlıhemşine giden antik yolun en yükseğinde bulunuyor. Bugün burada Çamlıhemşin’e bağlı BOĞAZİÇİ adnda bir Köy bulunmaktadır. Karadenizde yolların geçtiği dağ geçitlerine AŞIT ya da BOĞAZ derler. Karl Koçh, bu Boğazdan aşarak Atinaya inmişti. Karl Koch’un kullandığı bu yol, Ayder, Çat ve yaylalara giden antik yol durumundadır.

ÇİNGİT: Bu Köy de Kanlıboğaz Köyünün daha aşağısında yer almaktadır. Bu günkü adı UĞRAK‘dır. 1843 yılında buradan geçen ALMAN Doktor Karl Koch seyahat anılarının Rize Bölümünde anlatmaktadır. Karl Koch’un bahsettiği antik SKAPA SUYU bu Köyden mi yoksa Meymanat Köyünden mi aktığı ya da Hemşin Deresinin adı mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Meleskür Vadisi üzerinde, güzel bir Çingit Taşkoprüsü bulunuyor.
Karaçay-Malkar Türk Dilinde ÇENGİRTKE kelimesi var: Bu, Çekirge anlamına geliyor. Öte yandan Kırgız Türkçesinde de ÇINĞGIRD ve ÇINĞGIRDU kelimeleri yer almaktadır. ÇINĞGIRD, başa sarılan Çember anlamındadır. ÇINĞGIRDU ise Çemberli anlamındadır. Yani Çingit etimolojik olarak eski Türkçede, “Çemberliler” anlamına gelmektedir.
Çayeli’nin Çilingir Köylüleri buradan göçerek 1743 yılından önceki yıllarda Çilingir’e gelip yerleşmişler. Geçekten bu Köyün sakinleri de başlarına beyaz bir Çember bağlarlardı. Hatta gelin kocasının evine giderken de başına yerlere kadarinen beyaz bir Çember atılırdı.

MELESKÜR: Çingit’in aşağısında Meleskür Köyü bulunuyor. Bugünkü adı Ortayol’dur. İlk bakışta iki kelimeden oluşan bir tamlama olduğu anlaşılıyor. B. Umar Melas’ın Luwi ve ardılı dillerden geldiğini söylüyor ve asıl kök kelimenin MAELA olduğunu belirtiyor. Böylece Ana Tanrıça MA (Kibele) burada da kendisini gösteriyor. Ancak Türkler buraya geldikten sonra MAELA nın sonuna ÇU ekleyerek MAELA-S–ÇU yapıyorlar. Bunu, ANA TANRIÇA SUYU anlamına gelecek şekilde kendi dillerine uyduruyorlar.
Burada bir konuyu açıkklamakta yarar var. 1843 yılında Alman Doktor, Kaçkarların çiçeklerini toplayıp Ayder üzerinden bu bölgeye geldiği zaman SKAPA SUYU’ndan bahsediyor. Öyle ise Melesçu ile Skapa suyu, birbirinen ayrı sulardır. Bu durumda Karl Koch, Meymanat Suyu için Skapa ifadesini kullandığı düşünülebilir.
Melesçu Köylüleri 1743 yılında Badişahın başkanı olduğu DİVAN-Ü HÜMAYÜN’a (Mahkeme) başvurarak, Zuğa Ortaköy-Çelenger ve Arsavos Köylülerinin hayvanlarını Palovid Yaylasına getirerek Yaylalarına müdahale ettiklerini ve bunların Yayladan men edilmelerini talep ediyorlar. Bu Yayla eskiden beri Melesçuluların Yaylası olarak biliniyordu. Bu davada Meleskürlüler Davayı kazanıyorlar. Ancak daha sonradan açılan davada yerel mahkeme Bu üç köyün de Palovid Yaylasından yararlanmasına karar veriyor.

SKAPA SUYU: Karl Koch. Boğazköyden (Kanlıboğaz) Pazara inmeye çalışırken SKAPA SUYU’ndan bahsetmektedir. Tam olarak hangi su olduğu belirlenemeyen bu Su, Hemşin Irmağı’nın adımıdır yoksa Hemşin Irmağına karışan başka küçük bir su kolumudur? Eğer yan ırmak kolu olarak Hemşin Irmağına (Zıka) katılan bir Su ise, bu Skapa Su’yunun anlamı nedir? Bir şüphemiz daha var: Acaba Karl Koch, 1900 sene önce adını andığı ZİKA (Hemşin) Irmağından mı bahsediyordu? Şüphelenmekte haklıyız çünkü adlar arasında bezerlikler var: SKA-PA ve ZAGA… Acaba Hemşin Irmağının gerçek adı SKAPA mıydı da Arrianus bunu ZIKATİS e çevirdi? Yoksa Hemşin Irmağının adı ZIGA-PA idi de Karl Koch bunu SKAPA olarak telaffüz etti? Yalnız şurası da bir gerçek ki hem zıka ve hem de Skapa’nın, antik Luwi dillinde birbirlerine yakın anlamları bulunuyor. Sular, Irmaktan daha küçük olduğu için bu Suyun, antik ZIKA suyuna karışan bir kol Suyu olduğu da akla geliyor. Kişisel kanaat olarak denilebilir ki K.Koch’un bahsettiği Skapa ile Arrianus’un bahsettiği Zagatis aynı Irmağın adıdır.

ÇOÇO KÖYÜ: Karaçay Türkleri domuz yavrusuna ve porsuğa ÇOÇHO diyarlar. Hatta porsuğun adına ÇOÇHA KUYRUK derler. Kokan Kuyruk anlamındadır. Gerçekten de Porsuk pis kokulu bir hayvandır. Kırgızlar ise domuza ÇOÇKO diyorlar. Ürküp korkmaya da ÇOCU derler. Bu kelimeler Karaçay Türklerinin hayatına öylesine girmiş ki, Onların aynı zamanda soyadları olmuş. Böylece ÇOÇO DAĞI nın, Korkutucu Dağ, Porsuk Dağı ya da, Domuz Dağı anlamına geldiği tartışma götürmez. Aynı formda daha başka Türkçe ifadeleri olsa bile, Çoço Dağına yakışan ad bunlardan biridir…
Levent Köyü’nün CONDA adında bir Mezralar bölgesi bulunur. Kırgız Türklerinde dağ sırtına CON diyorlar. Eksanoz’dan gelen eski yol, buradan Hemşine iner. Bu yer zaten tepe üstünde bulunuyor. Burayı İtalyanca Cunda’ya benzetenler de bulunuyor. Ancak burası, İtalyancadaki anlamıyla hiç bağdaşmıyor. Çünkü burayı İtalyanca Yelken Ağacına benzetmek olanaklı değil. CON-DA, Kırgız Türkçesine göre, Tepe Üstü Yer anlamına gelmektedir. Çoço Köyünün dikkat çeken bir mahallesi de SASTANET’tir. Karaçay Türkleri ses yankılanmasına SASIT diyorllar. Karaçaylı’lar bu kelimeyi Farsçadan almışlar. Senoz Deresindeki SASTEN de buna dayanıyor. Kelimenin esası Karaçay Türkçesine göre “sasıt” köküne dayanıyor. Sasten-et bu köke dayanmaktadır. Seslendiren, ses veren, yankılatan anlamındadır. Bu mahallede, Seslideredeki gibi Dere sesi çok güzel yansımakta ve iyi yankı yapmaktadır. Sastenet mahallesi adını buradan alıyor. Antik ZIGA Irmağı üzerinde birde CUNDA Taş Kprüsü bulunuyor.
Böylece Hemşin Dağları birbirlerine sesleniyorlar ve diyorlar ki, “Bizler, Türk Dilinin değişik lehçelerini konuşan bir Ulus olarak, ırkına bakmadan tüm dışardan gelen insanları üstümüzde barındıran bir Coğrafyayız. Birbirimizi dışlamadan yükselttiğimiz sesimiz, bütün Hemşin dağlarında yankılanmaktadır. Birbirimize seslenişimizin yankıları daha nice binlerce yıllarda da sürüp gidecek”…
ÇOÇO Dağı, Ceğalver Dağının Çaprazında bulunuyor. Yörenin Ceğalver Dağı, ”Kış” ın habercisidir. Bu Dağa 3 kez kar düştükten sonra ancak çevre köylere de ulaşır. Divan Sözlüğünde Çıgılvar, “küçük” anlamındadır. Hatta Türkler, “Cıgıvar okı” diyorlar. Bu dağ küçük alçak ve yatay görünümdedir.
Şimdi Çoço Dağı yolu Karayolları tarafından Hemşine ulaştırılmaya çalışılıyor. Çoço antik patika yolu eskiden Çayeli Köylüleri tarafından yayla yolu olarak kullanılıyordu. Çoço Köyünün arkasında Ventar ve Kintaç Tepeleri bulunuyor. Dağları, Tepeleri, mahalleleri olan Komodul ve Azaklı’sı ile Yöre, Türkçe kelimelerle doludur. Yüz yıllık konakları ve Tarihi Camisıyla da ünlü bir köy’dür.

Ğ U M N O: Zuğa Bölgesinin Irmağa yakın ilk köydür. Bugünkü adı YALTKAYA’dır. Altında, Levent Köyüne geçit veren bir Taş Köprü bulunuyor. Bu yöre aynı zamanda TAŞKÖPRÜ olarak adlandırılır. Çoço Dağını beri aşan Çayeli’li yaylacılar TAŞKÖPRÜ’ye inerler ve NURAN DAYI’nın kahvesinde soluklanırlardı. Burada DÜŞÜM verilir, yemekler yenilir ve çaylar içildikten sonra yola devam edilirdi. Az yukarda ise 1792 yılında yapılmlş HACIBALTA CAMİSİ bulunmaktadır. Ayrıca hicri 1324 ( 1908 ) yılında yapılmış minareli ALİ ÇELEBİ Camii de taştan yapılmış tarihi bir eserdir. Görülüyor ki, ZIGA (Zuğa) Vadisindeki eski Köprü ve camilerin yapılış tarihleri 1700’ lü yıllardan sonra gerçekleştirilmiş…
Bu arada Ğumno -Yeniköy mahallesi arasındaki tarihi KARAMİŞ KÖPRÜSÜ’nü de unutmamak gerekiyor. 1600 lü yıllarda yapıldığı tahmin ediliyor. Yeniköy Mahallesinin eski adı PAPAGER dir. Şimdi Hemşin’in en yakın mahallesi konumundadır. Papager, öz Türkçe olarak “BABA DEDE VATANI” anlamındadır.
Karaçay Türkçesinde “gumho” “gumos” ve “gumu” diye Türkçe kelimeler var. GUMU, ambar-kiler anlamındadır. Diğer kelimeler ise hayvancılıkla ilgilidir. Ğumno’nun anlamnın AMBAR olduğu düşünülmektedir. Yaltkaya Köylüleri Elovd ve Trovid Yaylasına giderler.

HEMŞİN: Bu ad, Hemşinliler’in oraya gelmelerinden sonra verilen en eski addır. İlk adı ise ZIKA’dır. Ğumno’nun biraz yukarısında Hemşin ilçe merkezi bulunur. Osmanlı Döneminde kısa bir süre İlçe, İdari Merkezi ile yönetiliyordu. 1520 yılından beri de Bucak seviyesinde yönetilmeye başlandı. Hemşin, bu adını almadan önce Salvezan diye ifade ediliyordu. Uzun yıllar Bucak yönetiminde kaldıktan sonra 1990 yılında yeniden ilçe oldu. 1530 Osmanlı kayıtlarında Hemşin, İlçe yönetimindedir. Merkez Bucağından başka 2 Bucağı daha var: Karahemşin (Çamlıhemşin) ve Eksanoz. Eksanoz Bucağı, Çayeli’nin Kaptanpaşa Merkezinde bulunuyordu.
1530 kayıtlarında Hemşinin adı NEKÜRİT’dir. Trabzon Şerriye sicil Defterinde bu kayıtlara rastlanmaktadır. Nekürit Arapça bir kelimedir. İnsanları, öldükten sonra soguya çekecek Meleğin adı NEKİR’ dir. NEKİR-İD ise, İNANAN İNSANLAR anlamındadır. Hemşinlilere neden NEKÜRİT adı verildi? Çünkü Hemşinliler Bizans Döneminde, 1460 yıllarına kadar ( F. Sultan Mehmet Dönemi) ŞAMANİST olarak yaşıyorlardı. Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Trabzon ve doğu Karadenizi aldıktan sonra yöreyi Müslümanlaştırma çalışmaları başlatılıyor. 2. Beyazıt 1481 yılında Padişah olunca oğlu Şehzade Selim’’i de Trabzon sancağına atadı. Şehzada Selim 1510 yılına kadar Trabzon yöneticisiydi. Önce Sancak Beyliği iken, 1488 yılında Trabzon artık Vilayet olarak anılmaya başlandı. Büyük olasılıkla Trabzon Vilayet olduktan sonra, RİZE-ATİNA-HEMŞİN-ARHAVİ beldeleri de İlçe Yapılarak Trabzon Vilayetine bağlandı. Böylece Hemşinli Şamanist Türkler’in de Müslümanlığa geçmeleri kolay oldu. Çünkü Şamanist Türkler zaten baştan beri GÖK TANRI’ya inanıyorlardı. Bu nedenlerle Hemşinliler’e, İNANAN İNSANLAR anlamına gelen NEKÜRİD’ler denilerek yeni kurulan İlçeye de NEKÜRİD adı veriliyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın Padışahlığı döneminin 1520 yılında ise Hemşin İlçe örgütü, 32 yıl kadar İlçe olarak kaldıktan sonra, BUCAK seviyesine düşürülmüş. Ancak Rize, Pazar ve Arhavi’nin, İlçe örgütü olarak yönetilmeye devam edildiği anlaşılıyor.
Bucak yönetimleri de 1520 tarihinden 1970 yılına kadar devam etmiş ve bu tarihten itibaren yavaş, yavaş kaldırılmaya başlanmıştır: Artık Bucak Müdürü atanmayarak, emekliliği gelenler de emekli edilerek bu yönetimler İlçelere dönüştürülmeye başlandı. Hemşin 1990 yılında İlçe yapıldı. Bugün Hemşin’in 4 Mahallesi bulunuyor: Yeniköy, Bahar, Ortaköy ve Mutlu… Ortaköy’ün adı, 1743 Divan-ü Hümayun Şerri Mahkemesi kaydında da, ORTAKÖY olarak belirtiliyor. Ortaköy’ün tahminen 1600’ lü yıllarda yapıldığı sanılan Tarihi bir Taş Köprüsü de bulunuyor.
ANLAMI NEDİR? Şimdi de Hemşin’in ne anlama geldiği konusu üzerinde duralım: Kırgız Türkçesine göre HEMŞİN, kuzu derisi anlamındadır. Yine Kıgızcada EMŞİNG, ağlamak anlamına geliyor. Hemşin genel anlamı itibariyle; tüm Hemşinliler’in yaşadıkları Bölgedir. Ancak bu geniş anlamdaki Hemşin Coğrafyası, daha dar ünitelere bölündü. Örneğin, Çamlıhemşin, Hemşin, Çayeli Hemşinlileri, Pazar Hemşinlileri, Ardeşen Hemşinlileri, Fındıklı Hemşinlileri, İkizdere-Cimil Hemşinlileri, gibi…
Bu konuyu yabancı etnik kökenli yazarlar durmadan karıştırarak yağ çıkarmaya çalışıyorlar. Kelimeler üzerinde oynamalar yaparak ya da kelimeye değişik anlamlar vererek Hemşinlilerin Türk olmadıkları kanıtlamak çabası içine giriyorlar. Örneğin Hemşin kelimesinin sonuna “tsi” ve “tsik” ekleyerek ve kelimeye “…Li” anlamı katarak Hemşinliyi yabancılaştırmaya çalışıyorlar. Ya da Hem-şen diye ayırarak ŞEN kelimesinin Ermenice “köy” anlamında olduğunu söyleyerek bundan maddi ve manevi çikar sağlamaya gayret sarfediyorlar.
Hemşin bölgesinin en eski antik adı ZIGA’dır. Ancak Hemşin Irmağının adı da ZIGA’ dır. Bunu, Roma Ordu Müfettişi F.Arrianus’un 1900 yıl önce Atina’dan geçerken ifade ettiği “ZAGA-TİS Irmağı” sözünden anlıyoruz. Ancak Arrianus ZIGA (ska) kelimesini kendi diline uydurmuş ve kelimenin sonuna “tis” ekini eklemiştir. ZIGA, dağlık ve Dar Geçitli anlamındadır. Sonuna eklenen “tis” ise, kelimenin anlamını, Dağlık ve Dar Geçitli Yere ait Irmak olarak manalandırıyor. Bugünkü ZUĞA adı 4000 yıllık Luwi, Kapadokya ve Hattu (Anadolu ) Dilleri’nin, “Hâlâ ben buradayım” dercesine bir haykırışıdır.
Hemşin belediyesine bağlı 4 mahalle bulunuyor. Yeniköy’ün eski adı Papager mahallesidir. Türkçe-Farsça bir tamlamadan oluşuyor: BABA-GÂR Ata Yurdu, Baba Yurdu anlamındadır. Bu mahalle Hacıbalta civarıdır. Bahar mahallesinin eski adı ise BADARA’dır. Badara Camii ve Konakları da tarihi değere sahip eserlerdendir. Gıto ve Ambarlı Yaylasına giderler… Ortaköy’ün eski adı ise Ortazuğa’dır… Nefsi Zuğa…

DECİNA: Hemşin’in en yakın 2. Köyü’dür. Bugünkü adı Akyamaç’tır. Güzel ve kalabalık bir köydür. Dacina, Tecina, Decina, Daçina biçiminde de söylenir. DACİ sözü Kırgızcaya Rusça’dan geçmiş olup, mesire yeri, gezinti yeri anlamındadır. Ancak Karaçay Dilinde de “TECE” formunda bir kelime bulunuyor. Buradaki anlamı da “Sunulmuş Güzel” Yer demek. Yani, Allah tarafından yaratılmış ve insanları hizmetine sunulmuş yer anlamındadır. DACİ-NA ya da TECE-NA kelimesinin sonundaki “na” eki, Hemşinliler’in kelimeyi kendi ağızlarına uydurmaktan kaynaklanmış olabilir. Böylece bu yere, Kırgz Türkleri mi yksa Karaçay Türklerinin mi verdiğikonusu açık değil…
Decina iki ırmağın birleştiği yerde kurulmuş, adıyla münasıp bir Köy’dür. Bu su üzerinde bulunan bir de şelalesi vardır. Kaçkın ve Şahar mezraları oldukça uzaktadır: Kelimeler de zaten Eski Türk Dillerine göre “Uzak” ve “Yüksek” anlamındadır. Tahmini 1500’ lü tarihlerde yapılmış bir de Taş Köprüsü bulunuyor. Ayrıca Sırt mahallesinde tarihi bir mezarlığı ve çeşmesi bulunmaktadır.

ÇONEVA: Bugünkü Nurluca Köyü’nün eski adıdır. Çanava ve Çaneva biçiminde değişik aksan olarak da ifade edilmektedir. Kırgız ve Karaçay Türkleri KIZAK’a Çana diyorlar. Öte yandan Divan-ü Lügatit Türk’te ÇANA diye bir kelime daha var. Bu kelime de “Kuvvetsiz” “Gevşek” anlamındadır. Hemşin Türkleri Gevşek kelimesini “seyrek, az” anlamında da kullanırlar. Böylece akla, KIZAK KÖYÜ ve KÜÇÜK KÖY diye iki olasılık geliyor. Çayeli-Mervani Irmağına Kundoz’dan inerek karışan bir ÇANA SUYU var. Bununla birlikte anlamlar değerlendirildiği zaman, Çana’nın, Divandaki gibi SEYREK, KUVVETSİZ, KÜÇÜK, AZ anlamına geldiği görülüyor. Kelimenin sonundaki VA eki ise Anadoluya Antik Çağlardan geldiği bilinmektedir. Böylece ÇANA-VA, “Küçük Yerleşim Yeri” ya da kısaca KÜÇÜK KÖY anlamına geldiği ağırlık kazanıyor. 1700’ lü yıllarda yapıldığı sanılan güzel bir de Taş Köprüsü bulunuyor.
Tarihi camisi ahşap işlemeli ve güzeldir. Mahalleleri arasında yer alan; Kuntek-Paçul-Monor-Kerap- Pokoçor’un anlamları Eski Türk kökenlerine dayanmaktadır. Hiçbir yabancı dil araştırmacısi, bu kelimeleri kitaplarına alarak, yabancı kökenli kelimeler olmadıklarını
( Ya da olduklarını) açıklama cesaretini gösteremediler!
Çonevalı’lar, Genel olarak Palovid Yaylasına giderler. Köy, Konaklarıyla da ünlüdür: Siçanoğlu Memişağa Konağı buradadır.

BADARA: Hemşin’in yakın Köylerinden biridir. Cumhuriyet Döneminde Bahar Köyü adını almıştır. Şimdi bu Köy Belediye hudutlarına alınarak Mahalle olmuştur. Öz Türkçe bir kelime olduğu açık… Ancak Divan-ü Lügatit Türk’teki anlamıyla, Karaçay Dilindeki anlamları farklıdır. Divan Lügatındaki BADAR, gürültü anlamındadır. Karaçay Türkleri ise Çiçek açmaya BADIRA, Tepeye ise BADIR diyorlar. Bu olasılıktan her üçü de Badara’ya ad olarak verilmiş olabilir. Yani Köyde Dere sesi gürültüsünün fazla olması, Doğada çok çiçek bulunması ya da tepe üstünde olması nedeniyle Sesli Köy-Tepeüstü Köy- Çiçekli Köy anlamlarından biri bu Köye adını vermiş olduğu artık su yüzüne çıkmıştır.
Badaralılar, ibadetlerini güzel bir Tarihi Camide yaparlar.

BODOLLİ: Hemşin’in en eski köylerinden biridir. Bugünkü adı Mutlu Köy’dür. Ancak Mahalle olarak Hemşin Belediyesine bağlanmıştır. Kırgız Türkçesinde BODO mal, koyun demektir. Ancak BOD, Boylu anlamına geliyor. Burada her iki olasılık da önem taşıyor. Mallı Köy (Koyun-Keçi) anlamına gelmektedir. Koyun-keçi Yetiştiren Köy olabileceği gibi BOYLU İNSANLAR KÖYÜ anlamında da olabilir. Bodolli’nin başında, Köylülerin öküzlerini döğüştürdükleri bir ÖKÜZ DÜZÜ bulunuyor. Şair Alioğlu buradan da haberdardır:
Öküz çaış yeri Bodolli başı/Muhabbete uygun yer Yunus Taşı/Ağıza tat verir dizlere derman/Ta ezelden beri Hoşmeri Aşı…

Z U Ğ A: Hemşin yöresinin adının genel olarak Zuğa olduğu bilinmektedir. Osmanlı kayıtlarında Nefs-i Zuğa diye bir kayıt var. Burası, şimdiki Orta Zuğa denilen Ortaköydür. Bugünkü Ortaköy mahallesinin Osmanlı dönemindeki adı da Orta Zuğa Köy’ü idi. Yani ZUĞA; Orta Zuğa(Nefsi Zuğa) ve Zuğa olmak üzere iki bölümden oluşuyordu.
Zuğa’dan ilk kez bahseden kişi, 1900 sene evvel Atina’dan geçen Roma Ordu Müfettişi F.Arrianus’tur. Zuğa’dan, ZAGATİS olarak bahseder. Bu hem Zuğa’nın kendisi hem de Irmağının adıdır. 1843 yılında Çingit’ten Atinaya inen Dr. Karl KOCH ise Hemşin Irmağından SKAPA olarak bahsediyor. Belki de K. Koch, doğrusunu söylemiş. Çünkü Skapa tam 4000 yıllık antik Anadolu adıdır. Ama Arrianus, Kelimenin sonundaki PA ekini atarak onun yerine bir Yunanca ek olan ‘TİS’i eklemiş. Esas ZIGA olan kelimeyi de ZAGA yapmış. Böylece Zuğa’nın gerçek antik adının ZIGAPA ( Skapa) olduğu anlaşılıyor. Bu kelime, Zigana, Zigam, Zuğopo, Zıgamiulya, zıgamısufla ve Zeleng antik kelimeleriyle de örtüşmektedır. Dağlık ve Dar Geçit Suyu anlamındadır: Zıga-pa…
“19. Yüzyılda Rizede imar faaliyetleri” başlığı altında verilen bilgide; Hodoloskuri-Karamiş-Kırmızısırt-Levent-Ortaköy-Yurtkaya-Karmateruma-Tolikço Köprülerinden bahsedilmektedir. Ancak Hodoloskuri-Kırmızısırt-Yurtkaya-Karmateruma-Tolikço Köprülerinin hangileri olduğu ve yerleri konusunda bir bilgi edinilemiyor. Sadece Karamiş Köprüsü konusunda bilgi sahibiyiz.
ZIKA (Zuğa) Vadisinin Nalia’ları ya da Serender’leri, Konakları, taş Köprüleri, Yer Adları, doğal güzellikleri ve daha nice Kültür varlıkları, yöre tarihini ileri taşıyacak önemli potansiyel miraslarımızdandır. Bu doğal yapıya insan elleri, sanatkârane bir biçimde yaklaşmalı ve bu güzelliklere daha başka güzellikler katmalıdır.

TEPAN: Hemşin’in bir Köyü’dür Bugünkü adı Bilenköy’dür. Yörede Depan diye de söylenir. Teman ve Tomon gibi Türkçe kelimelere de benziyor. Hemşin yöresinde Tepon diye telaffuz edilir. Öte yandan Kırgız Türkçesınde TEPENĞ diye bir kelime daha var. Bu kelimelerin anlamı üzerinden bir değerlendirme yapılırsa, Türkçe bir kelime olduğu anlaşılsa bile Köy’ün ne anlama geldiği konusunda bir karar vermek zor… Çünkü bu kelime, yürümek-oynamak-çalışmak-tepmek-ezmek gibi anlamlara geldiği için bu anlamlardan bir ad çıkarmak gerekiyor. Bundan, Tepilen Köy, Eski köy, Çalışkan Köy, gibi sonuçlar çıkarılabilir.
Bilenköy Köyü’ndede çok güzel eski bir cami bulunuyor. Bu cami, Yücehisar Köyündeki Ayşe Hanım Camisi ile aynı özellikleri göstermektedir. Bu nedenle 1799’ lu yıllarda yapıldığı tahmin ediliyor. Ayrıca 250 yılı aşkın mezar taşları da tarihi eser niteliğidedir. Zuğanın Bilen Köyü’ndeki Haliloğlu Konağı da görmeye değer bir Tarihi eserdir. Tepanlı’lar, Trorovid Yaylasına giderler.

HİLAL KÖYÜ: Ğubiyarlılar’ın Zuğa’daki yerleşim merkezlerinden biridir. Hilal ve Çamlıtepe HUBİY soyundan gelen Türkmenlere ve başka halklara ait bir yer idi. Hilal Köyü, Sağırlı olarak da anılıyordu. Sonradan karşı mahalle olarak Çamlıtepe Köyünden ayrılarak Hilal Köyü oldu.
Hilal Köyü orman altı ve yamaç yerleşimi olarak tamamen ahşap ve sıra halinde evlerden oluşuyor. Hilal Köyünün tam karşısındaki Çamlıtepede, güzel bir Cami ve onun kapısındaki Tarihi çeşme bulunuyor. Ğubiyarlılar’ın göçtükleri yer karşı taraftaki Hilal Köyü olduğu bilinmektedir. Burası 100 yıllık tarihi konaklarıyla da ünlüdür.
Ğubiyarlılar 200 yıl önce burasını terkederek, Pazar’ın Subaşı ve Çayeli’nin Sefalı Köyüne yerleşmişler. Ğubiyarlılar’ın Zuğa’daki yaşantıları konusunda geniş bir bilgi bulunmuyor. Ancak buraya da, Çamlıhemşin’in Ülkü Köyünden geldikleri söylenmektedir. Çünkü Ülkü Köyünde, Firil Ailesinin elinde halen Ğubiyyaroğlu arazilerinin bulunduğu biliniyor. Genel olarak yerli halk burada, hayvancılık yapıp bal ve balmumu ürettikleri, odunculuk yapıp “çimşir sapları” ticaretiyle uğraştıkları, Osmanlı kayıtlarından anlaşılmaktadır.
Hilal Köyü’nün Doğu yönündeki, Üskürt Dağı’nıın tam arkasında, Çamlıhemşin’in Mollaveys Köyü bulunur. Bu Köy’ün yükseğindeki Mezrada, Hilal Köyünde yaşayan Ğubiyarlıların arazileri bulunuyor. Çamlıhemşin’de bu araziler, ĞUBİYAR ARAZİSİ diye adlandırılıyor.

KANTARLI: Zuğa Bölgesinin son köyüdür. Ormaniçi güzel bir köydür. Aşağı ve Yukarı Kantarlı Mahalleleri, birbirlerinden oldukça uzakta kalıyor. Köyün çoğu GITO yaylasına giderler. Hemşin-Çat yolunun yapılmasıyla bu Köy’ün öneminin daha da artacağı muhakkaktır. Zuğa Deresi üzerinde, Kantarlı’ya geçen Tarihi eski olduğu kadar sonradan onarılmış bir Taş Köprü bulunuyor. Kantarlı iki mahalleye bölünmüş ama birbirlerinde epeyce uzakta bulunuyorlar. Kantarlıda da MAĞLUT KALESİ kalıntısı olduğu söyleniyor. Eğer varsa Köy Muhtarlığının konuya el atması ve bu batık Tarihin su yüzüne çıkarılması gerekiyor. Çünkü Erzurum üzerinden gelen İpek Yolu bir taraftan Kale Köyünden Ortayayla Köyü’ne ulaşarak Baldaş’tan Çayeli ve Rize tarafına aşmakta, diğer taraftan ise Kale-Zilkale ve Kale-Meydan-Zuğa bağlantısı sağlamakta idi. Bu nedenlerle Kantarlıda bir Kale bulunması, antik İpek Yolunun canlanması açısından çok önem taşımaktadır.
Acaba Kantarlı’daki MAĞLUT ne anlama geliyor? Hemşinlilerin yaşadıkları köylerde böyle çok sayıda ortak yer adları bulunuyor. Örneğin 1800 yıllarında Çayelinin Sefalı Köyüne göçen Ğubiyarlı’ların, Mağlud adında bir arazileri bulunuyor. Bu kelime, “lık” “luk” anlamı veren “ud” eki ile birlikte bulunuyor: Mağl-ud… Kırgız Türklerinde buna benzer kelimeler çoktur. Örneğin, mog-ol, Mog-ud, çog-oy, çog-oy-no, çog-ol, mogl-ud gibi… Kırgız Türkçesine göre bu kelimnelerin kökü, yumuşak “Böğürtlen” dikeni anlamındadır. Böğürtlene ise Hemşinliler değişik adlar veriyorlar: örneğin, coğ-cuğ-ğen-coyk gibi…

Ermeniler ise buna, MORMENİ diyorlar. Kırgız ve Hakas Türkleri çiçeği ve rengi, “Mor” ile ifade ederler. Bu kelimeyi Türklerden alan Ermeniler, “mor-meni” diye bir tamlama yapmışlar. Kırgız Türkleri ise yumuşak diken adı gibi, meyvesine de benzer ad vermişler.
MAĞLUD, Mağlut olarak da söylenmektedir. Bu kelime de dikenlik anlamındadır. Kantarlıdaki Mağlut, bir yer adıdır. Kale, çok daha eski olmasına karşın, dikenlik bir yerde bulunması nedeniyle Kaleye de MAĞLUT KALESİ denmiş. Kalenin, Türkler tarafından yapılan bir Kale olmadığı düşünülmektedir.
Ayrıca köyün arkasında AĞPUR ve ECAT tepeleri bulunuyor. Eski Türklere göre AK-PUR; Beyaz ayı anlamındadır. Ecat’a bir anlam verilemiyor olsa bile, kelime formu Türkçe’ye

ÜSKÜRT DAĞI ve HACIKÂMİL: Hemşin ve Çamlıhemşin arasındaki Dağ’ın adı, Üskürt Dağı’dır. Karadeniz’de yetişen her türlü bitki örtüsünü üstünde barındırdığı gibi, oldukça dik oluşu ve yolu, insanları yorduğu bilinmektedir. Bu antik yol, Hemşin köylülerinin yayla yoludur. Patika yolu eskiden oldukça genişti. Çayeli Hemşinlileri de bu yolu izleyerek yaylalarına giderlerdi. ÇOÇO ve Üskürt Dağını çıktıktan sonra ayrı yolları izlerleyerek yaylalarına varırlardı. 58 sene evvel, yani 1955 yıllarında Pazardan Hemşine çıkan bir araba yolu olduğu biliniyor. Şimdi bu yol çevre köylere ve Çamlıhemşine bağlanmış durumda…
Üskürt Dağı ne anlama geliyor? 1481 yılında Veliaht SELİM in Trabzon Valiliği sırasında, Hemşin’in İlçe yapıldığı biliniyor. Aynı zamanda hemşin’e, “İnananlar “ anlamına gelen Arapça bir ad konmuş ve NEKÜRİT denmiş. Üskürt Dağı kelimesinın son bölümü bu kelimeye benzemektedir. Böylece bu Dağa da İnananlar Dağı anlamına gelen ÜSKÜRT denmiş olabilir? Ancak bu dağın anlamını Türk Dili kökenlerinde de aramak gerekiyor. Türk Dili kökenlerinde ise, Üakürt Dağının anlamının; NEFES ALMA DAĞI OLARAK ortaya çıktığı görülüyor.
Üskürt Dağının zorlukları bir de Şair Aliolu tarafından dinleyelim:
Hazırlığını yap sabahtan erken/Üskürt Dağını tut sabah doğarken/Üç beş kuruş kazan kiracılık yap/Dizlerinde takat derman var iken/On iki Batmanı vur Kukuşuna/Bir şişe de gaz tak sağrıpoşuna/Dağarcıkta azık elinde çekli/”Ço” deyip sür gitsin Vank yokuşunda/Ayaklarda çarık başta yağmurluk/Yükün ortasında bir de hamurluk/Yorgan battaniye koca bir bohça/Git gidebilirsen yollar çamurlu/Doğruyu söylerim etmem ki hatır/Ayağı mıh almış topal aksaktır/Yükledin üst üste tacar eyledin/Bunca yükü nasıl götürsün katır/İndir yükünü ki rahatlasın/İki nefes alıp bir de tavlansın/Kendin konuşurken kendin dinlersin/Alioğlu sen de Sağır Sultansın…
1950’ li yıllarda Hemşin’e Salvezan deniliyordu. Salvezan’ın girişinde bayıltıcı buğday ekmeği kokusunu alan herkes fırına yönelir ve ekmeklerini alındıktan sonra Üakürt Dağına tırmanmaya başlanırdı. Bu Dağın yarıbelinde HACIKAMİL adında bir DÜŞÜM yeri vardır. Katırcılar ve katırlar Hacikâmil DÜŞÜM yerinde soluklanılır, katırların nalları ve yükleri yeniden sağlamlaştırarak yola devam edilirdi.
Yaylacılar sırtlarındakı Azık heybeleri ve küçük cocuklariyle birlikde dağın Tepesine çıkınca sırtlarındaki bütün ağırlıkları yere atarak yorgunluklarını çıkarmaya çalışırlardı. Derin, derin ıslık çalar gibi nefes alırlar ve sırtlarını tepede bulunan GÜRGEN ağacına çevirerek arkageri küçük taşlar atarlardı. Bu inanca göre böylece yorgunluktan kurtulmuş olarak, gelecek günlerde de anılacaklarına inanırlardı. Hatta kimileri Gürgen ağacında isimlerini bıçak darbeleriyle oyarak yazarlar ve tarih atarlardı.
Divanda ÜSKÜR ve ÜŞKÜRT kelimeleri, ıslık çalmak ve hatırlanmak anlamında kullanılmış. Yine Kırgız Türkçesi’nde ÜŞKÜR, yorgunluk ifadesi olarak hışırtı ile derin nefes almak biçiminde tarif ediliyor. Türkçedeki bu kelimeler, bu Dağa ad olarak verildiği anlaşılıyor. Dilleri tamamen Kırgız ve Kıpçak (Karaçay-Malkar) dillerine dayananıyor. Hemşinliler bu Dağa ÜSKÜRT DAĞI adını, kendileri vermişlerdir: Çok yorucu dik bir Dağ olduğu için NEFES ALMA DAĞI demişler…

GADDAĞPUR: Yörede Gadnağpur olarak da söylenir. Bu düzlük, Üskürt Dağı’nın tepesinde Palovid Yaylası yol ayırımından biraz daha ilerde orman içinde bulunuyor. Düzlüğün kenarında suyu çok soğuk bir pınar var. Burası yaylacıları DÜŞÜM yaptıkları bir yerdir. Yaylacılar geceyi orada geçirerek ertesi sabah yollarına devam ederler.
Gattağpur, isim öğelerden oluşan bir tamlamadır: GAT-TAĞ-PUR. Baştaki öğe GAT, Ermenice süt anlamına gelen GAD kelimesine benzese de; kelimenin bütününe bu öğeyi kıyaslayarak bir anlam çıkaramayız. Çünkü Eski Türklerde de GAT, kız anlamına geliyor. Öğelerin hepsi de Türkçe kelimelerden oluşuyor. Kıpçakçada, dağ yokuşundan sonra çıkılan orman içi düzlüğe GATLEŞ diyorlar. Karaçay Türkleri “kız” a GAT diyorlar. Yine Karaçaylılar “dağ” a TAV ya da TAG derler. Türkler’in “ayı”ya PUR dedikleri de bir gerçek… Bu dağ düzlüğüne, Gat kelimesinden kaynaklanan “kız” lı bir anlam veremeyiz: Yani, Ayılı Kız Dağı diyemeyiz. Ancak üç Türkçe kelimeyi birleştirdiğiniz zaman karşınıza GAT-TAĞ- PUR formunda bir tamlama çıkıyor. Böylece bu Dağ Düzlüğüne yakışan bir ad bulunmuş oluyor: AYILI DAĞ DÜZÜ…

BEÇĞOR: Üskürt Dağını arkaya aşıp eski yayla yolu ile Mollaveis’e inerken sol tarafta ormansız alanda bulunan küçük bir düzlüğün adıdır. Divanda ve diğer türk dillerinde bu kelime bir bütün olarak bulunmuyor. Ancak kaynaklarda, BEÇ kelimesi var ve bu kelimeden yapılmış başka kelimeler de bulunuyor. Örneğin Beçkum gibi… Buradaki Beç, “düzlük-sofa anlamındadır”. Bu kelimeyi bir tamlama olarak düşünerek, BEÇ-HOR’ u öylece manalandırmak gerekiyor. Beç kelimesinin Eski Türkçede anlamı bulunuyor. Hor ise, Farsça bir kelimedir. Yani BEÇHOR kelimesi, Türkçe-Farsça bir kelimedir. Böylece BEÇHOR un anlamı otaya çıkmış olmaktadır: Önemsi Düzlük olarak… KÜÇÜK TENHA DÜZLÜK…

Böylece antik ZIKA Irmağı ve Vadisini, fazla derine inemeden anlatmaya çalıştık. Bu güzel Vadinin gelecekte daha da güzelleşecek ve yapılacak değişik yatırımlarla gelir düzeyi yükselecektir. Çayeli-Hemşin Kara Yolu çalışmaları hızla devam etmektedir. Bu yol bitirilip asfaltlandıktan sonra Hemşin’in ulaşımı kolaylaşacak ve böylece yerli yabancı Turistlerin bu yolu kullanarak Çat Vadisine ulaşacakları düşünülmektedir. Ancak 1970 li yıllarda Orman İşletmesi tarafından yapılan Dağ Aşıtı yolunun da ele alınması gerekiyor. Hemşin-Kantarlı-Badara Mezrası ve Meydan Köyü yolunun da genişletilip asfaltlanması gereği duyulmaktadır.
Bu güzergâhtaki BADARA MEZRASI nın gerçekten görmeye değer bir yer olduğunu belirtmek gerekiyor. Burada, Gıto ve Ambarlı yaylası karşınızda, Çat Vadisi ise ayaklarınızın altında seyredilmeyi bekliyorlar. Ayrıca GITO ve AMBAR lı yaylalarının güzelliklerini de bilmeyen kalmadı artık. Bütün bu hizmetlerin yapılması ile birlikte yörenin Turim potansiyeli de en az Fırtına Vadisi kadar artacağı kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Dağcılar şimdiden bu yolları çokça kullanıyorlar.

GITO: Hemşin bölgesinin en önemli yaylalarından biridir. Karaçay Türkçesinde GIT, baraka demek. BARAKA YAYLASI anlamında kullanılıyor. Bezli Gıto olarak da isimlendiriliyor. Böylece de BEZLİ BARAKA EVLERİ olduğu anlaşılıyor. Çayeli’nin Kaçkar köyündeki KITİKUTİ Mahallesiyle de etimolojik olarak bir bağlantısı bulunuyor. Buradaki anlamı da Baraka Kutu Evler anlamındadır. Bu Yaylanın biraz daha yukarısında, Gundian, Karap ve Ambarlı Yaylaları bulunuyor. Gıto’da, konaklama ve vakit geçirme sorunu bulunmuyor.

GUNDİAN, AMBARLI; COCON ve CAĞPEİG: Gundian Çok Uluslu bir kelimedir. Farsçada bu, GUND olarak ifade ediliyor. Öte yandan Kırgız Türkleri Koyuna GUN ve KON derler. Hatta bu kelime KAN anlamına da gelmektedir. Kelimenin sonunda bulunan ( Gund-ian) İAN ekinin ne anlama geldiği bilinmiyor. Böylece akla; TOPLANMAYERİ, KOYUN YAYLASI ve hatta KAN YAYLASI olasılıkları gelse de kesin bir karar vermek zor…

CAROVİD: Gundianın hemen yukarısında CAROVİD bulunuyor. Ambarlı diye de isimlendiriliyor. Eski Türklerde VADİ YERİ anlamında kullanılıyor: CER-OVİD… Vadi Yeri Yaylası anlamındadır. Carovid’in biraz daha yukarısında bulunan Yaylaya COCON deniliyor. Kırgız Türkleri “Yanma” ya COC diyorllar. COC-ON, kesin olmamakla birlikte YANAN YAYLA anlamına gelebilir. Zaman içinde değişen kelimeler, yerlerin anlamlarını tam olarak ortaya koymak bakımından, işimizi zorlaştırmaktadır.

CAĞPEİG: Cocon ile Varyemez arasında CAĞPEİG bulunuyor. Yine eski Türklerde, YAĞ-PEYNİR YAYLASI anlamına geliyor. CAĞ-PEİG… Yağ ve Peynir kelimelerinden oluşuyor. Daha çok Ğaçapitliler’in gittikleri bir yayladır.
Antik ZIKA Irmağının ZUĞA bölümündeki yer adlarının tümünün açıklamasını vermek yerine, burada o yer adlarınının bazılarını birer, birer saymak yeterli olabilir. Dambur Tarihi ve Hemşin-Horim kitaplarında bu kelimelerin açıklamaları bulunuyor. Tamamen öz Türkçe olan bu adlar şöyle:
Çiyar-açka-ardoğ-ağpur-ariki-dap-demdemoç-dumişli-evad-gağnud-geleğli-gılad-gogmeçu-gota-gundian-gurunsert-mağeldağ-kafong-kenoin-kinteş-kopicek-kopiço-koptur-macağel-meceğodut-meçmoc-miçğen-mogoş-paçğadeğ-mukul-pokerçu-pokrovid-ponazgar-salağpur-sicoğ-subenurmak-şalvardap-şercon-şortuğud-taflıholon-teğud-totğozina-tukud-vağtenkar-zeğermad. ( Kaynak, Dambur Tarihi. Horum-Hemşin etimolojik sözlüğü. S. Arıcı) Bu açıklamalarda, kesin olarak bir yargıya varılamayan yer adlarından, şüpheye düşmemek gerekiyor. Çünkü bu adlar eğer Ermenice olsaydı, Ermeni yazarlar bunların beline sarılarak hemen ortaya koyarlardı… Ama bunu yapamazlar…

APSU: Pazar limanının Doğusundan Denize akar. Döküldüğü yerde, Dutha’lı Hasan Efendinin Shel Benzin istasyonu bulunuyordu. Bu kelime de antik Luwi dilinden geliyor. “AB” zaten su anlamındadır. Ama Lazlar bu kelimenin sonundaki “SO” kelimesini SU olarak değiştirmişlerdir. Böylece kendi konuşma dillerine uydurmuşlar. ABSU, Topluca-Boğazlı-Ortaırmak Köylerinin sularını toplayarak denize boşaltır. APSO ile de benzerlik göstermektedir. Yerleşim Bölgeleri Suyu anlamındadır. Kelimenin kökü, Hitit-Luwi Dilinden kaynaklanan APA’dır. Orijinali APASU olmalıdır.

ENİOCHİLER’İN PORDONİS KRALLIĞI: Karlı Kaçkar manzaralarıyla birlikte Atina’nın Güzel Kirazlık mahallesi, eski adı ESKİ TRABZON olan Hamidiye düzlüklerine ulaşılır. Kaçkarlar sanki Denizi ve Hamidiye düzlüklerini kucaklamış ve himayesine almış gibi durmaktadır. Burada, yaz mevsiminin tam ortasında, karlı Kaçkar Dağları’nı seyredip tadına doyabiliesiniz.
Arrianus’un belirttiğine göre buranın gerçek adı Prytani (Pordon) olduğu anlaşılıyor. MÖ 350 yılında Bodrum’lu tarihçi Skylax, Kırım üzerinden Rize’ye geliyor ve ve Fırtına deresinden, PORDONİS diye bahsederek, Arrianus’un söylediklerini destekliyor. Yalnız sonundaki Yunanca “is” ekini kendileri ekliyorlar. Pordon, 4000 yıllık antik Anadolu dillerinden LUWİ diline dayanmaktadır. SU KAYNAKLARININ IRMAĞI anlamındadır.
Arrianus’un anlattıklarına göre Pazar-Ardeşen topraklarında yaşayan Eniochiler’in Kralı ANCHİLO idi. Kral Sarayı Atina’dan 40 Stadion uzaklıktaki PRYTANİ’ de bulunuyordu. Arrianus eski Pordon adını biraz değiştirerek ve kendi diline uydurarak PRYTANİ diyor. Ancak kayıtlarda, Pordonis olarak da geçmektedir. Arrianus, Pazar-Fırtına Deresi arasının 7500 m olduğunu ve Kral sarayını Pritani’de gördüğünü söylüyor. Pek tabii Ordu müteftişi göreviyle Karadenize gittiği için Kral Anchilo ile görüşmeden yoluna devam ediyor. Ancak Arrianus, Roma’ya bağlı Karadeniz Krallıklarının Saraylarının bulunukları yeri tam olarak belirlemiyor. Fırtına sahilinin Atina tarafı, Sarayın bulunabileceği bir yer konumundadır. Ancak bu sahilin birdenbire yükselerek oluşturduğu üst Plato çok daha geniş bir düzlük olaraak, Saray yapmaya elverişli bir bölgedir. Buranın adı Eski Trabzon’dur. Sahil şeridine göre daha sağlıklı ve rutubetsiz alandır. Bu nedenlerle, Anchilo’nun sarayının burada olduğu tahmin ediliyor. Saray’ın taş yapı olduğu düşünülürse, ciddi bir kazı yapıldığı takdirde, enkazının ya da temellerinin bulunabileceği düşünülmektedir.
Şimdilik Ardeşen’in doğusunda Zidritiler yaşadığını belirterek Ardeşen yöresini ve Fırtına Vadisini kısaca anlatmaya çalışalım:
Ardeşen’de Fırtına Vadisinin önemli bölümüyle Tunca Vadisinde Lazlar’ın yoğun olarak yaşadıkları bilinmektedir.
Laz kesiminde yer adlarına yer vermeyeceğiz. Buradaki yer adlarının Lazca ve Türkçe oldukları bilinmektedir. Ancak Ardeşen’in genel yapısına kısaca bir göz attıktan sonra daha çok Fırtına Vadisinde zaman harcayacağız.

ZİTRİDİT ÜLKESİ ARDAŞEN: Ardeşen Coğrafik koşullar itibariyle Sahilimizin en güzel ve münbit arazisine sahiptir. Tunca, Pirinçlik ve Işıklı oldukça gelişmiş 3 Beldesidir. Köyleri oldukça gelişmiş ve büyümüştür. Yol-su-elektrik sorunları yoktur. 1960 yılından sonra Avrupaya çok işçi yollamıştır. Bu nedenle gurbetçiler de böylece yörenin canlanmasına vesile olmuştur. Eğitim-Öğretim sorunlarını çoktan çözmüştür. Yüksek köyler, diğer ekonomik faaliyetleri yanında yaylacılık yapmaktadırlar. Genel zirai faaliyet, Çaycılıktır. Meyvesi, sebzesi bol bir Yöremizdir. Küçük sanayi kolları ve Çay Fabrikaları bulunuyor. Ayrıca BEYAZKAYA Köyü’nde Aselsana ait bir silah Fabrikası, halen üretimini sürdürmektedir. Bu Fabrika, ATMACA adı altında tabanca üretmektedir. Fırtına deresi üstünde Rafting yapılmaktadır. Ayrıca bu Vadideki yeme içme ve balık Üretme çiftlikleri bulunuyor.
Sahil Duble yolunun geçmesiyle de güzel bir Limana ve Balıkçı barınaklarına kavuşmuştur. Eskiden Ardaşen’de Tütün üretimi de yapılırdı. Ancak Çay Ziraatı, eskiden yapılan bütün üretimleri tamamen azaltmıştır. Her çeşit Çay üreten Lipton Çay Fabrikası, Ardeşen-Pazar hududundadır.
Ardeşen Turizmi belli bir aşamaya gelmiş ve ani bir patlama bekliyor. Tarihi köprü, cami çok eskilerden kalan bir Kilisesiyle, Yaylalarının, Sahilin ve köylerinin güzelliğiyle de dikkat çekiyor. Ardeşen geçmiş ve geleceğiyle tarih kokmaktadır. Tarihi süreçte, 4000 yıl önceki Bafra ZALPUVAŞ kırallığının sınırları içnde yaşamışlar… Her ne kadar Hitit Devleti hükümranlığını buralara kadar yayamamıştı. Ancak Doğu Karadeniz Halkları, değişik Krallıklar ve Devletler hükümranlığında yaşamışlardır. Bafradaki Zalpuvaş krallığından sonra Gürcistan’ın Kabuletti Bölgesinde Mö 900 yılında kurulan COLCHİS Gürcü Krallığı yönetiminde de kaldılar. Daha sonra ise SİNOP’ta Persler tarafından kurulan Pontos Devletinin emrinde yaşadılar. Roma işgalinden önce ENİOCHİLER ve MACHELON halkı olarak Eski Trabzon düzlüklerinde kurulmuş PORDO (PRİTANİ) Krallığı ve Kral Anchilo tarafından yönetildiler. Roma İşgalinden sonra ise bir süre Ardeşen ve ötesinde yaşayan ZİDRİTİ halkı olarak Kral FARSNAME yönetimine girdiler. Daha sonra yıllarda ise Çoruh boylarında yaşayan Lazlar, BİZANS’ın yardımı ile Romaya bağlı LAZ KRALLIĞI’nı kurduktan sonra, bölgede yönetimi ele aldılar. Bizansın son dönemlerinde ise Lazlar, topraklarını çok genişleten Kraliçe TAMARA’ nın hâkimiyeti altına girdiler. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Trabzon’u alarak Pontus devletine son verdikten sonra da Osmanlıların hâkimiyeti altına girerek ve müslümanlığı seçerek, yaşamlarına devam ediyorlar. Lazlar, ırkçılık düşüncelerinden uzak çağdaş bir toplumdur. Kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Vatandaşı olarak görerek Ülkemizin kalkınmasında büyük rol oynamaktadırlar.
Ardeşen 1953 yılına kadar, Pazar’a bağlı bir Bucak Merkezi idi. 1953 yılında D.P. İktidarı döneminde İlçe oldu. İlçenin 38 köyünün alt yapı yönünden durumları iyidir. Sağlık ocakları da oldukça yaygındıır. Sağlık hizmetleri artınca, köy Sağlık Ocağı ve Evlerinin fonksiyonları da giderek azalmıştır. Öte yandan okullar da kapatılarak, Taşımacı Sistemiyle İlçe merkezlerine taşınmıştır.,
Eğitim-Öğretim alanında her türlü altyapı mevcuttur:
Denizcilik Meslek Lisesi yanında,
Fen Lisesi,
Anadolu Lisesi,
Anadolu Öğretmen Lisesi,
Ana Okulu Öğretmen Lisesi,
Ardeşen Lisesi,
Sağlık Meslek Lisesi,
Anadolu İmam Hatip Lisesi bulunmaktadır.
Bu nedenlerle okur-yazar oranı oldukça yüksektir.
Tarihi eserleri koruma ve yaşatma bakımından Rize için söylenen herşey, Ardeşen’i de kapsamaktadır. Hatta tarihi eserleri bol ülkemizin diğer Turistik bölgelerinde yapılanlar, Rize ve doğusunda da yapılmalıdır. Elbet ki bir maddi eserin eskiliği, onun değerini artırmaktadır. Ancak Tarihi eser olabilmesi içn hayranlık uyandırması da gerekiyor. Bu nedenlerle, günümüzde dahi olsa hayranlık duyulabilen her eser, Tarihi eser konumundadır. Yani mevcut eserlerimizi korursak, yıkılanları yeniden yaparsak ve ynı güzellikte yeni kalıcı eserler meydana getirirsek ve onları binlerce yıl sonraya taşıyabilirsek, Tarihi eser listesine kaydetmiş oluruz. Kısaca Tarih hep geçmiş değil, aynı zamanda da gelecektir.

ARDEŞEN KÖYLERİ: Akdere, Akkaya, Armağan, Aşağıdurak, Kıyıcık, Beyazkaya, Doğanay, Duygulu, Eskiarmutluk, Gündoğan, Güney, Hoşdere, Işıklı, Kırazlık, Köprüköy, Kurtuluş, Küçükköy, Mangenez, Ortaalan, Özgür, Pınarlı, Pirinçlik, Seslikaya, Sinanköy, Şenyamaç, Şenyurt, Yamaçdere, Yavuz, Yeniköy, Yukarıdurak, Yurtsever…
Şimdi Ardeşende eskimiş, yıkılmış ya da onarıma ihtiyaç duyan eserlerimiz bulunuyor mu diye kısa bir araştırma yapalım. Bu konuda Tapınaklarımız, köprülerimiz, yeni yapacağımız taş malzemeli köprü ve ahşap evlerimiz, eski konaklarımız, kalelerimiz, şelalalarimiz ve çeşmelerimiz, hatta antik yollarımız; önümüzde duran servetlerimizdir. Şimdi korunması gereken bu önemli mekânlara az da olsa değinelim:

TARİHİ ESERLER: İçinde ibadet edilmese bile Ardeşende bir eski kilise kalıntıları bulunuyor. Yöre Turizmi açısından aslına uygun olarak onarılmalı… Bu konuda Devlet kredi kolaylığı da sağlıyor. Bu mabed ziyaretçilerin beğenisine sunulması yönünde çalışmalara başlıyacak cesur insanları çıkacağı muhakkaktır.
1869 yıllarında yapılmış olan, Ardeşen Ekşioğlu Camii,
1909 yılında yapılmış Tunca köyü Camiini, bu güzel işlemeli haliyle daha da ileri götürmek gerekiyor. Ve yine Tunca Köprüsü de daha ilerki yıllara taşınmalıdır. Tunca’nın nüfusu bugün 3500 ü geçmiş bulunuyor. 1994 yılında Belediye oldu. Her yıl Tahta araba yarışları düzenlenir. Ardeşen’in ışıklıdan sonra en büyük beldesidir. 5 Mahallesi bulunuyor.
1743 lü yıllarda yapılan Yukarıdurak Camii, daha ilerki yıllara taşınacak şekilde ele alınmalıdır.
1880 li yıllarda yapılan Işıklı Camii de güzelliği yönünden Tunca Camiine benzemekte ve çok daha ileri tarihlere taşınacak tedbirler alınmalıdır. Burada bir de Denizcilik Anadolu Meslek Lisesi bulunuyor.
1800 yıllarında yapıldığı sanılan Seslidere (Ağvan) Köprüsü önemli bir eser… Yine bir arada bulunan Süleyman Dede ve oğlunun Türbesi ile Cami bir Külliye olarak ele alınmalıdır.
Zigam-i sufla Taş Köprüsü, ZİGAM kadar antik olmasa bile, Köprü korumaya alınırsa, ona da antik bir değer kazandırılmış olacaktır. Zıgam, etimolojik olarak Hemşin’in Zuğa bölgesiyle uyum içindedir. Zigana, Zuğopo, Zika, Silan (Zilan) gibi Anadoluda bulunan yer adları, 4000 yıllak antik Anadolu adlarıdır. Ardeşen’in bu Köylerinin arkasında ise ZİGAM DAĞI bulunuyor. Piriçlik Tarihi Köprüsü ve Camisinin de bakım onarıma ihtiyaçları var. “Elimizden tutun” diye aklı başında insanlara çağrıda bulunuyorlar.
Yukarıdurak Köyü Camii de bakılıp onarılmalı ve ucra bir köşede olsa bile geleceğe taşınmalıdır.
Aşağı Durak Kulaber Köprüsü de korunmaya alınmalı. Buranın eski adı Zigem’dir. Çok eskilerde Lazların kullandıkları bir kilisenin olduğu söylenmektedir. Eğer Zigem Köprüsü yüzlerce yıl sonraya taşınabilirse antik değerli tarihi eser olabilir. Zigam ya da zigem adı; Zigana, Zeleng gibi antik Anadolu Dillerinden gelmektedir. Aşılması zor Kutsal Boğaz anlamındadır. Eski önemlerini kaybetmiş olsalar bile burada sağlık Ocağı Merkezi de bulunuyor.
Pirinçlikte eskiden Pirinç yetiştirirmiş. Tunca vadisi ile Fırtına Vadisinin birleştiği kavşağa yakın oldukça düzgün bir arazidir. Vadinin önemli merkezlerinden biridir. Kurtuluş, Armağan derken peşpeşe köyler sıralanmaktadır. Salenköy’ün yeni adı Armağan’dır. Hemşinliler ve Lazlar bir arada yaşarlar. Yol ve su sorunları yoktur. “Ayder Su” tesisleri bu Köy’de bulunuyor. Aynı zamanda sağlık ocağı ve Evi bulunmaktadır.
Vadinin yukarısında, Akdere, Doğanay, Bayırcık, Aşağı Durak, Tunca ve Eski Armutlu diye peşpeşe sıralanmiştır.

IŞIKLI ve VADİSİ: Şimdi de güzel Ardaşen’imizden Işıklı ve Fındıklıya doğru yolumuza devam edelim. Şehrin tam çıkışında, eski yıllarda portakal ve mandalina bahçeleriyle dolu olan Müftü Mahallesinden geçersiniz. Köy Enstitüsüsü mezunu değerli Hoca SAİM AKSU’nun Baba ocağı sahilinden geçerken, Mahallenin 60 sene önceki yaşlılarını anımsarsınız: Rahmetli Hacoğlu Mustafa Amcaların, Osman Amcaların ve Ahmet Amcaların ürettikleri Tütünden sarıp tellendirdikleri sigara kokusunu hissedersiniz. Hüzünlü bu yolculuktan 3 Km sonra yolunuz güzel ışıklıya düşer. Yolda geçtiğiniz dereleri saymamış olmanız, akla şu beyiti getiriyor:
Ardeşen ile Ğere, Geçtim 12 Dere.

Buranın eski adı ĞARE’dir. İşıklı gelişen ve büyüyen Beldeler’dendir. Merkez Işıklıda bir de Tarihi Cami bulunuyor. Işıklı Köprüsünü geçmeyin ve sağ taraftaki Benzin İstasyonunda biraz soluklanın. Bu Benzin İstasyonu sahibi HAMİT ÇIRAK’ı tanımayan bulunmaz. Hamit Çırak, eski yıllarda orada Işıklı Beldesinin Kalesi gibi dururdu. Gündoğan, Serindere, Ortaalan sularını denize boşaltan SERİNDERE IRMAĞI, hemen yanıbaşından akardı. Şimdi ona “Talihsiz Adam” deyip bir rahmet verdikten sonra Serindere’nin serinliğinden yararlanarak dağlara doğru tırmanmaya başlayalım.
Işıklı Deresi, bol sulu bir Dere’dir. Dere Vadisi oldukça sarp olduğundan fazla köyü bulunmuyor. Sahilde Doğu yönde Şenyurt Köyü bulunuyor. Oldukça gelişmiş Köyde, Tarihi bir de Cami var. Işıklı Irmağının yukarısında Vadinin sol kesiminde bulunan Köyler; Yuetsever, Küçükköy, Ortaalan diye dağlara doğru sıralanmaktadır. Gündoğan Köyü daha yüksektedir. YURTSEVER Köyü bir Hemşin Köyüdür. Serindere Köyü ise Vadinin sağında ve uzağında bulunuyor ve Küçük köyle birlikte aynı yükseltitedirler. Serindere Köyü de bir Hemşin Köyüdür. Ortaalan, Gündoğan ve Serindere, Vadinin en yüksek Köyleridir.

ORTAALAN KÖYÜ: Tam olarak Doğu Karadeniz’in özelliklerini taşıyan Vadi, bitki örtüsüyle, yollarıyla ve temiz sularıyla insanlara doğal bir güzellik sunmaktadır. Böylesine güzel bir Vadinin sonlarına çıkmış iken, ORTAALAN KÖYÜ’nün yayla havasından yararlanırken, “Bizler de buradayız” diyerek yıllardan beri haykıran “Müzik Nameleri”nden de bahsetmeden geçemeyiz. Köyün yetiştirdiği Ayhan Alptekin ve Kardeşler topluluğu; Yörenin kaynaşmış kültürünü seslendiriyorlar. Laz, Hemşin ve Gürcü Müziğini güzel ezgileriyle Tulum, Kemençe ve Orgla bizlere sunmaya çalışıyorlar. Bunlar da Karmate Topluluğu gibi, birleşik kültürün nasıl olması gerektiğini sesleriyle, sözleriyle ve güzel ezgileriyle bütün Ulusa ve Dünyaya duyurmaya çalışarak çok büyük bir görev ifa ediyorlar. Karadeniz’e çirkin Arabeskler sokan Mahalli sanatçılara nazire olsun diye, Tulum eşliğinde bunun nasıl yapılması gerektiğini öğretiyorlar. Çirkin arabesklerle, Yörenin müziğinin ve folklorünün bozulmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorlar. Karadeniz Şivesi ile Arabesk Müzik yaparak, bunu Karadeniz Müziğiymiş gibi Karadenizlilere yutturulmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorlar. Onları kutluyor ve çizgilerinden ödün vermemelerini bekliyoruz.
Vadideki Yurttseven ve Seslidere Köyleri ile ilgili “Yer Adları” tespit edilemediği için, bu köylerle ilgili fazla bilgi verilemiyor. Şimdilik köyler araştırmasını burada keserek geri dönelim ve Oce’ye doğru yol alalım.

OCE KÖYÜ: Işıklı’nın Doğusundaki Şenyurt Köyünü geçtikten sonra Oce yol ayrımına gelirsiniz. Ardeşen Sahillerinin Denize en yakın köylerden biridir. Bugünkü adı YENİYOL’dur. Oceliler de Hemşinli olup, bu Köye Hemşin’in ZUĞA Bölgesinden inmişlerdir. Oce kelimesi Öztürkçe’dir. Ancak değişik Türk Boyları bu kelimeye değişik benzer anlamlar veriyorlar. Örneğin Kırgız Türkleri büyük Kızkardeşe ECE diyorlar. Bugün Halk dilimizde de Kızkardeşe BACI deniliyor. Diğer bazı Türk Boyları örneğin Oğuzlar, OCE kelimesi yerine EZE, diğer bazı Türkler ise EKE kelimesini, Kızkardeş anlamında kullanıyorlar. Hatta bazı Türk Boyları bunu büyük kızkardeş için de kullanırlar. Hakas Türkleri ise bu tabiri ANNE için kullanırlar. OCE adı tam olarak Kırgız Türklerinin Dillerine uymaktadır. Çayeli ve Rize sahil kesiminde Kızkardeşe PAÇİ derler. Bu söyleniş biçimi de, eski Türklerin kullandıkları farklı tabirlerie bir örnektir. Oce, eke, eze, bacı ve paçi olarak telaffüz edilen benzer anlamlı kelimeler, hep aynı köken ve anlamlardan kaynaklanmaktadırlar. Böylece en eski Türk Boyu olan Kakasların diline göre ANNE KÖYÜ manalandırılmasını yapabileceğimiz gibi, diğer türk dillerine göre de, BACI KÖYÜ yakıştırması, en uygun ve sağlam değerlendirme olur. Şimdi de yine Fırtına Vadisine dönerek Çamlıhemşine doğru yol alalım:

FIRTINA VADİSİ: Hamidiye’deki Unilever Çay Fabrikasını geçer geçmez antik adı Pordonis olan Fırtına Vadisine ulaşırsınız. Burası Vadinin denize ulaştığı yerdir. Sağ yola döndüğünüz zaman da Vadinin yukarlarına doğru tırmanmaya başlarsınız. Biraz ilerde Kızılağaçlıkların içinde bulunan Aselsan silah Fabrikasının bulundğu Yamaçdere Köyüne varırsınız. Ünlü Fırtına Vadisinin tadına doyum olmayan görüntüleriyla başbaşasınız. Tek tek dağlarını incelerken Irmak yatağındaki iri çakıl taşları arasında büyüyen nazlı kızılağaç fidanlarının sizinle konuşmak istediklerini düşünürsünüz. Bu nedenlerle de, etkileyici bu havayı teneffüs etmek için, Vadiden iç kısımlara doğru çok yavaş seyretmeniz gerekiyor.

BAKOZ: Eski adı Bakoz olan sağ Tepedeki Beyazkaya köyünün kuşbakışı Deniz manzarasını seyredip temiz havasını, ciğerlerinize çektikten sonra, “Bu nasıl Köy adı” demeden hemen araştırmaya geçin. Buradaki Adlar ya Lazca, ya da Türkçedir. Bakoz’da hem laz hem de Hemşinliler yaşıyorlar. Buranın diğer adı ise Lazca olarak ĞEN’dir. Bakoz adı eski Türk Diline dayanıyor: Türkler yüksek Tepeye BAKÜZ diyorlar. Bu mahalleye Çamlıhemşinden iki kardeş gelmiş ve burada çoğalmışlar. Köyün bu muhteşem Tepe manzarasına tam olarak yakışan bir ad koymuşlar. Tepe üstünden, eski pordonis kralının sarayının bulunduğu “Eeski Trabzon” düzlüğünü ve bütün sahili doyasıya seyredebilir, derin duygulara dalabilirsiniz.
Fırtına Vadisi yolu 1970’lerde çok dar ve kötü bir güzergâh idi. Uzun yıllarda yapılan genişletme faaliyetlerinden sonra 1980 lerde asfatlanarak bugünkü şeklini aldı. Yapım çalışmaları sırasında atılan lağımlar nedeniyle dik yamaçlarda büyük heyelanlar meydana geldi ve bu yıkıntıları temizlemek uzun zaman aldı.
Tunca Vadisi kavşağına çıkmadan evvel Yamaçdere Köyü yakınlarında, Fırtına Deresi Köprüsü bulunuyor. Bu köprüden de Pirimçliğe ulaşılabilir. Bu köprünün 1800 yıllarında yapıldığı sanılıyor. Köprüyü yoldan görmeyebilirsiniz. Çünkü yoldan biraz uzakta kalmaktadır.
Vadi boyu; Çıraklar-Fındıklı-Şehitlık-Akkaya-Hoşdere- Duygulu köyünü sıralarken, biraz soluklanalım. Eski adı Pelegivat olan Akkaya Köyü de gelişmiş bir köydür. Hoşdere Köyünde Dağcılık Merkezi tabelasını görünce hemen durup dağcılıkla ilgili bilgi alabilirsiniz. Bu köyde ayrıca 4 alabalık Çiftliği bulunmaktadır. Biraz yukardaki Hoşdere Köyünde de Osmanlı Alabalık Tesisleri bulunuyor. Eğer Osmanlı Tesislerini kaçırırsanız, 200 metre ilerde bir tabela daha göreceksiniz: “ OMANLI BALIK TESİSLERİ 100 METRE GERİDE”!
Osmanlı Tesislerini böylesine ebedileştiren, 100 metre aşağısında bulunan 400 yıllık TARİHSEL Taş Köprüdür. Osmanlı Tesislerinin balkonunda muhlama ve balık yiyerek Tarihsel eski Köprüyü seyredenlere, Fırtına Irmağının büyüleyici uzayıp giden melodik sesi uyku verecektir. Hele yemekten sonra çayınızı yudumlayıp sigaranızı tellendirirken suyun minnacık çağlayanlar yaparak akışı ve morarark durulması, sizi bu dünyadan uzaklaştıracaktır. Garsonlar “ beyefendi yolunuz bugün nereye kadar? “ Diye sormasa, belki de orada sabahlarsınız…
Şimdi de derin uykudan kalkarak Duygulu köye doğru yollanalım. Bu köy de gerçekten adı ile barışık doğa ile sarmaşık bir Köy… Doğanın güzelliğini, su sesinin duygusallığını ve Laz-Hemşin ezgilerini değirmende birleştirip öğüten KARMATE Müzik Grubunu da unutmamak gerekiyor. Bu yörenin Laz Grubu, özgün Laz-Gürcü-Hemşin yöresel türkülerini başarı ile icra ediyorlar ve bizleri gururlandırıyorlar. Kendilerine çok güzel bir ad seçmişler ve Değirmen anlamında KARMATE demişler. Sevgiyi, barışı, ortak kültürümüzü temsil ederek paylaşımın sosyal bir dayanışma olacağını türkülerine yansıtmaya çalışıyorlar.
Eski adı Tolikçe olan Duyguluköy’de iyice soluklanalım ve Karmate’ye kulak verdikten sonra yolumuza devam edelim. Çünkü bü Köy, Ardeşen’in bu Vadideki son köyüdür ve daha gidecek çok yolumuz var. Ancak geriye doğru bir göz atarak, Vadinin karşısındaki Köylerden Yavuz-Seslikaya-Köprülüköy (Timisivat)-Yeniköy-Manganez ve Pınarlı Köylerinin büyüleyici güzelliklerinden de bahsetmiş olalım… Yeniköyde 1894 yılında yapılmış ahşap işlemeli bir tarihi Cami bulunuyor. Camilerimiz dinsel açıdan en önemli sembollerimizden olduğu kadar sanat ve estetik bakımından yörenin güzelliklerini de yansıtıyorlar.
Yörede içine düştüğümüz doğa sarhoşluğunu ve sessizliğinizi bozan kuş sesleri sizi ürkütmesin. Çünkü Vadi Irmağının kulaklara melodi yansıtan nameleri arasından yankılanan bu sesler, orkestrayı tamamlayan ve melodiyi güzelleştiren öğelerdir. Bu büyük orkestrananın izleyicileri de, Orman içinde gizlenmiş ve kendlerini Doğa ile bütünleştirmiş, yorgunluk bilmeyen ve çalışırken dinlenen Yörenin sessiz insanlarıdır.

DAMBUR’DAN ÇAMLIHEMŞİNE: Çamlıhemşin’in antik tarihini, Ayder Vadisiyle birlikte ele alacağımız için şimdilik kısa bir cümle söyleyerek Çat Vadisinde yolumuza devam edelim. Bizans Döneminde önemli Ermeni Tarihçilerinden Hovhan Mamikonyan, Amaduni göçünün Çoruh Vadisine gelmeden önce, Çamlıhemşinde DAMBUR adında bir Köyün olduğunu söylüyor. Bu Köyün kesin olmamakla birlikte bugünkü Kaplıca (HALA) Köyü olduğu kabul ediliyor. Hal böyle iken, Dambur köyünün Yolkıyı köyü olduğunu söyleyenler de bulunuyor. Dambur kelimesi ise İran’in Fars Dilinden Kırgız Türkçesine geçtiği biliniyor. Kırgız kadınlarının ünlü DAMBUR geleneği, “ Otun ve sütün çok olması dileği”yle Tanrıya yakarışlarına dayanıyordu. Biraz sonra bu gelenek detaylı olarak anlatılacaktır. Ardeşen 1953 yılında İlçe olunca, Karahemşin Bucağının adı ÇAMLICA diye değiştirildi ve Ardeşene bağlandı. Çamlıca da 1958 yılında İlçe oldu. Bu tarihe kadar uzun süre Bucak Merkezi olarak Hemşine bağlıydı. İlçe olduktan sonra ise, Ardeşen’e bağlı olduğu halde, Çamlıhemşin’e daha yakın olması nedeniyle, DİKKAYA Köyü de Çamlıhemşin’e bağlandı. Trabzon Valisi Veliaht Selim zamanında 1488 yılında Hemşin İlçe olunca burası da Karahemşin adıyla Bucak Merkezi olarak Hemşine bağlanmıştı ve o tarihten sonra Bucak Merkezi olarak kalmıştı…
Bugün Çamlıhemşin olarak 12 mahallesi 13 köyü bulunuyor. Mahallelerini şöyle sıralayabiliriz: Aşağıçamlıca, Yukarıçamlıca, Merkez, Sırt, Pogina, Tumaslı, Yağmurlu, Konaklar, Kavak, Kadıköy, Kaplıca, Aşağı Şimşirli, Aşağı Çamlıca ve Kanlıboğaz denilen yer… Boğaziçi, Köy olduktan sonra Pogina ve Tumaslı diye iki Mahalleye ayrılarak İlçeye bağlandı. Pazar’ın Tektaş Köyünün eski adı da Bogina’dır. Karaçay Türkçesinde BOGANA, Çatı Direği (Ya da yüksek) demek… Gürcüce ve Lazca ise Evsiz Barksız ve Arı Kovanı anlamlarına geliyor. “Tumaslı” ise hem bir Kabile adı hem de mahallenin adıdır. Arapça, Soylu ve Toparlak Kadın anlamına gelmektedir.
Çamlıhemşinde bir Lise, bir de İmamhatip Anadolu Lisesi bulunmaktadır. Bir de Haberal Vakfının yaptırdığı İlköğretim Okulu bulunuyor.

VİJE: Çamlıhemşin Kaymakamlığının yanından, Yukarı Vije’ye çıkılır. Başka Hemşinli’ler, buraya Vice diyorlar. Fındıklı İlçesinin antik adıyla da uyuşmaktadır. Lazca bir kelime olduğu düşünülmektedir. Yukarı Vicede yani bugünkü adıyla Yukarıçamlıcada; Halil Efendioğlu Konağı, Rusyada kazanılan paralarla yapılmıştır. Bu Konağın diğer bir adı da Kamilefendi Konağıdır. Aşağıçamlıca Mahallesinde ise Kesmetaş yapımlı ve ahşap işlemeli çok güzel Tarihi bir cami bulunuyor. Yaşaması yüzlerce yıl sürecek taş eserlerin yapılış tarihleri yeni olsa bile, onları antik eser olarak kabul etmek gerekiyor.

KÜŞİVA: Şimdi Çamlıhemşin Vadisinden yukarı doğru çıkmaya başlayalım. Altı Km. lik yol bittikten sonra, KÜŞİVA’ya çıkalım ve bu güzel Köyün etkileyici mimarisiyle başbaşa kalalım. Bugünkü adı YOLKIYI KÖYÜ olarak biliniyor. Bu köy tam boğazda ve yüksekçe bir yerde bulunduğu içn oldukça esintilidir. Zaten Kırgız diline göre KÜŞİ, esinti demektir. Kelimenin sonundaki VA eki ise antik çağlardan gelerek dilimize giren “ek” lerdendir. Bu ek, kelimeye “… yeri, Yurdu” anlamı katmaktadır. Kelimenin bütününe baktığımız zaman, ESİNTİ YERİ anlamına geldiğine siz de karar vereceksiniz.
Yolkıyı Köyünün 3 mahallesi bulunuyor: En tepede GOBOŞ, Üst Malalle ve Alt Mahalle bulunuyor. Goboş’un yeni adı Yemişli’dir. Karaçay Türkçesine göre GIBIŞI, yetim, yoksul demek. Küşiva da tarihi Konaklarıyla ünlüdür. Kozizoğlu, Kavasoğlu ve Nazikoğlu Konakları gibi her yapı birer tarihi eser olacak durumdadır. Küşivalılar genel olarak Elovid yaylasına giderler.

MAKREVİÇ: Küşiva’nın karşısında MAKREVİÇ diye yüksekçe bir köy, Konaklariyle birlikte Kuşiva Deresinden de net bir şekilde görülmektedir. Bu Köy hakkında söylenecek çok şey var. Köy halkı, antik dönemlerde tamamen hayvancılıka uğraşıarak ve küçükbaş hayvanları besleyerek bu alana daha çok ağırlık vermekteydiler. Bu güzel coğrafyadaki ekonomik faaliyetler, öz benliklerine de yansımış ve buna uygun olarak MAKREVİÇ adını almışlar. Şimdi bunu izah etmeye çalışalım: Makreviç Çamlıhemşin’e 1.5 km uzaklıktadır. Yolkıyı köyüne gelmeden önce Tarihi Makreviç Köprüsünden yol karşıya geçiyor. Sonra da Konaklar mahallesine ulaşıyor. Burada gerçekten Tarihi değere sahip Birçok Konak bulunuyor: HACIALİOĞLU KONAĞI ve DELİAMED KONAĞI… Bunların yanında yine 1907 yılında Gurbet paralariyle Ğurşit Ağa tarafından yaptırılmiş TARAKÇIOĞLU KONAĞI, 4 katlı ve 30 odalı DİDİ KONAĞI… Didi, Gürcüce bir kelimedir ve “Büyük” anlamındadır. Konağa nasıl bu ad verildiği bilinmiyor. Ahşaptan yapılmış KOÇİ KONAĞI, İSKENDER EFENDİ KONAĞI da önemli Konaklardandır. 40 yıl önce yani 1970 yıllarında yapılmış KÖROĞLU KONAĞI (DeliAmed Konağı olmalı); MELİKLER KONAĞI önemli Konaklar arasındadır. Köyden birisi;
“ Bu kadar beyuk Konaği Köyde niçun Yapturdun?” diye sorunca, Amed’in Hemşin Diliyle yanıtı şöyle olmuş:
“Görenle desunle ki Amed bu Konaği nasel yapturdi?”
Bu Konaklar, Yolkıyı Köyünden çok net görülebiliyorlar..
Öyle ise Makreviç ne anlama geliyor? Karaçay Türkçesine göre “makır”, melemek anlamında kullanılıyor. Bu, küçükbaş hayvanları ifade etmektrdir. Makreviç ise Koyun-Keçi Besleyenler anlamına geliyor: Makr-e-viç. Keçi ve koyunlar, vahşi hayvanların ve afetlerin tehdidi altında yaşamak zorundaydılar. Bu nedenlerle Halk, Bunları koruyan bir Tanrının varlığına inanıyorlardı. Bu keçi Tanrısının adı MAKKURUŞ idi. Makreviç ve Makkuruş isimleri, Yöreye tamamen uymaktadır.

GOBOŞ: Güzel Makreviç’in Goboş diye bir mahallesi bulunuyor. Rusya Gurbetçiliği başlamadan önce fakirlik büyük boyutlara ulaşmıştı. Ama bütün köy Halkı, Gurbete çıkamazlardı ya… Geride kalan halkın bazı kesimlerin yoksulluk içinde yaşamaları kaçınılmazdı. Böylece gurbete çıkamayan Goboş halkı, bu yoksulluk içinde yaşayan bir halktı. Karaçay Türkleri, fakir, yetim, anasız ya da babasız insanlara GIBIŞI diyorlardı. Böylece Goboş Mahallesine Karaçay Türklerinin bu adı verdikleri tartışma götürmez.

ORTANKÖY VE KONAKLAR MESELESİ: Şenyuva köprüsüne çıkmadan önce Ortanköy yoluna saparak Oradaki 150-200 senelik Konakların tadına doymadan geçmeyin. Eski ANKARA PALAS (Bulvar) Kurucularını bir daha anarak, harebeye dönüşen konakların hüzünlendirici durumlarını gödükten sonra yolumuza devam edelim. Belki daha başka güzellikler bu hüznümüzü dağıtabilir. Bu konaklar onarılarak, Pansiyon olarak kullanılabilmeleri, yerli ve yabancı Turistlere göstermek amacıyla gezdirilmelidir. Konaklarla ilgili söylenecek çok şey var:
“Hemşin Konakları” diyerek konuyu basit bir dokundurma ile geçiştiremeyiz. Aslında bu Vadinin her bir evi konak görünümündedir. Ahşap Konakların ahır bölümleri mutlaka taştır. Konaklar bazen tamamen taş, bazen de taş-ahşap karışımı biçiminde yapaılmışlardır. Bu Konakların içinde, sosyetik hanımlar Takır -Tukur dolaşmıyorlar. Eskiden de öyle idi. İnsanı büyüleyen; Konakların sadece dış görüntüsüdür. İçinde olup bitenlerin kimse farkında değil… İçinde insanların yaşadıkları zamanlardada bile bu yaşam tarzı, gerçek manadaki Konak yaşamına hiç benzemiyordu. Çünkü bu Konakların en altında, hayvanların barındıkları ahır bulunuyor. Konağın bütün kadınları, hayvanlarını doyurabilmek için dağlardan ot toplamaktadırlar. Hayvanları her gün otlatıp akşam da sütlerini sağmak zorundadırlar. Kışın ise onlara, kuru yapraklardan sıcak aş (OĞVONK) ya da AŞBAR yaparak beslemeye çalışırlardı. “Şimdi yine Ermenice bir laf ettin” diye serzenişte bulunmayın. Oğvankın ne demek olduğunu biliyormusunuz? Kelimenin aslı ONĞ-UK’dur ve 1180 tarihli Lügâta göre, soldurulmuş hayvan aşı anlamındadır. AŞBAR ise Arapça-Farsça Yaş Ot Yemeği anlamındadır: Aşbb-bar…
Hemşinde, hayvanlar da en az insanlar kadar kıymetliydi. Annem onlara öylesine acıyarak yaklaşır ve “DİLSUZ HEYVAN…” derdi. Elde edilen sütten de yağ, peynir, yoğurt yaparak aile geçimine katkı sağlamak yükümlülüğü altındadırlar. Ayrıca yayla zamanı hayvanlarını yaylaya çıkararak dağlarda onlara çobanlık etmek gerekiyor. Bu süreçte Konaklarda kalan kadınların işleri bitmiş olmuyor. Konakta kalanların yeyip içmesi ve hayvanlar için yem hazırlığı hızla sürdürülmektedir. Bu nedenlerle Konakların, sosyetik Konak kadınlarının o lüks yaşantıları ile hiçbir ilintileri yoktur…

KONAK KOÇİRALARI; Bu işler esnasında evde kalan tek kadın KOÇİRA’dır. Koçira, evin Aşçısıdır. Konağın Dışişlerine bakmaz. Eski Türkler, Yunanlılar, Lazlar, Kürtler ve Ermeniler aşçıya Koçira diyorlar. Yunanca İkokıra. Hakas Türkçesinde Koçegar… Hemşinliler Koçira. Lazlar Konçera diyorlar. Kürtçe de Koçira’dır. Ermeniler Korharra diyorlar… Koçira’nın işi çok zor, çünkü 10-15 bazen de 20 kişilik aileye yetecek kadar her gün yemek pişirmesi gerekiyor. Koçira’nın, Türkçedeki etimolojik kökenine inerseniz, “tutumlu” anlamında olduğunu görürsünüz. Öyle ise Koçira aynı zamanda tutumlu birisi olmalı. Az malzeme ile çok yemek yapmasını iyi bilmelidir. Har vurup harman savuran kadından Koçira olmaz. Koçira bir nevi Konağın Maliye Bakanı’dır.
Konakların ahırları da çok mükemmeldir. Çünkü tüm aileyi besleyecek hayvanlar orada yaşamaktadır. Hemşinli’ler ve Yöre insanı, hayvanlarına çok değişik isimler verirler. Yani Hemşinli kadınlar; Dünyanın, öküzün ve hayvanların boynuzları üzerinde kurulduğu anlayışının 4000 yıllık temsilcileridir. Mosralı, Kınalı, Nazargül, Sarigül, Alacagül, Tafralı, Aynalı, Yaylagül, Aydın, Mercan, Karakaş ve değişik adlardaki hayvanları, onlar için kutsaldır.” ORAK ELİNDE KUŞAK BELİNDE” diye tanımlanan Amazon Kadınlarına benzeyen Konaklı Hemşin kadınları, ayaklarında çarık, arkalarında ip, bellerinde Trabuluz Kuşağı olarak dağlarda dolaşı ve Konakta yaşayan insanları beslemeye çalışırlardı. Onlar hiçbir zaman topuklu ayakkabılarla bu Konakların içinde dolaşarak, birbirlerine çalım atmak için bir gayret içinde olmadılar…
Evlerin içi de öyle çok modern değildir. Tuvaletler evin dışındadır. Yalnızca Banyo evin içinde bulunur. Kalabalık ailelere bunlar bazen yeterli olmayabilir. Konak içinde öyle kolay yaşama olanağı yoktur. Konakların adı ve gösterişi çok büyük ama içindeki yaşantı çok rahat olmasa bile, MUTLULUK veren bir yaşantı… Büyük Aile görüntüsü veren ve paylaşımı seven sevecen bir aile birimi…
Rusyaya çalışmaya giden Gurbetçilerimiz, orada elde ettikleri görgü ve kültürlerini, Hemşin kültürüyle birleştirerek, köylerinde Yeni Konaklarını inşa ettiler. Hemşinde herkes kendini ağa olarak görür. Ancak orada halkına tahakküm eden bir ağalık sistemi yok… Bazı konakların “Ağa” adıyle anılmasının hiçbir önemi bulunmuyor.
Şimdi şu soruyu soralım: “100 sene önce Konaklarda yaşayan o Ağalar şimdi nerede”? Diyelim ki Allah rahmet eylesin, öldüler. “Pekiyi, onların mirasçıları nerede”? Onlar ise şimdi Türkiyenin en büyük kentlerinde ticaretle iştigal ediyorlar. Şimdi de şu soruyu soralım: “ Peki bukadar güzel konaklar neden terkedilerek bunların harabeye dönüşmelerine göz yumuldu”? Gerçi köyde kalan isimsiz ağalar ya da onların mirasçıları, hala o bölgede yaşamaya devam ediyorlar ama o görkemli Konaklarda yaşayan aile bireyleri şimdi nerede? Acaba 100 yıldan beri o bölgelere gereken yatırımlar yapılsaydı bu göç olayı dururmuydu? Bir öçüde evet…
Bütün bunlar söylenirken, birileri eleştirilmek istenmiyor. Kimseye “ Neden bu konakları terkedip gittiniz” sorusu sorulmuyor. Söylenmek istenen şey; hayatın doğal akışının insanları hangi yerlere getirdiğidir… Şimdi o Konaklardan göçüp giden ağaların çocukları, internet sitelerinde babalarının anılarını yineleyerek duygusallıklarını gidermeye çalışıyorlar. Hemşin ezgilerini dinliyorlar ya da uzaktan uzağa şiirler yazarak hasret gidermek için çırpınıyorlar. Eğer hayatın doğal akışı bizleri bazı kültürlerimizden uzaklaştırıyorsa ve tarihimizi giderek yok etmeye çalışıyorsa, bu doğal akışı değiştirmek yine o bölge insanlarının elinde değilmidir? Zor olsa da eskiyi yaşatmak, insanların kendi ellerindedir ve öyle olmalıdır. Ancak burada Devletin desteği mutlaka alımalıdır.

ESKİ ŞAFAK TESİSLERİ: Küşivadan sonra gelen top sahasını ve tesislerı geçerek tırmanmaya başladığınız zaman yolun altındaki terk edilmiş İlkokulun hemen yanından geçerek karşıda bulunan ŞAFAK TESİSLERİ nin teleferiğine ulaşırsınız. Eğer yüreğiniz dayanırsa, derme çatma teleferikle karşıya da geçebilirdiniz. Eğer gözünüz korktuysa 1 Km yukardaki Tarihi Osmanlı Şenyuva Köprüsünden geçerek Şafak’a ulaşmanız olanaklıydı. Şafak, hayat dolu enteresan bir insandı. Eşi olan Alman kadınından iki çocuğu vardı. Çamlıhemşin Deresi kıyısında ve ormanın içinde dünyadan kopuk bir yaşam sürdüğü düşündürücü olsa bile, O aslında herkesle iletişim ve diyalog içindeydi. Alman eşi diyordu ki; “mutluyum çünkü eşim ve çocuklarımla birlikte yaşıyoruz ve geçim sıkıntım yok.”
Şafak Daha sonraki yıllarda Dağcılarla Artvin’e çıkarken trafik kazasında yaşamını yitirmişti. Fırtına Irmağının yaşamaya değer ve mutluluk veren ıssız kıyıları, insan canı alsa bile oradaki doğal ortamın çekiciliği, insanları kendisinden uzaklaşmasını engelliyor. Bu döngü içinde de acı-tatlı yaşam biçimleri hep devam edip gidiyor. Kısa zaman aralıklarıyla olsa bile insanlarımız yörenin her karış toprağına damga vuruyor ve acı-tatlı anılarla iz bırakıyorlar. Köylerimiz, üzerinde yaşanılan ve en çok sevilen küçük Vatan parçacıklarıdır. Bu nedenle insanlarımız önce köylerini, sonra da Vatanlarını severler. Her ikisi arasında bir sevgi farklılığı yoktur.

ŞENYUVA KÖYÜ ve KÖPRÜSÜ: Bu köprü, yörenin güzelliklerine daha başka anlamlar ve güzellikler katmaktadır. Yapımı 1600’ lü yıllara dayanmasına karşın, binlerce yıl sonrasına ışık tutacağa benziyor. Bunlar bizleri geleceğe taşıyacak ve geçmişimizi aydınlatacak eserlerdir. Bu nedenlerle eserlerimizi gözümüz gibi bakmalıyız, korumalıyız.
Bu Köprünün yapılış tarihi ile ilgili değişik iki tarih var. Bunlardan biri 1891 öteki ise 1696 tarihidir. Yörede yaşayan insanlar, Köprünün tarihi ile ilgili Kitabenin bir sel felaketinde kaybolduğunu ve esas yapım tarihinin ise 1696 olduğunu söylüyorlar. Hemşinlik çevresinde ve daha aşağılarda yapılan köprüler de 1600’ lü yıllarda yapıldığı için bu Köprünün yapılış tarihinin de 1696 olabileceği, köylülerin ifadelerini desteklemektedir.
Şenyuva Köyünün kalıcı olabilecek başka eserleri de bulunuyor. Hunanoğlu Konağı ve Habiboğlu Konağı bu eserlerin başlıcalarıdır. Ayrıca Burunoğlu, Arifoğlu ve Danışoğlu Konakları da Hemşin tarihini yansıtıyorlar… Köyün TUNKLİ, HEVENKLİ ve DOVOR olmak üzere üç mahallesi bulunuyor. DOVER mahallesinde de; LAZ ALİOĞLU, ÇELOĞLU, FİRİLOĞLU Konakları bulunmaktadır. Şenyuva köyünün antik adı, ÇİNÇİVA’dır. İnci Yurdu anlamındadır. Kırgız Türkleri buna “Yinçhu” derler. Divan-ü Lügatit Türkte ise, “Yinçu” olarak belirtilmektedir. “Va” eki ise antik Anadolu dillerinden bugüne kadar gelerek Türk Diline de girmiştir. Kelimeye “…Yeri, Yurdu” anlamı katmaktadır. Böylece Çinçiva’nın, İNCİ YURDU anlamına geldiği rahatlıkla söylenebilir. Çayeli’de, Hemşinde ve Fındıklıda, sonu “va” ile biten antik kelimeler bulunmaktadır. Bu konuda, Murçiva bendinde daha geniş açıklama yapılmıştır.

ĞEVENKLİ VE TÜNEK: Mahallenin başka bir adı olan Dover’in ne zaman konulduğu bilinmiyor. Bu mahalle adını; eskiden köyde yapılmış bir Duvardan almış olabileceği gibi koyun-keçi (Davar) yetiştiren yer anlamında da kullanılmış olabilir. Tunek, Tavukların konakladığı yer anlamındadır. Daha doğrusu gece konakladıkları yer anlamına gelmektedir. Kırgız Türkleri buna TÖNÖK diyorlar. Bu kelime, Eski Türklerin, gece anlamına gelen “TUN” kelimesine dayanıyor. Kelimenin sonundaki “ek” yapım takısı, “Tün” isminden yeni bir isim yapmıştır. TÜN-EK… Tün-ek-li ise, çok sayıda tavuk yetiştirilen Tavuklu yer anlamındadır. ĞEVENGLİ, ne anlama geliyor? Bu da Farsça bir kelimedir. Hemşinliler buna Ğeveng diyorlar. Bu kelime Farsça kurutulmuş meyve ve sebze anlamındadır. Hemşinde bu kelime, kış armudu anlamında da kullanılıyor. Hemşinde Ğevengli Mahallesi, Kış Armudu Bol Yer anlamında kullanılıyor. Bir olasılık da, Bu Mahalle Halkının, Kaçkarların arkasında bulunan HEVEK KÖYÜNDEN gelmiş olabileceğidir. Hevek ve ğevenk kelimeleri, aynı kökene dayanmaktadır.
Yörede yaygın olan Konakların bakımı ve yaşatılması, çok masraflı olduğundan, Türkiyenin her tarafına dağılmış Konak sahipleri, bu eserlere gereği kadar önem veremiyorlar. Köyde kalan insanlar ise maddi olanaksızlıklar nedeniyle Konakların bakımını üstlenemiyorlar. Ancak bu Konakların bakımı ve yaşatılmaları imkânları daima bulunur. Konaklarla ilgili bir şirketler veya Vakıflar kurulmalı vebu kuruluşlar, her türlü bakım ve onarımlarını sürekli olarak üstlenmelidir. Devletten kredi alınarak, bu eserleri yaz kış Turizmin emrine sunma olanağı bulunuyor. Böylece hem yöre insanının gelir düzeyi artacak ve hem de Tarih ve kültürümüz, binlerce yıl sonraya taşınmış olacaktır.
Öte yandan 1891 yılında yapılmış ahşap işlemeli Şenyuva Camii de kayda değer bir eserdir.

POKUD ve SAL YAYLASI: Şenyuvaya gelmişken Irmak içi güzelliklerini bırakıp, birbaşka güzellikler saçan Yaylalara doğru seyahate çıkalım. Hemen Şenyuva’nın Irmak mahallesinin içnden sol yönümüzü takibederek, bu Köyün çoğunlukla gittikleri Sal Yaylasına doğru, bol oksijenli çamların arasından arşa çıkar gibi, bir mutluluk tırmanışı yapalım. Bazen yaşlı bazen de allı, pullu, duvaklı gelinler gibi dağları bezemiş körpe çamların arasında oturup uzakları seyredelim. Eğer hava da güneşli ise kafanızdaki bütün karışık çıkmazları bir kenara atarak romantik bir havaya bürümek artık kaçınılmaz olacaktır. Etrafı çamlık ve uçurum Tepe üstünde bir Yayla gördüğünüz zaman Pokud Yaylasına geldiniz demektir. Pokud’un çok yakınında Sal Yaylası bulunuyor. Pokud, BOKL’U YAYLA anlamındadır. Pogina, Ortanköy ve Makreviçlilerin Yaylasıdır. Sal Yaylası ise Eski Türkçede çok değişik anlamlara geliyor. Karaçay ve Kırgız Türkçesinde sal, “köklü” anlamına da geliyor. Bu bakımdan düşünülürse Sal Yaylası; “Sağlam Köklü Yayla”anlamında olduğu düşünülebilir. Eğer böyle ise; 4000 yıllık Hitit Dilinde bulunan ve aynı anlama gelen “ZA” (sa-l) kelimesine benziyor. Öte yandan, Kırgız, Karaçay ve Çuvaş Türkçesinde ise SAL, Ölü Sedyesi ve Ceset anlamına da gelmektedir. Sal’ın CESET ve SEDYE anlamlarına bakılarak Yaylaya bu anlamlarda bir ad verilmesi olasılığını da gözden uzak tutmamak lazım. Sedye gibi havada asılı duran ve yüksek anlamında da kullanılmış olabilir. Bu yer adlarının, Hititçe ya da Türkçe olması, Yöreye çok önemli Turistik bir anlam kazandırıyor…
Bu iki Yaylanın çok yüksekte olmaları nedeniyle “su” yönünden fakir sayılırlar. Pınar suları olsa bile, Yaylacıların ihtiyaçlarına cevap verecek düzeyde değillerdir. Aslında bu iki yayla eskiden Pokud ve sal Mezraleri olarak anılırlardı. Bu mezralarda 15-20 gün hayvanlariyle birlikte konaklayan yaylacılar, uzun süre kalacakları yaylalarına çıkarlardı. Yine bu Yörenin usanmayan aşkıyla yazdığı Alioğlu’nun Yaylalar şiirinden dizelerle devam edelim:
Pokud Yaylasının eteği yamaç/Havası panzehir dertlere ilaç/Güzelleri güzel ama gururlu/Onların yüreği sevgiye muhtaç/Sal Yaylası sanki dağda bir ova/Buranın sahibi yalnız Çinçiva/İki teyze gördüm sığır otlatır/Birisi Selvinaz birisi Heva/Bunca yer dolaştım bitmedi hâlâ/Bir müddet misafir olalım Sal’a/Yaylalar içinde benzeri yoktur/Güzelliği konu olur masala…

VARTAHOR: Yerini tam olarak bilemediğimiz ve Vartevor şenliklerinin yapıldığı bir düz bulunmaktadır. Yalnız, bu yerin adı tam olarak Vartevor kelimesine mana olarak benzetilemiyor. Vartevor’daki VART kelimesi burada da görülüyor. Biliyoruz ki Araplar, Gürcüler Megreller ve Ermeniler “gül”e Vard ya da “Varde” diyorlar. Ancak burada kelime VARD ve AHOR kelimelerinden oluşan bir tamlama halinde görünüyor. Farsça, Oğuzca ve Lazcada, büyükbaş hayvanların yatıp kalktıkları yere AHIR (ahor) derler. Ahor aynı zamanda yayla ve mezra olarak da kullanılır. VART-AHOR burada Çiçekli Mezra ya da Çiçekli Yayla anlamında kullanılıyor. Keza Yayla Şenlikleri olan Vartevor, çok uluslu bir tamlamadır. Aynı kelimeyi Ermeniler de kullanırlar. Yani Hemşinliler, bu Çiçekli Mezrada, Vartevor şenlikleri yaptıkları anlaşılıyor. Çamlıhemşin’in KUNC YAYLASI ve VARTAHOR DÜZLÜĞÜ, Şair Alioğlunun şiirinde bahsettiği Vartevor Tumb’u, büyük olasılıkla bu DÜZ olmalıdır.
Hemşinliler’in öğrendikleri 95 kelime içinden seçerek yaptıkları sadece iki Yer adıdır. Bu iki Yerden başka Ermenice kelimelerden oluşan başka yer adlarına rastlanmıyor…

ĞAZİNDAĞ-SAMİSTAL: Bu yaylalarımız da sal Yaylasından yukarı doğru tepe üstlerinde sıralanmaktadır. Ğazindağda çok acıklı bir olay olduğu içn böyle bir ad verildiği düşünülmektedir. Samistal’a gelince: Kırgız Sözlüğünde ve bazı diğer kaynaklarda, bu kelimeye rastlanmıyor. Ancak, Dr. Ufuk Tavkul’un Karaçay/Malkar Sslüğünde, “AMİSTAL” kaydı bulunuyor. Amistal, her yılın Kasım ayının 2-12 günlerini ifade ediyor. Ayder’de Hala Deresine karışan meşhur Gelin Tülü Şelalesi nin Vadisi, bu yaylanın düzlüklerine ulaşmaktadır. Orman içinde açılmış düzlüklerden ibaret bir yayladır. Bu yaylalardan, Palovid Vadisine de inilebilmektedir. Şair Alioğlu’nun Yaylaları olan Samistal ve Ğazindağı tanımlayan methiye şiirlerine de bir göz atalım:
Gündüzler simsıcak geceler ayaz/Bizim Samistal’dan konuşsak biraz/Derdimin ortağı benim kalemim/Ben sana söyleyim sen utanma yaz/Hayde sevdiceğim hayde güzelim/Ğazindağ’ın çamlığında gezelim/Özene bezene yaratmış Allah/Bu yerlerden nasıl doyup bezelim/Öküzler böğürmez TATAR DAĞI’nda/Tilkiler dolaşır kurt yatağında/İhtiyar olmadan bu yaylaların/Zevkini sürelim gençlik çağında…

Şimdi de aynı yoldan geri dönerek, Zilkaleye doğru yolumuza devam edelim:

ÜLKÜ KÖYÜ: Şenyuvadan sonra gelen köy Ülkü Köyüdür. Irmak Mahallesinin adı Mollaveys’tir. Kısaca Moleviç de derler. Konaklarıyla da ünlüdür. İlk göze çarpanlar, Firiloğlu ve İncearpaoğlu Konaklarıdır.
Hemşin tarafından gelen yaylacılar Üskürt Dağı nı aştıktan sonra Moleviç mahallesine iniyorlar ve Zilkale yolundan yollarına devam ederlerdi.
Ülkü köyün eski adı MOLEVİÇ’tir. Osmanlı kayıtlarında (Trabzon Tapu Tahrir Defterinde) Ülkü Köyünün adı, SELMAN MOLOVİÇ olarak belirtiliyor. Kırgız Türkçesine göre MOLO; Kabir, türbe demektir. Molo-viç ise; kabirci, türbeci anlamına gelir. Selman Moloviç ise Kabirci Selman anlamında kullanıldığı anlaşılıyor. Öyle anlaşılıyor ki hoca kılıklı, ölen insanların defin işleriyle uğraşan bir kişilikten bahsediliyor: Bu kişinin adı Selmandır. Selman, dinsel ağırlıkta üstün ve değerli bir kişiliğe sahiptir. Bu nedenlerle Köy, Kabir ve Türbeci Selman’ın adı ile anılmaktadır. Buranın, başka söyleniş biçimiyle ikinci bir adı daha bulunuyor: MOLLAVEİS… Bu söyneniş biçimi insanları şaşırtmamalı. Çünkü Mollaveis, Moleviç’in bir başka söyleniş biçimidir. Ülkü Köyünden olmayan Hemşinlilerin kendi ağızlarına uydurarak söyledikleri bir isim olduğu düşünülmektedir. Osmanlı kayıtlarında bu Zat’ın adının SELMAN olduğu belirtiliyor. Çayelinin Haremtepe Köyünün bir mahallesinin adı da Mollaveis’tir. Bu Köyün en uzak mahallesi Musikli’dir. Zilkale’nin tam karşısında bulunuyor.
Bu köyün Zilkale yakınlarındaki Şahin Tepesi de önemli yerlerdendir. Yolun altında yıkık duvarlı bir de harabe yapı bulunmaktadır. Buranın eski adı MECNUN idi, Arapça bir kelimedir. Yaylacılar buraya “Eroğ’un Sırt” derler. Eskiden burada meyve ağaçlarından; Elma, Armut ve Erik bulunuyordu. Erik ağacına dayalı olarak Eroğ’un Sert dedikleri anlaşılıyor.

OMOKTA: Zilkale’ye yaklaştıkça sağ yüksekte bir köy göreceksiniz. Köyün alt kısmı; yüksek, sağlam ve çok güzel… Kırgız Türkleri böyle yerlere OMOKTU diyorlar. Karaçay Türkleri de yakışıklı ve güzele OMAK diyorlar. Her iki Türk lehçesi de birbirlerini destekler mahiyettedir. Ama Kırgızların Omoktu kelimesi buraya tam olarak uymaktadır. Gerçekten burası, sağlam arazi yapısıyla güzel görünümde Zilkalesiyle ve derin Vadi manzarasıyla, tam olarak Kırgız Türklerinin Lehçesi konuşan bir Hemşinli Köyüdür.
Köyün bugünkü adı ŞENKÖY’dür. Köy yolu, Zilkaleden yukarı doğru çıkarak Köye geçer. Zilkale’den Omokta’nın sadece iki evi görünmektedir. Moleviç’in Musikli mahallesiyle karşılıklı olarak bulunan bir köydür. Musikli denilen karşı yamaçtaki orman içi bu Mahalleden acaba müzik sesleri geldiği için mi verilmiş bu ad? Ormanlar Doğal Enstrümanlar gibi, Çat Deresi de onun melodisi gibi sanki… Dağların müziği de mi olur demeyin. Çünkü O Dağların ırmak sesleri, şelale akışları, orman hışırtıları içindeki kuş cıvıltıları öyle bir müzik yaratıyor ki, dağlarda ebedi yankılanmalarına devam edip gidecek… Omokta Köyü Krrgız lehçesini orijin olarak en iyi kullanıldığı bir köydür. Kırgız dilinin özellikleri burada bariz olarak yansımaktadır.
Köyün 1900’lü yıllarda yapılan camisi, taş-ahşap karışımı olarak yapılmış zarif ahşap oymacılığının güzel bir örneğidir. Ancak tamire acele olarak ihtiyacı olduğu bilinmektedir. Köyü sit alanı olarak ilan ettikleri için inşaat yasağı bulunuyor. Mevcut eski konaklar da harabeye dönüşmüş durumda…
Bu Köyün yetiştirdiği ve renkli simalarından biri olarak anılan rahmetli Hasan Tez, iki dönem CHP milletvekilliği yaptı. Onun, İsmet Paşa ile samimiyeti, ileri derecedeydi. 1960 İhtilalinden önce, Meclis Kürsüsünden DP’yi eleştıren Hasan Tez’e, Meclis sıralarından bir sataşma olur: “ Hasan, Hasan Başbakan ol Başbakan!” Hasan’ın yanıtı gecikmez: “ CHP büyük bir parti, ben ona Başbakanlık yapamam. Ancak sizin Partiniz içinde bu görevi layıkıyla başarabilirim…”
Köyün Çat Vadisi manzarasının etkileyiciliği burada insanları mutlu etmekte ve gönüllere ferahlık vermektedir. Köyde konak evleri bulunmakta ve yöreye güzellikler katmaktadırlar.

ZİLKALE : Dereden 150 m yükseklikteki Kalenin etkileyici ve düşündürücü bir görüntüsü var.. Bir söylenceye göre, Yukarı Kale ile Zilkale birbirini, karşılıklı olarak görmektedirler. Böylece eskiden Kale Muhafızlarının ve insanların birbirleriyle haberleşmesi sağlanıyormuş. Ani baskınlarda Kale-i Bala Burcunda yakılan bir ateş dumanı Aşağı Kaleden görülerek gerekli tedbirler alınıyormuş.
Eskiden beri kaleye giriş yolu bile çok tehlikeliydi. Son yıllarda (Yaklaşık 1990 yılları) yollar onarıldı ve Turizmin hizmetine sunuldu. Kale Çat Deresinin en dar yerinde bir kayalık üstünde inşa edilmiş. Görünüm itibariyle Çat Vadisine kuşbakışı görebilecek bir noktada bütün haşmetiyle durmaktadır.
Kültür ve turizim bakanlığınca Kaleye konulan tabela üzerinde bu Kalenin 1204 yılında Trabzonda kurulan Trabzon Rum Devleti tarafından yaptırıldığı yazılmaktadır. Bilindiği gibi bu Devleti Komnenos Kardeşler kurmuştu. Komnenos Kardaşler Merkezi Istanbul olan Bizans Devletinin son hanedanıydı. 1071 Malazgirt Meydan muharebesinde Romen Diyojen Ordusu Alpaslanın Ordusuna yenilerek Bizans İmparatorluğu bu savaşı kaybetmiş ve Türkler Anadoluya girerek Istanbul dışında birçok Beylikler kurmuşlardı. Böylece Bizans, Istanbuldaki Surları içindeki Yeditepe ‘ye hapsolmuş duruma gelmişti. İşte bu arada Haçlılar toplanarak Istanbul üzerine saldırmış ve Selçuklu Devletine karşı başarısız olmuş Komnenos Hanedanını Tahttan indirmişlerdi. Böylece Bizans Devletini yöneten son Komnenos Kardeşler, Istanbuldan kaçmak zorunda kalmışlardı.
Komnenos Kardeşler nereye kaçtı? Gürcistan’a kaçtılar… Çünkü Komnenosların Teyzeleri, Gürcistan Kralıçesi TAMARA idi. Tamara zamanında Ülkeyi LAZLAR Yönetiyorlardı. Komnenoslar’ın Anneanneleri ve Gürcistan Kraliçesi Tamara’nın Anneleri bir KIPÇAK TÜRK’Ü dür. Bu nedenlerle Komnenos Kardeşlerin sığınacakları en emniyetli yer, Teyzelerinin yanıydı. Tamara da O tarihte Gürcistan’ın sınırlarını çok genişletmişti. Doğu Karadeniz, Orduya kadar onun egemenliği altında idi. Bu nedenlerle Tamara yeğenlerine yardım ederek ve onlara bir ordu kurarak Trabzonda PONTUS DEVLETİ’ni kurdurdu: Tarih 1204 yılını gösteriyordu. Bu Devlet, Tamaranın Laz Devletine bağlı Otonom bir bölge idi. Yani Selçuklu Devletinin Konyada kurulmasından 28 yıl sonra, Trabzon’da Pontus Devleti kuruldu. Bu Devlet Trabzon’da 250 sene hüküm sürdükten sonra 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından siyasi yaşamına son verilmiştir. Istanbul’un Surları içine sıkışmış Bizans İmparatorluğu ise daha önce 29 Mayıs/1453 yılında Osmanlı Devleti sınırlarına katılmıştı.
Zilkalenin esas adı ZİRKALE’dir. Arapça, AŞAĞI KALE anlamındadır. Çünkü bir Kale de daha yukarda Kale Köyünde bulunuyordu. Tarihçiler, Zilkalenin Trabzon Pontus Devleti zamanında yapıldığını söylüyorlar. Ancak yapılış tarihi kesin olarak bilinmiyor. Kalenin yapılış amacının, Çoruh Vadisi üzerinden gelecek bir saldırıyı önlemek ve yöre halkı olan Hemşinliler arasında asayışı sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
Osmanlı döneminde Aşağı ve Yukarı iki kale de, emniyet ve asayış amacıyla kullanılmış ve Kalelerde asker bulundurulmuş. ZİLKALE’nin ana giriş kapısının arkasında emniyet amaçlı bir Korunak bulunuyor. Kalenin 3 katlı olduğu, duvarlardaki ağaç yataklarından da anlaşılıyor. Yöre halkı söylencelerinde, Kaleden Dereye kadar inen yeraltı tünel yolu olduğu belirtiliyor. Ancak bu yolun Tünel olarak değil de muhafazalı merdiven biçiminde olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü Dereden su almak için bu yola gereksinim bulunuyordu. Kalede yapılan bir gezide Savcı Ali Velioğlu Ve Sebahattin Arıcı tarafından 30 Cm boyunda bir lav silahı bulunarak Trabzon Müze Müdürlüğüne teslim edilmiştir.

HAMLAKİT-KOTENÇU-PALOVİD-APİVONAG-TİROVİD-KARMİK VE AŞITLAR :

Zilkaleden hemen sonra Çat Deresi üstünde Vadinin sol yanına geçilir. Sol taraftan Ormanların içine dalan belirsiz bir Orman yolu sizi Palovid Vadisine ulaştıracaktır. Palovid Vadisinin bir arka vadisi ise, Kavron –Ayder Vadisidır. Palovid Vadisi şelaleleriyle ünlü bir Vadi olduğunu söylemekte yarar var. Şimdi bu Vadiye doğru yükselen eski orman yolu yapım ve genişletilme faaliyetlerine devam edilmektedir. Bu Vadinin ünlü Çağlayanlarından sonra Hamlakid Yaylası’na ulaşılır.

HAMLAKİD, Karaçay Türkçesine göre ÇOK KÖPEKLİ YAYLA (en köpekli yayla) anlamında kullanılıyor: Eski söyleniş biçimi, EM-LAKKAD’dır. Yayla iki Vonag’dan (mahalle ve hayvan yatağı) oluşmaktadır. Amlakıtlilerin kullandığı 2. Bir Yayla, KOTENÇU Yaylasıdır. Bu Yayla biraz daha yüksekte bulunuyor. Daha doğrusu, Tirovid ve Elovid Vadilerinin tam ortasında oldukça yüksek bir yerdedir. Her iki Yayla da çamlık içinde olsalar da, yakın çevrelerinde geniş otlaklara sahiptirler.
Karaçay Türkleri koyun ağılına Kotan ya da Kodan derler. Kotençu, daha ziyade Koyun yaylası olduğu anlaşılıyor. Çünkü Kotençu adını koyun ağılından almıştır. Böylece “çu” kelimesini de sonuna bağlayarak Koten-çu, “Koyun ağılı suyu” anlamına vermiştir.. En orijinal söyleniş biçimi, KOTAN-ÇU’dur.

PALOVİD: Daha sonra PALOVİD Yaylası yer almaktadır. Bu Yayla karşılıklı büyük iki mahalleye (Vonag) bölünmüş olarak aralarından bir su akmaktadır. Palovid Yaylasının, Osmanlı mahkeme kayıtlarından anlaşılacağı üzere, MELESKÜRLÜ’ler’ in Yaylası olduğu bilinmektedir. Son yıllarda ise bu Yaylaya; Hemşin Ortaköy, Çilingir, Sefalı, Âşıklar ve Çayeli Çataklıhoca mahallesinden de yaylacıların gittikleri bilinmektedir. Bugün Palovid, ikiye bölünmüş bir durum gösteriyor. Zaten suyun karşısındaki Yaylaya Meleskür Yaylası denilmektedir. Palovid Vadisindeki Şelaleler, yöreye ayrı bir güzellik katmaktadır. MEĞO Şelalesi bunlardan biridtr. Adıyla dikkat çekmektedir. Şair Alioğlu, Yöra yaylaları için çöyle diyor:
Bunca Yaylaları gezdim sırayla/Yaylalar içinde Trovid Yayla/Sanki Cennet Bahçesinden bir köşe/Havasını kokla ciğer kalayla/Palovid’e indim bir selam verdim/Eskiden buralı bir kız severdim/Muradımı versin diye Allaha/El açar yalvarır dua ederdim…

APİVANAG: Palovid’den daha yukarda dağların tepesine doğru Apivonag Yaylası ve AŞIT’ı bulunur. Bu Aşıt, Ğodeçu tarafına yol vermektedir. Ğodeçu Yaylasının bugünkü adı Davalı’dır. Arkaya aşan daha birçok Aşıt var: Ğaçivanag, Karmik ve Kavron Âşıtları gibi…

TİROVİD ve KARONÇ: Trovid’e ise Palovid Vadisinden ayrılan sağ vadi üzerinde bulunur. Kırgız Türkleri böyle Yaylalara TİRE-OVİD diyorlar. Dik, yüksek Vadi Yaylası anlamında kullanmışlar. Yazın bile karının erimediği söylenir. Elevid tarafında da, çok kar düşen KARONÇ Yaylası bulunuyor. Trovid ile Karmik Yaylası arasında antik yollara rastlanıyor. Bu yollar, geniş taşlarla döşeli olarak hala eski özelliklerini koruyor.
Yaylalarımız çok güzel ve ömür artıran mekânlardır. Palovid Vadisi de Şelaleleriyle, Su ve Pınarlarıyla ve genel manzarasıyla insanı büyülüyen Vadilerimizdendir. Yollarının iyileştirilmesinden sonra bu bölgelerin DAĞ TURİZMİ açısından önemi daha da katlanacaktır.
Şimdi tekrar bu dağlardan geriye dönerek Palovid Vadisinden aşağı doğru Zilkaleye inelim ve Çat’a doğru yolumuza devam edelim.

GOLUNA: Zilkaleden sonra karşıya geçmek için Çat Deresi üstünde bir Taş Köprü bulunuyordu. Araba yolu yapılınca bu Köprüye bir de Beton köprü eklendi. Son yıllarda da bu Köprü ile Çat arasında yollar düzeltilerek Granit parke taş döşendi. Eski yol görüntüleriyle bugünkü, artık kıyaslanmayacak kadar farklı görüntüye büründü.
Köprüden biraz yukarda eski adı Goluna diye Bereket Tanrısının insanlara bahşettiği bir Köy bulunmaktadır. Çünkü Karaçay Türkçesine göre GOLLU, Şamanist inanca göre, Bereket Tanrısı demektir. Aynı zamanda Karaçaylılarda Gollu, SOY adıdır. Orijin adının Gollu-na olması gerekiyor: BEREKET TANRI’SI ÜLKESİ anlamındaki Goluna’nın bugünkü adı ZİLKALE Köyüdür. Türkler bu yöreye gelmeye başladıkları zaman, antik Anadolu Bereket Tanrıçası KİBELE, çoktan unutulmuştu. Ancak Türkler henüz Müslümanlığa geçmeden önce, Ortaasyada belli Tanrılara inanıyorlardı. GOLLU Tanrısı da Ortaasya Tanrılarındandır. 1461 yılından sonra Ortaasya Şaman inancı ve Tanrıları yavaş, yavaş bırakılarak, Müslümanlık dini benşmsenmeye başlandı. Şaman inancı sadece, geleneklerde devam ettirilmektedir. Goluna köyünün altında dükkânlar ve dinlebnme tesisleri bulunuyor. Burada da insanlar zaman zaman dinlenirler ve ihtiyaçlarını gidererek Çat Düzüne ulaşmaya çalışırlar.

MEYDAN: Zilkale Köyünden sonra Meydan Köyü gelmektedir. Arapça açık olan saha, düzlük anlamına geliyor. Meydan Köyü de yoldan 300 metre yukarda, dağın yamacında bulunuyor. Orman içinde olmasına karşın geniş bir açık alanda bulunmaktadır. Evler, yeşillikler ve çimenlikler içinde bulunan güzel bir Köyümüzdür. Köye göre sağ taraftan tırmanan yol Badara Mezrelerine çıkmaktadır. Daha yükseğinde ise Gıto, Karap ve Ambarlı Yaylaları bulunuyor. Daha öne Hemşinden gelip bu Köye inen araba yolu, Orman Bölge Müdürlüğünce yapılmıştı. Çayeli-Hamşin Karayolunun tamamlanmasından sonra, devamı olan bu orman yolunun da yapılması durumunda burada da Ayder gibi bir gelişmenin olacağı şüphesizdir.
MEZRE: Köyün çat Deresine yakın alt bölümü de düzlük ve çimenliktir. Bu köyler yaşamlarını hayvancılık yaparak geçindirir. Onlar için “ot”, büyük önem taşımaktadır. Ot ve sütü hep bir arada düşünürler. Meydan Köyü’nün karşısında ve yüksekte bulunan ormanın tam tepesinde Mezre adında susuz bir Yayla vardı. Ancak O şimdi kullanılmıyor. Bir tarafında Çat Vadisi ve Badara Mezresi, diğer tarafında Palovid Vadisi, sanki buranın kontrolü altında tutuluyor. “Mezre”’nin konumu çok güzel olmasına karşın, susuz ve otsuz olması nedeniyle önemini ortadan kaldırıyor.
Meydan Köyünün bir mahallesinin adı da ĞEMİNDA’dır. GEDİKLER’in mahallesidir. Bunlar, Çermerşk Yaylasına çıkarlardı. Bellekte kalan izler: Nuri Dayılar, Gökçenler, Şerefler… Yaylacığın çocuk belleğinde bıraktığı derin izler…
Eskiden mis kokulu Şimşirlikler içinden ilerleyen patika yayla yolu, şimdi araba yoluna dönüştürülerek bir-iki tehlikesiz dönemeçten sonra ÇAT DÜZÜ’ne ulaşır. Eskiden bu dönemeçlerde patinaj eden arabanız, artık yukarıya doğru kolaylıkla akarak, Bilaloğlu Ğeyruddin’in şakacı anılarıyla yankılanan o ünlü düze çıkar…

GOBOCA: Meydan Köyünün bir mahallesidir. Karaçay Türkçesinde KOBU; Çukur yer, mağara, oyuk, dere anlamına geliyor. Gobu-ca mahallesine Karaçayca bu anlamlardan biri uygun düşeceği muhakkak. Gobocalı Gedik ailesi, Garab ve çermeşk Yaylalarını kullanırlar. Garab’ın otunu hayvanlarına yedirditen sonra Çermeşk’e çıkarlar. Garab Yaylası, Meydan Köyüne çok yakın bir yerde bulunuyor. Çat Düzünün tepesindeki açık alanda ama oldukça yüksekçe bir yerdedir. Gıto Tatlasına da yakın düşmektedir. Bu Yaylada Kartallar daima yüksekte uçarlar. Buranın adını Kırgız Türkleri ya da Çuvaş Türkleri vermiş oldukları bir gerçek… Ancak Kırgız Türkleri Karap’ı, viran ıssız anlamında kullanıyorlar. Kırgızlardan daha eski tarihe sahip olan Çuvaş Türkleri ise Kartal kuşuna KARAPPEL derler. Bu da, Kartal Köyü ya da Kartal yuvası anlamına geliyor: Karap-el… Yani KARTAL Köyü demek… Kartalların fazlaca uçuştukları bir yer nedeniyle bu ad verilmiş olabilir. Hangi anlamın buraya uygun düşeceği konusunda karar vermek oldukça zor…

ÇAT DÜZÜ: Çat Deresinin insana huzur veren akışını; otların, çiçeklerin ve şimşir ağaçlarının yer, yer kapattığı küçük çağlayanlarını izleyerek ve mis gibi çimşir kokusunu ciğerlerinize çekerek Çat Düzüne çıktığınız zaman, içiniz bir başka ferahlanır. Çünkü artık zaman, dinlenme zamanıdır. Dere içi düzlükleriyle, bakkal ve motelleriyle, pınar ve ahşap evleriyle, tepedeki Köy ve orman içi antik demir ocaklariyle Çat gerçekten eski ve yeniyi bir arada barındıran ender Vadi düzlüklerinden biridir.
Çat Düzünün başlangıç noktası olan DÜZLÜK, yaylacılar için unutulmayacak anılarla doludur. Yarı göçer yaylacılar hem yaylalarına çıkarken hem de yaylalarından geri dönerken bu noktada gecelerlerdi. Çünkü o eski yaylacılık günlerinde insanlar karayolunu kullanmak ve yaya olarak hayvanlariyle birlikte yaylaya gitmek zorundaydılar. Bu nedenle, 2 ya da 3 yerde konaklamak gerekiyordu. Hayvanları aç olarak hızlıca uzun yolculuğa zorlamak, olacak iş değildi. Çat Düzünde, ormandan toplanılan kuru çam dalları ve kütüklerinden tutuşturulan meydan ateşi sabaha kadar yakılırdı. Çünkü yabani hayvanlar ateşten korkarlar. Böylece hayvanlar bu tehlikeyi de savuşturmuş olurlardı. Geceleyin, yogun kadınlar ve çocuklar battaniye, ya da “çul” lerinin altında uyumaya çalışırlardı. Ama çocukların içinden “korku” kiç eksik olmazdı. Gece yarısında yapılan “HAYKIRIŞLAR”, çocukları daima ürkütürdü!
“Çat” ne anlama geliyordu? Ateşi çatıp karşısında keyf çatmakmıdır, birine rastlamak mıdır, iki derenin birbirine kavuşması mıdır, birisiyle karşılaşmak mıdır, hayvanların arka ayaklarının arasına benzer bir yermidir yoksa çat-çat birini dövmek midir? Çünkü eski Türklerde “Çat” kelimesi bu anlamlara gelmektedir. Akla ilk gelen olasılık; iki derenin birbirine kavuşmasından (çatması) kaynaklanarak bu adı aldığı düşünülebilir. Ancak bütün bunların yanında Kırgız ve Karaçay Türklerinin “Çat” için kullandıkları, başka önemli bir anlamı daha var: Bu Türkler, dağların üstündeki vadi çukurluklarına da “ÇAT” diyorlar. Çat’a çıkan birinin dikkatini ilk çeken şey, etrafında yükselen ormanlık alanlar içindeki ÇAT DÜZLÜĞÜ’dür. Böylece Çat kelimesinin, Vadi Düzlüğü anlamına gelme olasığı da aynı ölçüde önem kazanıyor.
Çat Köyü tepe üzerinde çok güzel bir konumda görünüyor. Arkasını, gelin süsleri gibi bezeyen Kutsal bir Ormana dayamış öyle bekliyor. Eski Türk geleneği olan ve veciz söze dönüşen “Yaş ağaca balta vuran el ummaz” kuralı bu ormanda tam olarak uygulanıyor. Ama ne yazık ki, o eski orijin evleri bir harabeye dönmüş durumda öylece gerçek sahiplerini bekliyor. Köyde kalanlar ise mutsuz ve bezgin…
Karaçay-Malkar sözlüğünün arka sayfalarında belirtildiği gibi “Çat” için terkipli olarak Türkler çok değişik adlar kullanıyorlar:
Çegetçat (kuzey Çat), Kıngırçat ( eğriçat), Cuguturlu Çat ( dağ keçili Çat), Calavçat (tuzluçat) Çatkara (kara çat), Çötçatan (işyeri çat) , Aruvçat (güzelçat) diye değişik yer adlarında kullanılmıştır.
Şimdi mülkiyeti Bilaloğluna ait taş-ahşap yapımlı, DİNÇER PANSİYON’un bahçesinde karnınızı doyurup çayınızı içtikten sonra yolunuza devam ederseniz, dönemeçi dödükten sonra yol kenarındaki pınar suyu ile karşılaşacaksınız. Pınarın karşısında bulunan Şemun Bilaloğlu Dayının ahşap evinin yanında dinlenirken, Şair ALİOĞLU’nun Çat’la ilgili iki dörtlüğünü mırıldanabilirsiniz:
Bir benzeri olmayan Çat/Sende başka olur hayat/İhmal etme sakın dostum/Kendini bu Cennete at/Mis kokulu Çamlıbeli/Sanki ninni söyler yeli/ALİOĞLU der inanmam/Gözlerimle görmeyeli…
Pınarın hemen arkasında çamlığın içinde antik yıllarda kırılmış kayaları göreceksiniz. Eğer O taş ocağında kazı yapılabilirse; önünde “curuf” bulunan küçük Taş Fırınlar ortaya çıkacaktır. Aynı fırınlardan orman içinde de çok sayıda bulunuyor. Bunların en azından birkaç tanesi temizlenmeli ve 3500 yıllık Hemşin yaşam Vadilerinin tarihi kökenleri aydınlatılmalıdır. Çünkü antik Tarihçiler; Anadoluda Miladi yılına değin GÜMÜŞ işletmeciliği yapıldığını ve o zamanki Anadolunun adının GÜMÜŞ ÜLKESİ olarak bilindiğini söylüyorlar. Miladı yıldan sonra ise, bu yerlerde DEMİR-BAKIR üretimi yapılmaya başlanmış. Çat Maden Fırınlarında hangi madenlerin nezaman çıkarıldığı yapılan kazılarla ortaya konulmalıdır.
Düzlüklerdeki “Teman” ya da “Horun” ot yığınlarını izledikten sonra LEĞEN DERESİ ile ELOVİD DERESİ’nin birleştiği Çatak bölgesini görürsünüz. Şimdi biz sol yolu takib ederek Elovid Vadisine girelim. Hemen karşıda, Rasim Mafrat’ın ahşap motel ve araziye serpilmiş küçük konaklama evlerini görünmektedir. Kahvesinde soluklanıp peşpeşe birkaç çay içerek tanıdığınız başka simalarla da görüşmek fırsatını yakalamış olursunuz.

LAKOBAR: Yukarıya doğru yolunuza devam ettiğiniz zaman sol taraftan Çat Köyü yolunun ayrılmaktadır. 3 Km sonra ise Lakobar Bölgesine gelirsiniz. Bu bölge adını, yolun üstünde çamların kökünden çıkan LAKOBAR SUYU’ndan almaktadır. Tarihi Köprülerden biri de bu bölgededir. Kayıtlarda “Çat Köprüsü” diye geçmektedir. Köprü, karşısı yakasındaki gür orman içine geçit veriyor. Tahminlere göre Kale köyüne buradan bir patika yol ulaşmaktadır. Köprünün bulunduğu yer, Çat ve Kale Köylerini birbirine bağlayan bir görünüm arzediyor.
Acaba LAKOBAR ne anlama geliyor?
Kırgız Türkleri at sineği çok olan yerlere bu adı veriyorlar. Kırgızcada “la” ve “ila” ; at sineği demektir. “ Kobur “ ise mırıldanma-vızırdama anlamına geliyor. Böylece, “at sineği vzırdaması” olarak bir tamlama ortaya çıkıyor. Lakobar’ın bol otlu açık yamaçlarında, Yolkıyı ve Ülkü Köylülerinin yayla evleri bulunuyor. İspir’in Karasydi Köyünün eski adının da Lakubar olduğunu bilmekte yarar var…
Lakobar Köprüsü gerçekten, altında püsküren çağlayanı ve doğal ortamıyla bir bütünlük arzeden çok güzel bir görüntü vermektedir: Tam tamamına, iki Vadi yamacını birbiriyle nişanlayan halka yüzüğe benziyor. Şairlerin yolu buradan hiç mi geçmedi? Yoksa geçseler bile doğanın verdiği sarhoşlukla, duygularını kaleme mi alamadılar? Farkındalığın farkında olmamak gibi bir şey…

Biz yine de, ALİOĞLU’nun Çat’la ilgili şiirlerinden “Bahar Geldi Gene” şiirinin bir dötlüğünü buraya koyalım:
Dağları kendime edinmişim yar/Gezip dolanayım ölene kadar/Kurtlara kuşlara yeşil otlara/İçimde doyumsuz bir muhabbet var…
İspir’in Karaseydi Köyünün eski adı da Lakubar’dır.

ELOVİD: Lakobardan 4-5 Km sonra ise, ormanların bitmek üzere olduğu Vadinin sonlarına doğru yaklaşılır. Otlak alanlarıyla orman arasında kurulu Elovid; insanları oksijensiz, hayvanları otsuz bırakmaz. Tamamen düz sayılabilecek bir alanda bulunuyor. Elovid’in bugünkü adı YAYLAKÖY’dür. Zaten Köy ve Yayla içiçe bulunuyor. Evler ahşap ve taş karışımıdır. Çat ile birlikte tam bir Turizm merkezi olabilecek konumdadır. Ancak Köylüler, gelen turistlerden rahatsız oluyorlar. Hatta bu nedenle yollarının düzgün hale dönüştürülmesini dahi istemiyorlar. Çünkü bir günlüğüne gelen Turistler, çevreyi kirletmekte ve kötü görüntüler bırakarak geri dönmektedirler. Kendi geleneklerini kendi içlerinde yaşamaları onları daha çok mutlu ediyor. Ancak Altyapı kalkınmalarının, Ülkenin ilk ve önemli aşamalarından olduğu bilinirse ve ona göre davranılırsa, daha iyi sonuçlar alınacağı muhakkaktır. Doğanın temizliği konusunda bilinçlendiğimiz ve Turizm Ticari bir mahiyet kazandığı zaman, bu kaygıların ortadan kalkacağı düşünülmektedir.
Elovid, antik tarihiyle birlikte fazlaca sipekülasyonlara konu olan ilginç bir Köydür. Ermeni yazarlar bu Köyü örnek göstererek bazı hayal ürünü istekler peşinde koşmaktadırlar. Burada bir Kilise olduğunu ve bu nedenle de Köyün bir Ermeni köyü olduğunu anlamsız bir biçimde anlatmaya çalışıyorlar. Zaten Hemşin Türkleri buraya gelmeden önce buranın bir Ermeni Köyü olduğu konusunda kuşku yok ki… Yöreyi inceleyip araştırdığınız zaman, Bazı ipuçlarına ulaşabiliyorsunuz. Örneğin Cagud Tepesinde bir yapıya ait temel kalıntıları ve yanında bir su bulunmaktadır. Bu kalıntının, bir manastır kalıntısı olduğunu öne sürüyorlar. Ancak bu konuda, henüz bir araştırma yapılmış değil…
Ermeni Tarihçiler ve yazarlar, bu Köyün adının Ermenice olduğunu kanıtlayamıyorlar. Bu durum, burada Ermeni yaşamadığı asla ıspat etmez. Ermeni Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü Müdürü Prof Asot Melkonyon Elovid’in esas adının YEĞİOVİD olduğunu söylüyor. Bu adın da YAĞ OVİD’i anlamına geldiğini belirtiyor. “Yağ” ise Eski Türkçe kökenli bir kelime olup, Ermeniceye “yeğ” ve “yuğ” biçiminde geçmiştir. Ovid ise Arapça kökenli bir kelimedir. Bu kelime hem Ermeniceye, hem de Türkçeye geçmiş bir kelimedir. Bütün bunlar karşısında Prof Asot Melkonyon da, Elovid’in Ermenice bir kelime olmadığını ima ederek, haklı sebeplerden dolayı, dolaylı da olsa doğru bilgiyi teslim etmek cesaretini göstermiştir.
Yeni Türkiye Türkçesinde ova ve yaylalara OVİD deniyor. Yalnız bizim görüşümüze göre burada, Yeği-ovid’in Elovid’e dönüştüğünü söylemek bana göre yanlış olur. Çünkü yağ anlamına gelen Yeğ ya da yuğ kelimesi ile, Elovid’in “El” i arasında hiçbir benzer taraf yok. Yani Yeği-ovid ile El-ovid arasında sadece “ovid” benzerliği bulunuyor. Bu nedenlerle El-ovid’in, Yeği-ovid’den dönüşen bir kelime olduğu hiç söylenemez ve kanıtlanamaz. Hemşin Türklerinin Elovid’e, Ermenilerden sonra geldiğini bilerek bu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Köy’ün adından anlaşılacağı gibi bu adın, Ermeniler tarafından verilmediği anlaşılıyor. Daha dürüst davranarak şu olasılıklar ileri sürülebilir:
1-Hemşin Türkleri MS 600-700 yılları arasında bu Ermeni Köyüne geldikleri zaman buraya YABANCI YAYLA demiş olabilirler. (Çünkü eski Türklerde EL, “Yabancı” anlamına da gelmektedir ve Köyde yabancı olarak Ermeniler yaşamaktadırlar.)
2-Ya da Türkler buraya kendi öz Dillerindeki El-ovid kelimesi karşılığında OVİD KÖY adını vermiş olabilirler. (Çünkü Karaçay Türkleri “Köy”e EL diyorlar. ) Böylece yöreye EL-OVİD de demiş olabilirler. Cumhuriyet döneminde verilen Yaylaköy adının, eski adına uyması, Türkçe isimlerin devam edip geldiğini gösteriyor. Ancak bu Köyle ilgili olarak hiçbir araştırmacının,” Ermeni yaşamadığı”nı ıspatlamaya kalkışma hakkı yoktur…

Burada bir konu da dikkat çekmektedir: Ermeniler Vadi’ye, COR diyorlar. Yayla’ya ise LERNATAŞ diyorlar. Ama her nasılsa Elovid için bu Ermenice kelimeleri kullanmamışlar. Acaba neden Ermenilerin yaşadığı bir Köye, Ermenice bir ad konmamış? Bu konu tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Çünkü Yeğiovid de olsa, Elovid de olsa bu Köyün adı, Arapça-Türkçe olarak, çok Uluslu tamlamadan oluşmaktadır.
Ermeni yazar ve Tarihçilerinin yineledikleri “1461 yılında Trabzon’un Osmanlılara geçmesinden sonra Ermenilere baskı yapılarak DİN ve DİLLERİ değiştirildi” sözü, yüzdeyüz doğru olmadığına, Elovid Ermenileri güzel bir örnektir. Çünkü 1461 yılından sonra Ermenilere baskı yapılarak Dilleri değiştirilmiş olsaydı, Elovid Ermenileri bu Köyde 1915 yılına kadar kendi Dillerini koruyabilirlermiydi? Ama Din yönüyle Osmanlı baskısı altında kaldıkları söylenebilir. Çünkü Osmanlı, Din esasına dayalı olan ancak ırkçı olmayan bir yönetimdi. Bugün Hopa Kemalpaşa Beldesinde bulunan birkaç köy hala, yarım yamalak da olsa Ermenice konuşabiliyorlar…
Elovid’de de 1915 tarihnde, 20 hane olan Ermeniler, kendi Dillerini konuşuyorlardı. Dinlerinin gereğini de Kiliseleri yıkılmış olsa dahi, evlerinde yerine getirebiliyorlardı. Yani 450 seneden beri, asimile olmadan, Dillerini muhafaza edebilmişlerdi. Ermeniler’in, “ Sürgüne yollandık, işkence gördük” demeye hakları olsa bile asla, “Asimile olduk” diyemezler. Dili ve kültürü devamlılık gösteren bir Ulus için, kanaatimizce “Asimile oldular” ifadesi kullanılamaz.
Yine Aioğlu’nun yayla şiirlerinden iki dörtlüğü de buraya alalım:
Nazlı olur Elevid’in kızları/Ayın ondördüne benzer yüzleri/Kibar yürür yere hafif basarlar/Onun için belli olmaz izleri/Alioğlu der ki bu işler tamam/Gençlik elden gider onu tutamam/Sevda bağı ile beni bağlayan/Yayla Güzelini hiç unutamam…

HORMİSU: Elovid’in Bir bölgesinin adına HORMİSU deniliyor. Rusçadan Kırgız ve Karaçay diline de geçmiş HOR kelimesi, “Güçlü, kuvvetli, bol” anlamına geliyor. HOR-(mi)-su, Rusça-Türkçe karışımı BOL SU, KUVVETLİ SU anlamına gelen bir tamlamadır.

Elovid’in yüksekçe başka bir bölgesinin adı da TAVTENİ‘dir. TAV ve TENGLİ kelimelerin birleşimidir. Bütün Türkler bu kelimeleri kullanırlar. Dağ ve Denk anlamında iki kelime bir araya getirilerek bir kelime yapılmış. “ Sıradağ” ya da “Dağ Yüksekliğinde Yer” anlamına gelecek şekilde yorumlanmalıdır. Dağ denginde bir Yer anlamı vermektedir.
Elovid Yayla Köyünde 1915 yılı Ermenileri zoraki göç ettirme tarihinde 20 hane Ermeni yaşıyormuş. Zorla göçe karar verildikten sonra bu Ermenileri, Jandarmalar gelerek alıp götürmüşler. Bütün bu kısa bilgilerden anlaşılıyor ki; bu Köydeki Hemşinlik Türkleri, Ermenilerle 1400 yıl bir arada ama kendi gelenekleriyle, dil ve inançlariyle yaşamışlardır. Ancak sürgüne yollanmaları, hem Ermeniler açısından hem Türkler açısından, Tarihe kötü bir iz bıraktığını da göardı edemeyiz.
Köy’ün ilk yerinin, daha yukarda bulunan Ğoçivonag olduğu söylenir. Ancak Elovid’e ne zaman inildiği bilinmiyor. Elovid, konumu itibariyle çok güzel bir yerde bulunuyor. İki derenin birleştiği yerin altında, ana su kolunun yanında kurulu bir Yayla Köyüdür. Ahşap evleri, bakkalı ve Pansiyonları bulunmaktadır. Köy, Karasal iklimle ılıman iklimin tam ayrıştığı noktada bulunuyor. Burada nazlı olsa bile,Sebze dahi yetiştirilebiliniyor.

KARONÇ: Araba yolu sol su kolunu izleyerek, Karonç ve Tirovidden sonra Palovid’e ulaşır. Palovid’den bir dağ ötede Vadi içinde ise, Kavron Yaylası bulunuyor. Karonç ya da Karuç; kelime kökü ve eki ile birlikte Kırgız Türklerinin dilinde KARLI YAYLA anlamına gelmektedir. Karonç’tan sonra Tirovid Vadisine ulaşılır. Trovid de yine Kırgız Türkçesine göre YÜKSEK YAYLA anlamındadır. Tire(k)-ovid, kelimenin esas köküdür. Trovid Vadisinin yükseğinde de Karmik Yaylası bulunur. Bir arkadaki vadide bulunan Palovid Yaylasının en yükseğinde ise Apivonag Yaylası yer alıyor. Bu Yayla aşıtlarının hepsinden, Sırakonak Köyü’ne (Ğodeçu) geçmek için uygun yollar bulunuyor.
Bu Yaylaların adları tamamen Türkçedir. Zaten hiçbir Ermeni yazar ve Tarihçi de, Elovid-Tirovid-Palovid’in Ermenice olduğunu kanıtlayamıyorlar. Sadece Ermeni yazarlardan Levon Haçikyan, Elovid’in yakınlarında Khaçekar, ya da Khaçik Peder Manastırını olduğunu tahmin ve ima etmektedir. Ama bu konuda herhangi bir kanıt veremiyor. Yalnız Elovid’in arka yamacındaki çamlıktan sonra gelen Cagud adındaki Tepe üstünde bazı kalıntıların olduğu söyleniyor. Buradaki kalıntıların, Kale kalıntıları mı yoksa Kilise ya da Manastır kalıntıları mı olduğu kesin olarak bilinmiyor. Ermeniler’in söylediği Manastır, adını Kaçkar Dağlarından alan bir Manastır olduğu anlaşılıyor. Ermeni yazarlar, burada bir Manastır olduğunu kanıtlamaya çalışırken, Hoçivonag Yaylasını örnek gösteriyorlar. Aslında Ermeni yazarları tarafından Manastır’ın yeri tam olarak gösterilse ve Türk makamları tarafından da belirlense, Turistik amaçlı yeniden inşa edilip Ermenilerin görüşüne sunulabilir. O zaman yine Türkiye Cumhuriyeti kazançlı çıkacaktır.
Şöyle çarpıcı bir örnekleme yapılabilir: Türkler Ortaasyadan Anadoluya gelinceye kadar Afkanistanda, Türkmenistanda, Özbekistanda, İranda ve başka birçok yerde bugün hala ayakta kalan Camiler inşa etmişlerdi. Şimdi biz kimliğimizi, bu camilere göre mi belirliyeceğiz? Ya da Semavi Dinlerin birbirlerinden üstünlüğünü mü tartışacağız? Bugünkü çağda bunun yeri yoktur. Ancak Ülkelerin zor kullanarak yaptıkları uygulamalarının çok acıklı olduğunu bilmek ve hiç unutmamak gerekiyor. Çünkü Kırımda 1944 yılında azınlıklara ve Türklere uygulanan zorunlu göç olayları ile ilgili anlatılanlar, bugün bile herkesin yüreğini dağlamaktadır. Bu iki örnekte acaba bir enpati yapabiliyormuyuz? Türklere yapılan bu zülümleri, başka uluslara karşı yapmamalıydık diye bir öz eleştiri yapabiliyormuyuz? Türkiye Cumhuriyetinin amacı, Bu eski yaraları sararak ve acıları giderici tedbirler alarak Ülkemizde Turizmi geliştirecek her türlü çalışmaları biran önce başlatmalıdır…

CAGUD VE TAVTENİ: Elovid’de Ermeniler yaşamalarına karşın, resmi kayıtlarda yer adlarının Ermenice olmaması dikkat çekicidir. Manastır olduğu Tepenin adının CAGUD olduğu biliniyor. Cagud, Kale Köyünde bulunan bir yer adıyla da örtüşmektedir. Kelimenin kökü Cag-ud’dur. Eski Türk dillerine göre tam olarak Yağı bol olan yer, YAĞLIK anlamına geliyor. Büyük olasılıkla o tepe üstünde de bazı haneler bulunuyor ve hayvancılık yapılıyordı. Otunun yağlı ve faydalı oluşundan mı yoksa çok yağ üretildiği için mi bu ad verildiği konusunda bir açıklık yok…

TAFTENİ: Hemşinde de benzer formatta Taveni kelimesi bulunur. Kelimenin kökü; TAV-teng-li’dir. Dağ kadar büyük, Dağ seviyesinde, Dağ gibi anlamındadır. Bütün Doğu Türkleri, Kırgızlar ve Karaçay Türkleri, bu kelimeleri kullanmaktadır. DLT lügatında da Tav ve Teng kelimelerine yer verilmiştir.

ĞOÇİVONAG (ĞAÇİVONAG): Elevid Köyünün başından itibaren sağ taraftan akan Dere boyunca yukarıya tırmanırsanız, Ğoçivonag Yaylası’na varırsınız. Eskiden bu yaylayı, orada yaşayan Ermeniler de Köy olarak kullanmış olduğu söyleniyor. Bazı araştırmacılar, burada bir HAÇ bulunduğu ve bu nedenle de adının Haçivonag olduğunu söylüyorlar. Ancak burası, bir hayvan yatağı olduğu için, “Haçlı Hayvan Yatağı” biçiminde söylenerek bir anlam verilmesinin, bir ciddiyeti bulunmuyor. Ğoçivonag’ın en eski Ermeni Köyü olduğunu kabul etsek bile, orada da bir Manastır kalıntısı yok. “Manastır vardır” dedikleri CAGUD TEPESİ ise buraya Kilometrelerce uzakta bulunuyor. Belki şöyle bir mantık yürütülrbilir: “Ermeniler Ğoçivonag’dan Elovid’e göçtükten sonra bu Manastırı yaptılar “? Aslında Manastır ve Kilise aramanın da bir anlamı bulunmuyor. Çünkü zaten orada Ermenilerin yaşadığı biliniyor ve kabul ediliyor. “Burada Ermeni yaşamadı” diye bir iddiada bulunulmuş olsaydı, Ermeni yazarlar Manastır kalıntılarını ortaya koyarak bunun aksini ispat edebilmek için gayret sarfetmede haklılık payları olabilirdi. Öte yandan VONAG’ın İtalyanca BOONA’dan kaynaklandığını, B. Umar Tarihi Adlar Kitabında “VONA” bendinde anlatıyor. Böylece Vonag’ın, hayvan sesinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Biraz daha Türkçeleştirirsek buna BÖÖN-AG diyebiliriz. Kelimenin sonundaki AG (AK) takısı ise Türkçedir. Yat-ak, sap-ak, kap-ak gibi… Yani Voonag, ya da Böönak, Ermenice bir kelime değil. Ermeniler böyle bir ad koysalardı, VAMP-VANADON ve YEGEZETSİ kelimelerini kullanarak Ğaçivonag’ı daha iyi tanımlamış olacaklardı. Çünkü Manastır ve Kilise, bu kelimelerle ifade edilmektedir. Öyle ise Ğaçivonag kelimesinin etimolojik yapısı, Haç ve Manastırla ilgili bir yer değil. Yörede Haçlı Manastır bulunsa bile Ğaçivanagla bir ilgisi olamaz. Öte yandan, hayvanların yattığı yere, “Haçlı Hayvan Yatağı” demenin de anlamsızlığı ortadadır. Kelime benzerliğine dayanarak hiçbir zaman, Ermeni yazarların çıkardığı sonuç çıkarılamaz.
Ancak Vonag kelimesi, Ermeniceye de geçmiş olduğu bir gerçek… Yalnız Ermeni Tarihçi ve yazarların, Hemşin Coğrafyasında Ermenice Kelimeler bulamamalarının, onlara verdiği üzüntü çok büyük… Bazı zorlamalarla kelime üretmeye çalışmaları ise, Bilim çevrelerini rahatsız etmektedir.
Öyle ise ĞOÇİVONAG’ın anlamı nedir?
Ğoçivonog, KEÇİ YATAĞI anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. Ğaço, Ğaçinoğ, Ğaçinkaya ve Ğaçapit kelimeleri de bu kökten kaynaklanıyor. Türkler bir davar cinsine Keçi diyorlar. Ancak Araplar da Keçiye HÖÇ (heç) diyorllar. Türklerde de Keçi, heçheç-hoçhoç-kiçkiç diye söylenerek çağrılır ya da otlağa sürülür.
ĞOÇİVONAG HİKÂYESİ: Kazım Günday’ın Ğoçivonag’la ilgili verdiği bilgiye göre, burada DEĞİRMEN DUZİ diye bir yer varmış. Yani eskilerde burada bir Değirmen bulunuyormuş. Çünkü eskiden halk burada ARPA ekimi yaparmış. Ürettikleri Arpayı da değirmenlerinde öğüterek ekmek yaparlarmış. Hemen arka vadide bulunan Sıraköy Köyünde de 1950 yllarında ve öncesinde ARPA üretimi yapıldığı bilinmektedir. Arpasını Değirmene götüren birisi bakmış ki Değirmenin çarkı, soğuktan donmuş olması nedeniyle, çalışmıyor! Bu olaydan sonra köyde daha kalamamışlar ve Ğaçivonag’ın bugünkü yerini terk ederek, daha yumuşak iklime doğru inmişler ve yeni Köylerine yerleşmişler. Ğoçivonag, en yüksek Yaylalardan biri olup, İspir tarafındaki Ğodeçu ve YUSUFELİ tarafındaki Vadilere de Geçit vermektedir.

KALE KÖYÜ: Şimdi Elevid’den geri dönerek Çat Merkezine inelim ve Kale-Sarincov-Sıraköy-Ortayayla-Ortaklar Köylerinin sularııyla; Murted-Çermeşk-Verçembeg Yaylalarının sularını Çat’a taşıya LEĞEN DERESİ’ne girelim. Bozuk ve taşlı yollarda yavaş, yavaş seyrederken Yükselmeye başlıyorsunuz. KOP ve Sudüşen’i geçip yolumuza devam edelim. Yaylaya çıkarken Dereye düşüp ölen Ayşe Ğubiyarlı Halanın mezarlığında durarak ona bir rahmet verelim ve COĞÇUR’un can alan o “kalın suyu” nu bir kez daha inceliyelim. Kırgız Türkleri suyu kabarık ve taşkın olan Irmaklara ÇOĞÇU derler. Kabarık, kuvvetli Su, Çok Su anlamına geliyor. Ayşe hala da yaylaya çıkarken tam bu mevkide geçit veren eski bir Ağaç
Köprüden karşıya geçerken, ayağı takılarak Dereye düşüp boğuluyor. Ayşe Hala, Ğubiyarlı Osman’ın (Arıcı) kızkardeşidir. Ğaçapit Köyü’nün KARACA ailesine gelin gitmişti. Çayeli’nin Senoz Deresi’ndeki LAZLAKAR Yaylasının Deresine de” Çoğcur” denilmektedir. O eski derme çatma ağaç köprüsünün yerinde şimdi bulunan beton Köprüden geçtikten bir süre sonra Kale yol ayrımına gelirsiniz. Leğen Deresine burada PURPAK adındaki Kale Deresi katılmaktadır. Ancak Şair Alioğlu; “Dağlarım, Yaylalarım” şiirinde şöyle diyor:

Yaylaların tacı Kale/Tarihi Mekândır Varoş/Başyaylaya ne demeli/SİSTEN Deryasıyla bir hoş…
Bu dörtlükte, Başyayladan akan Çayın adının SİSTEN olduğu anlaşılıyor.
Temiz, lekesiz anlamına gelen Pur-pak, köken olarak Hititçeye ve Farsçaya dayanıyor. 4000 yıl öncesinde Hitit Krallıkları Döneminde, Anadolu Dilindeki manası, temiz olarak da nitelendirilen PAK kelimesiyle eşleşiyor ve o zaman, “Tertemiz” kelimesine PARKWİS deniliyordu. İranlılar ise buna PAK derler. Lekesiz anlamına gelen kelime ise, PİR kelimesidir. Kaleliler bu terkibi, kendi şivelerine çevirerek Purpak diyorlar. Çayeli Sefalı Köyünde ise buna “Pirumpak” derler. Bu Dere, Lekesiz, temiz anlamına geliyor. Kelimenin Literatürdeki söyleniş biçimi PİRPAK’tır.
Eski Kale Köyü tarafına, Leğen Deresinin üstündeki Taş Köprü’den geçilir. Köprü’nün 1900 yıllarında yapıldığı sanılıyor. Köprü’den sonra sağ yol boyunca önce Hisarcık’a, sonra da Kaleköy’e çıkılır. Hisarcık Köyü sonradan ayrılarak bağımsız bir köy olmuştur. Yazlık Köyü, Pürpak Deresinin karşı yukarısında bulunur. Kale Köyünün devamından bu Köye yol geçer. Ancak Kale Köprüsünün sol yanından ayrı bir yol daha yapıldı. Hisarcık Köyünün, ARÇEVİT adında bir bölgesi bulunuyor. İkizdere’nin Çifteköprüler Köyünün yaylasının adı da ARCEVİT’tir. Kırgız Türkçesine göre Arçevit; ARDINÇ VADİSİ anlamındadır. Belki de eskilerde, ardınçlı bir yermiş?

KALA-İ BALA: Yukarı Kale anlamına gelen Kala-i Bâla, Kale Köyünün Hisarcık Semtindedir. Bu kalenin de tıpkı Zirkale gibi kesin yapım tarihi belli olmamakla birlikte, Trabzon Pontus devleti Yöneticileri olan Komnenos Kardeşler zamanında yani 1204 tarihinden sonra yaptırıldığı tahmin ediliyor. Kale, KAYALIK BİR Tepe üzerinde olup, Pürpak Deresi, Leğen Deresi ve TATOS Geçidini gözetim ve denetim altında tutacak bir konumdadır. 1461 yılında Osmanlı, Pontus Devletini yıktıktan sonra Kala-i Bâla ve Zirkalede asker bulundurmaya devam etmiştir. BABUSER adlı yer, Farsça olarak BAŞ KAPI (Büyük Kapı) anlamındadır. Kale Köyünde dikkat çeken bir yer adı daha var:

CANCAĞPUR: Kırgız Türkleri’nin Diline göre “CANCAĞI”, -…etrafı- anlamına geliyor. PUR ise eski Türkçede ayı demektir. Burada da çok güzel bir tamlama karşımıza çıkıyor:
CANCAĞI-PUR… Etrafı Ayılık Yer anlamına geliyor. Burada bir başka yer adı da, GALDEĞ’dir. Kırgız Türklerinin Dilinde bulunan KALDAK kelimesinin tıpkısıdır. Bu yer, ormanın sonlarında ağaçları kurumuş olduğu bir yerdir. KURU AĞAÇLIK anlamına gelmektedir. Yerin konumunu tam olarak bilmrdiğimiz için, eskiden ağaçlık bu yerde, ağaçların zamanla kurumuş olabileceği düşünülebilir.
Bu Köyde bulunan diğer bir yer adı da, ZİGIRMAD’dır. Kumlu, çorak yer olduğu dşünülmektedir. Çünkü eski Türklerde hem ZIGIR hem de MAD kelimeleri bulunuyor. Kelime terkibi, Hiç işlenmemiş kuru ve kumlu toprak olduğu anlaşılıyor. Türk dillerinde bulunan diğer bir kelime olan ZIGIRDA ile bir ilgisi yok.
Böylesine yer adlarının Öztürkçe olması ve Dilinde binlerce Öztürkçe kelime bulunan Hemşin Halkının, artık kafatasçı sipekütörlere diyecekleri başka bir söz bulunmuyor…
Bu Kalelerin Emniyet, Dış tehlike ve Ticari amaçlı yapıldıkları anlaşılıyor. İspir tarafından gelecek ani baskınların önlenmesi gerekiyordu. Çünkü Türk Devletleri ve Osmanlılar daima arka taraftan Karadenize inmeye çalışıyorlardı. F. Sultan Mehmet, Trabzon Pontus Devletini işgal etmek için Yeşilırmağı takib ederek Kelkit’e çıkıyor ve Ziganayı aşarak Trabzonu kuşatıyordu. Kalelerin diğer bir amacı da Tarihi İpek Yolunu Karadenize bağlayan yollar üstünde Ticaret Kervanlarını kontrol etmektir. İspirden gelen İpek Yolu üstünde bulunan TATOS GEÇİDİ, önemli bir yoldur. Tatos Geçidine gelen yol ikiye ayrılarak Sisten ve Pürpak Deresi boyunca LEVENT DERESİ’ne inerken, ikinci yol ise 45 derecelik bir açı yaparak Verçenig Deresinin Ortayayla Köyü kavşağına kavuşur. Bu yolun yöresel adı, ARABA YOLUDUR. Halk arasında halen bu tabir kullanılmaktadır. Yol güzergahi, belirli belirsiz bir çizgi halinde görülebilmektrdir. Bugün At Arabalarının bu yolu kullabilmeleri olanaksızdır. Çünkü Yol tamamen kaybolmuş durumdadır. Turizm açısından bu Yolun açılması ile Tarihin canlandırılması sağlanmış olacağı gibi, halknı da bu yoldan geniş ölçüde yararlanması sağlanmış olacaktır. Bu yolun devamı, Murted Gölünden aşarak Cimil üzerinden Rize Denizine, Baldaş Belinden aşarak da Senoz Vadisinden Çayeli Denizine ulaştığı biliniyor.

NOKTA HALA: Kale Köyünden sonra Pürpak Deresi yukarısında daha başka Yaylalar da bulunuyor. Kaleköy’ün sağında Çiçekli, sol yukarısında ise Başyayla bulunuyor. Bu bölge krater gölleri yönünden de zengindir. Bu Yaylalarımızdan da Arkadaki Ğodeçu Vadisine inecek Aşıt’lar vardır. Yalnız Aşıtları aşarak köylerine ulaşacak insanlara da ihtiyaç var… Ama NOKTA HALA için ne çiçekli Yaylanın zevki nede Aşıtlardan aşıp gelecek bir yakınını bekleme heyecanı kalmamıştır. ÇünküNokta Hala, tam 20 yaşında iken eşini kaybetmiş. Geride yetim kalan iki kızı ve oğlu Ahmed’den oluşan ailenin tek sorumlusu Nokta Haladır. Nokta Hala, 20 yaşına sığdırdığı 3 evlad sorumluluğunu, Ahmed büyüdükçe artık üzerine alacak ve evin tek erkeği konumuna geçecekti.
Ahmed Delikanlı olur ve diğer Hemşinliler gibi çalışmak üzere KIRIM’a gitmeye karar verir. Kırım Türklerinin yaşadıkları Türklerin İslamterek dedikleri Kirova şehrinde, yine Hala Köyünden bir ustanın yanında Fırındaki tezgâhta, ekmek satmaya başlar. Kirova, Kırım’ın doğusundaki SASIK GÖLÜ’nün kenarında bulunan bir Kasabadır. Ahmed orada 4 yıl çalıştıktan sonra bir kavga olayına karışır. Daha sonra hastalanarak öyle iken Tirene bindirilerek Batuma yollanır. Ahmed yolda, ya da Kale’ye çıktıktan sonra ölür. Ahmed’in cenazesi Köyün altında bir yerde toprağa verilir. Ancak Nokta Hala, oğlunun tam olarak ne sebebten öldüğünü bilmemektedir.
25 sene önce kocasının ölümüyle yıkılan Nokta Hala, oğlunun acısıyla ikinci kez yıkılıyor. Ölümüne şüphe ile baktığı oğlunun evlenmeden ölümü, annelik duygularının verdiği yaşlı gözlerle, Hemşin Dağlarını yankılandıran DESTAN’ını dillere döküyor. Nokta Hala’nın bu Destanını, orijin Hemşin Türk Lehçesinden kısmen bugünkü Türkçeye çevirerek sunuyoruz:

Çok ahdım var idi çıkmadık yaza,
Ezrail da bakmaz bir ile aza,
Kahpe felek sana verdirsem ceza,
Kim durur seninle divane felek?
Yeni çıktın Gurbete kâr etmeye,
Orada başladın ekmek satmaya,
Kirova’dan derdime dert katmaya,
Şinden sonra daha gitme Amedum.
Rusya’dan gelir yangınlı para,
Amed’i gördün mü bıyığı kara,
Avazımı saldım Yüce Dağlara,
Senden sonra Dağlar yansın Amed’um.
Kirova dediğin adınlı şehir,
Kara bıyıkların Dünyaya değer,
Ağaç meyve verir dalını eğer,
Senden sonra meyve yemem Amed’um,
Kirova Şehrine ettin intizar,
Kara bıyıkların aldımı nazar?
Amed anasına bir mektup yazar,
Şinden sonra daha yazma Amed’um,
Bülbül konar ılga eder dalını,
Ördek yüzer dalga eder gölünü,
Dört sene dolandın Kırım Elini,
Şinden sonra daha gitme Amed’um
Dumanlanır gemilerin borusu,
Ezrail da aldı evin birisi,
Benim Gurbetçimin geldi gerisi,
Şinden sonra Gurbet Yansın Amed’um.
Gemi yolcu ister borusu sesler,
Kuşlar yavrusunu yuvada besler,
Yaram derindedir çiğere işler,
Şinden sonra yara almam Amed’um.
Kirova Şehrine Makine işler,
Batum Limanında gemiler kışlar,
Yaram derindedir ciğere işler,
Şimden sonra yara almam Amedum.
Ben dertliyim öz canımdan bezerim,
Dağlara taşlara destan yazarım,
Abdal oldum her kapıyı gezerim,
Ele-Güle ben ağlarım Amedum.
Deli gönül, daim gitme havadan,
Ben bülbülü uçurmuşum yuvadan,
Yol bulamam daldım bir düz ovadan,
Ne tarafa gideceğim Amed’um.
Kirova’dan hasta bindin vagona,
Çiçekli Yayla da “gitsin yangına”,
Düşmemiştin akranına dengine,
Merak ile toprak oldun Amed’um.
Kirova dediğin Kırım’ın ucu,
Kahpe felek seçmez kocayı genci,
Kavga ettin seni kaldırdı kolcu,
Belki hapis oldun korktun Ahmed’um.
Dedim ölüm olmaz hastalık şaka,
Meğer Ezrail’e vermişsin yaka,
Yetim kızlarıma kim olsun arka,
Senden sonra arkam yoktur Ahmed’um.
Tam yirimi yaşında aldı eşimi,
Deryalara kattım bu gözyaşımı,
Kimler kabre indirecek leşimi,
Kuran okuyanum yoktur Amed’um.
Merağım yok koca ile kardaşa,
Felek beni ne hain çaldı taşa,
Eyvah evladımla çıkmadım başa,
Dört yanımdan yara aldım Amed’im.
Fidan diktim bittiğini görmedim,
Kız isteyip sana elçi gitmedim,
Yenge-Gelin cilvesini etmedim,
Dünyam üryan geçirirdim Amed’um.
Düşsem Deryalara deryalar boğar,
Evladı olana tek bir gün doğar,
Bizim Dağa yağmur ilen kar yağar,
Senden sonra hiç kalmasın Amed’um.
Gelir Abril Ayı meraklı Ay’dır,
Mezarlığın güzel etrafı çaydır,
Gözlerin karadır kaşların yaydır,
Şinden sonra daha görmem Amed’um.
İpti-Bahar yaylalardan kar kaçar,
Şimdi” Orta Sırt”ın çiçeği açar,
Ellerin bağına hep yağmur yağar,
Bizim eller viran kalmış Amed’um.
Çiçekli Yaylalar topraklı taşlı,
Eyvah ben gözlerim gözlerim yaşlı,
Eller gelin eder Kutni kumaşlı,
Bizim evde gelin yoktur Amed’um.
Kodun gittin yavrum dünya malını,
Kim omuzlar cenazemin salını,
Bir de sevsem bıyığının telini,
Şinden sonra daha sevmem Amed’um.
Yaz gelince karlar erir sulanır,
Sulandıkça dereler de bulanır,
Ellerin evinde gelin dolanır,
Bizim evler viran kalmış Amed’um.
Uğramasın Kirovaya nakina,
Felek ağı kattı tatlı aşıma,
Çok oturdum Mezarının taşına,
Şinden sonra daha gelmem Amed’um.
Güz gelince bizim dereler buzlar,
Evladın acısı ciğerden sızlar,
Toplanın başıma sahipsiz kızlar,
Şinden sonra Bacı demez Amed’um.
Gülüm soldu dolu vurdu bostana,
Benim dertlerimi yazın destana,
Haber salsın Hala’daki ustana,
Acep meraktan mı öldün Amed’um.
Ben de bu Dünyayı geçirdim garib,
Mahşerde görürüm olursa nasib,
Bize yardım etsin Hazreti Habib,
Bundan sonra daha demem Amed’um.
Dinleyenler gelirlerse Hemşen’a,
Yolları uzansın Çamlıhemşen’a,
Kale-i Balada mezar taşına,
Bakup rahmet versin sana Amed’um.

Şimdi de gözleri yaşlı olarak bizler de bu Vadiden geri dönelim ve Kale Taş Köprüsünü geçtikten sonra sol taraftan yukarı doğru Leğen Deresinin biraz yükseğinden TAŞBAŞI’na çıkıp, Çiçekli Yaylası’nı, Yörenin çiçekli otlaklarını, Köylerini, çalışn insanları ve akarsularını seyrederek, soluklanıp dinlenelim. Artık buradan sonra Kara İklimi hüküm sürmekte ve yükseldikçe oksijen ve basınç azalmaktadır.

SIRAKÖY-ĞEÇİNÇU-SARİNCOVER-VARYEMEZ: Taşbaşı’nda sanki yeni bir dünyadaymış gibi hissedersiniz kendinizi… Ot ve çimen düzlükleri, derme çatma taş döşeli geniş yollar, havada asılı duran Sıraköy Köyünün evleri, karşınızda otlaklar ve bodur yer bitkileri, Kuru çimenlerle uğraşıp duran kadınları, Sarincover Su Kolu üstündeki ĞEÇİNÇU YAYLASI, onun yükseğinde aşağıdan göremediğiniz Sarincover Yayalası ve belirli belirsiz görüntüsünde Ortayayla Köyü Deresine inen ARABA YOLU… Bu Yol, Kale Köyünün yukarısında bulunan TATOS GEÇİDI’nin devamı olan bir yoldur. Bu antik İpekyolu’nu yeniden canlandırıp insanlığın hizmetine sunmak gerekiyor.

ĞEÇİNÇU: Taşbaşı’ndaki çimlerde oturup derin ve anlamlı duygular içinde kalkıp yolunuza devam ederken sol taraftaki beton köprüyü geçip Yaylaya doğru ilerlemeniz gerekiyor. 200 Metre ilerde Derenin kenarına inip, kaynağını Kahverengine boyamış buz gibi sodalı sudan yarım bardak içebilirsiniz. Daha sonra 500 Metre ilerdeki Yaylaya ulaşırsınız. Yayla, Çekirgeli Sarincover Yaylasından inen ve orada genişleyerek yayılan küçük bir Vadide bulunuyor. Su, Yaylanın içinde birkaç kola ayrılarak akmaktadır. Kale tarafındaki bodur yeşillikler içinde Teyup Dayı’nın üstü topraklı evi bulunuyor. Yaylanın güzel bir görünümü yok. Ancak Sıraköye ve yola yakınlığı, suyunun bol olması ve ormanın hemen bitişiğinde bulunması, önemini daha da artırıyor.
Küçük bir Vadide bulunmasına karşın, VADİ SUYU anlamına gelen bir ad almıştır. Ğeçinçu Vadisinden akan Su, tepedeki Sarincov gölünden inerek Leğen deredine kavuşmaktadır. Ğeçinçu Yaylası, Belki de sınırlarının dar olması ve vadide sıkışıp kalması nedeniyle bu adı almıştır. Bu Yayla geniş otlaklara da sahip değil. Vadi Suyuna Fars (İran) dilinde HEÇİLÇU diyorlar. Hemşinli bunu kendi ağzına uydurarak, “Ğeçinçu“ diyor. Daha doğrusu bu kelime formu, iki kelimeden meydana gelen bir tamlamadan oluşuyor: Ğeçin-çu… Bu Yayla, Çermeşk Yaylacılarının ilk önce şenlendirdikleri bir yayla’dır. Yaylacılar önce buraya yerleşir ve 1 ay hayvanlarını otlattıktan sonra asıl Yaylaları olan Çermeşk Yaylası’na çıkarlar.

VARYEMAZ: Adından da ne anlama geldiği kolayca anlaşılıyor. Öztürkçe bir kelimedir. Neden böyle bir ad aldığı bilinmemektedir. Bu Yaylayı Ğaçapitliler ve Sıraköylü bazı aileler kullanırlar. Sıraköye çok yakın bir yayladır. Bu Yayla açık ve otlu bir alanın tepe üstünde ve her iki yanı dik bir yerde bulunuyor. Çamlığa çok yakındır. Ambarlı ve Karap Yaylası’na da oldukça yakın sayılır. Sıraköy ve Ğaçapitliler’in gittikleri bir yayladır.

SARİNCOVER: Sarimcov da denilen bu yayla, Ğeçinçu Yaylasının tam tepesinde bulunur. Bazen iki yaylanın hayvanları aynı otlakta buluşabilirler. Genel olarak Hemşinlik Yaylası ve otlakları, Çekirce yönünden çok zengindir. Belki de bunları fazlalığı, mis kokulu otların yüzündendir! Ama Sarincov Yaylasında bu çekirgeler çok daha fazladır. Hayvanlar otlanırken çekirgelerin sağa sola sıçramaları bunu kanıtlamaktadır. Karaçay Türkleri böyle çekirgeli yerlere SARİNÇHACER derler. Karaçaylılar Çekirgeye SARİNÇHA derler. CER ise yer anlamındadır. Sarinçha-cer, “Çekirgeli yer” demektir. Bu kelime Hemşinli ağzında Sarincover’e dönüşmüştür. Bu yaylanın biraz daha yukarısında, Sarincov Krater Gölü bulunmaktadır. Bu Gölden sonra, İspir’in Sırakonak Köyüne (Ğodeçu) aşılır. Tatos Aşıtından Kale Vadisine inen antik yol, bir tepe aşarak Sarincover Yaylasına geçer ve oradan da 45 derecelik bir eğimle Ortayayla Köyünün Deresine iner. Bu Yola yörede, ARABAYOLU diyorlar.

ORTAKÖY: Sıraköy Köyünü geçip mis kokulu otlarını soluya, soluya Köyü’ün altına varırsınız. Buranın bugünkü adı ORTAYAYLA Köyüdür. Bu noktada Leğen Deresine Verçembek Yaylası Suyu karışır. Su boyunca araba yolu Verçeniğe doğru tırmanır. Yolu sarp değildir. Oldukça geniş Vadi, içinizi ferahlatır. Sğ tarafta DEMİRKAPI DAĞLARI, Göller Bölgelerine doğru yükselir.
Bu üçpara Köyün (Üç adet) Tipik özellikleri hep aynıdır. Hatta Rize’nin Cimil Bölgesindeki üçpara Köy gbi, aynı özelliklerde bulunuyor. Böylece Rize’nin orman dışında kalan kara iklimi koşullarında üç, Çamlıhemşin’in üç ve Çayeli’nin de bir köyü bulunuyor. Çamlıhemşin’in Kale, Hisarcık ve Elovid Köyleri, Orman ile açık alan arasında olması, bu yerlerin iklimini daha yumuşatarak farklılaştırmaktadır. Yaşam koşulları bakımından çok daha elverişlidirler.
Çamlıhemşin’in bu üçpara (Üç adet) Köyü, ekonomik faaliyet olarak kendi ihtiyaçları için hayvan beslerler ve Arıcılık yaparlar. Üretilen bal, Ancer Balı kalitesindedir. Kaçkar Dağlarının 2700 metrenin üstündeki alanlarda üretilen bal aynı kalitededir. Çünkü bu yerler, arıların konabilecekleri ve bal özü toplayabilecekleri çok değişik binlerce türde çiçeklere sahip bulunuyor.

VERÇEMBEG DAĞI VE YAYLASI: Ortayayla Köyü Vadisi, Verçembek Yaylasına çıkar. Göller Bölgesi daha yüksektedir. Burası, Çermeşk-Murted- Krater gölleriyle aynı yükseltidedir. Suyu bol, derin ve geniş olan Krater Göllerinde mutlaka Alabalık bulunur. Bu göllerde başka balık türü yetişmez. Verçenig Dağı üstündeki göller, Yayladan oldukça yüksek olup araba yolu yoktur. Dağda bulunan Verçembeg Gölünün haritalarda belirtilen adı MOÇAR’dır. Dağ üzerinde Sulak Gölü ve daha başka göller de bulunmaktadır.
Yörede Verçembeg adıyla anılan Dağ veYaylanın Haritalardaki diğer bir adı da Verçenig’dir. Verçenig Yaylası’ndan Çermeşk Gölüne kolayca geçilebilecek aşıt bulunuyor. Bu bölgeler, yaya olarak dolaşılabilecek en güzel Krater Gölleri bölgesidir. Dağların arka tarafında Rize’ye ait sıralı Üçpara (Üç ayrı köy) Cimil Köyleri bulunuyor.
Yörede söyleniş biçimiyle acaba Verçem-beg, ne anlama geliyor? Karl Koch Rize Dağlarını gezerken bu Dağı da görüyor ve bu adın Türkçe olduğunu söylüyor. Ancak bunu hangi kanıtlara dayandırdığını belirtmiyor. Kelimenin iki bölümlü olması aslında işimizi kolaylaştırıyor. İlk kelime olan VERÇEN’nin anlamı, PERÇEM OLMALI. Çünkü Çuvaş Türkleri ve eski Türkler, Başın üst ve ön kısmındaki saça “Perçe” ya da “perçem” derler. Kelimenin aslı Farsçadan geliyor. Fars dilinde bu Berçem’dir. Hemşinliler, misir ekini başının püskülüne de PERÇEM derler. Kelimenin sonundaki BEG bölümü ise BEY demektir. Antik akadca dilinden Farsçaya gelmiştir. Bu kelime Türk Diline de geçmiştir. Ancak Göktürk Türkçende Zengin, kuvvetli, büyük anlamında” BAY” diye başka bir kelime var. Böylece akla iki olasılık geliyor: Verçembeg kelimesi, tamamen Farsça olabileceği gibi, Farsça-Türkçe karışımı bir tamlama da olabilir: Bu durumda anlam ortaya çıkmaktadır: PERÇEMLİ YÜKSEK DAĞ… (Karlı Bey Dağı). Bu dağın karlı zamanlarda uzaktan görünüşü gerçekten Perçeme benziyor. Dağın tepesindeki karlar, aşağı doğru beyaz çizgi halinde saç perçemi gibi sarkmaktadır. Dağ, bu görüntüsünden adını aldığı anlaşılıyor.

ORTAKLAR KÖYÜ, ÇERMEŞKve MURTED YAYLASI:
Verçembeg Suyunun Leğen Deresine kavuştuğu yerden yukarıya doğru yüründüğü zaman Ortaklar Köyünün altına varılır. Ortaklar Köyünün de diğer iki Köyden fazla bir farkı yok. Ahşap görünüşlü binalarının insanları; binlerce yıldan beri karşılarındaki Süt veren yem otlakları olan CEMAG’ı (Yem-ak) ve KORUMAD’ı seyretmeye devam ediyorlar. Çermeşk Yaylasına, “Cemag otlakları” içinden geçilerek çıkılır. Derenin tam karşı tarafı ise KORMAD’dır. Bu, korucu tutarak otları büyütülen ham toprak anlamındadır. Kırgız ve Karatay Türkleri KORUMOD, ya da KORUK MOD diyorlar. Cemag Kelimesi ise bütün Türklerde pek fazla değişmiyor… Gerçekten de binbir renkli çiçek ve otlarıyla Cemag ve korunarak allı çiçekli duruma getirilmiş Korumad; Köyleri ve yaylacıları besleyen AK SÜTÜN Ak Yemi gibi duruyor karşılarında… Bu otlaklarda Kartalların uçtuğunu ve avlarını yakalamak için yere doğru pike yaptıklarını zevkle seyredersiniz. “Bu dağlar, ebediyen orada yaşayan canlıların ortak malıdır” demek gelir içinizden…
Dere boyundan biraz uzaklaşıp çıkışa devam ederseniz, sağ taraftan ayrılan araba yolu, ÇALMAŞIR Konağının önünden geçip BALDAŞ AŞITI’na çıktığını göreceksiniz. Sanat eseri süslemeli ana kapısıyla insanı büyüleyen Konak artık çürümeye terkedilmiş. Çalmaşır Konağı diye bilinen bu konak’ın gerçek sahiplerinin Rize’ye göçtükleri biliniyor. Çalmaşırlardan sonra başka kimseler de Konağın maliki oldukları söyleniyor. İnsanlar, elektiriksiz, yolsuz, altyapısız, hizmetsiz köylerine önem vererek yapılan böyle Görkemli Konaklar, Devletin biraz altyapı hizmetleri götürmesiyle belki de, insanın yüreğini acıtan ve hüzün veren virane durumuna düşmeyeceklerdi! Önce de belirtildiği gibi, Devlet önceki hatalarını affettirmek için bu Konakları diriltmeli ve halkın hizmetine sunmalıdır…
2 Km ilerde ise Çermeşk Yaylası, şen günlerdeki unutulmaya yüz tutmuş anılarının hüznünü yaşıyor sanki… Buralarda çiçekler bile yalnız başlarına yaşıyorlar… Çiçeği koklamak, arıya koklatmak, onu okşamak ve kırlardaki yağlı otları hayvanlara yedirmedikçe, Doğadaki canlı varlıklar da kendilerini, dağ başlarında boynu bükük yalnız ve kimsesiz hissediyorlar…

ÇERMEŞK: Çermeşk Yaylası, Murted Gölünden inen Su kolu ile Çermeşk Gölünden inen Su kolunun birleştiği, solda Demirkapı, sağda Cimil Dağları Vadisinin başlangıç noktasındaki düzlükte kurulu bir yayladır. Gerçekten de konumu itibariyle bol sulu ve dümdüz bir alanda kurulmuş ender yaylalarımızdandır. Aynı ad altında Cimil Vadisnin Saler ve Salispardik Yaylasından inen su ile Çurmaniman Yaylasından inen Suyun kesiştiği noktada Çermeşk adıyla anılan bir yer bulunuyor.
Yayladan Krater Göllerine yaya olarak 1 saatte çıkılabilir. Yaylanın buz gibi 3 Pınarı bulunur. Eskiden Gedik ve Goballar’ın kaldıkları 2 adet damı topraklı ev dışında diğerleri derme çatma taşlardan yapılmış küçük barınma yerleridir. Yörede bunlara”Pag” deniliyor. Kırgız Türkleri ise, yaylaya “Pag” derler. Damı topraklı evler, Kırgız Türklerinin 9 çeşit evlerinden biridir. Kırgızlar böyle evlere CER ÜY diyorlar: Üstü topraklı ev anlamındadır. Çermeşk’in balıklı iki Krater Gölü bulunuyor. Göl Yolunun yarısını geçtikten sonra yol kenarında taşların arasında geniş bir alanda ve yabani tere otlarının içinde su birikitisi belirir. Bu su, taşların arasından 7 gözden çıkmaktadır (Yedi kaynaktan). Zaten suyun adı da YEDİGÖZDEK’tir. Bu Yöre, bazen Yedigözlev olarak da tanımlanmaktadır. Kırgızlar böyle pınarlara “Közlev” diyorlar. Karaçay Türkleri de biraz farklı olarak Gözlev diyorlar. Görülüyor ki Hemşinin dağına, taşına, suyuna, otlağına, yaylasına birileri hep böyle adlar koymuşlar!
Yaylanın iki Krater Gölü bulunuyor. Birisi Çermeşk Gölü, öteki ise ondan 300 metre yükseklikte bulunan KARAGÖL Gölüdür. Göllerin aşağı bakar konumuna göre sağ tarafından Verçembeg Yaylasına, sol taraftan ise Cimil Başköy’e inen aşıtlar vardır.
ÇERMEŞK acaba hangi anlamda kullanılıyor?
Genelde Suların kesştiği böyle yerlere”Çermeşk” adı verildiğine göre, “su” anlamlı kelimelerden yola çıkmak gerekiyor. Meşk Arapça eğlence demektir. Bu kelime Kırgız dilinde MEŞKEY olarak görülmektedir. Ancak Kırgızcadaki anlamı, farklı olarak OBUR ve DOYMAZ demektir. Çer, Eski Türk Dillerinde Çay (su) demektir. Böylece Çer-meşk, Arapça-Türkçe karışımlı bir tamlama olarak anlamlandırılabilir. Böylece SU EĞLENCESİ diye bir anlam ile karşılaşıyoruz. Suyunun çok bol olması nedeniyle bu adı aldığı olasıdır. Ama Kırgız Türkçesinde de ÇER-MEŞKEY diye bir kelime karşımıza çıkıyor. Bu kelime ise, SUYA DOYMAZ (su oburu) gibi daha mantıklı bir anlam sergiliyor. Her iki durumda da, Ermenice ile bir ilgisi olmadığı anlaşılıyor. Geride Ğeçinçu’nun da Farsça-Türkçe bir tamlama olduğunu görmüştük. Zaten Hemşin bölgelerinde yer adlarında, Arapça-Farsça-Türkçe ortak kelimelerini çokça görmekteyiz. Sonuç olarak, Çermeşk’in, suya doymaz ve bol sulu bir Yayla olması nedeniyle bu adı aldığı anlaşılıyor.
Şimdi Araplar ve İraniler gelip deseler ki,“ Buradaki yer adları bizim dilimize aittir, bu adları buralara biz koyduk, Derhal buraları terkedin”! Böyle bir soru karşısında ne yanıt verirdik? Hiçbir Ulus başka bir Ulustan, bu anlayışlara dayanarak toprak talebinde bulunamaz. O yerler eskiden onlara ait olsa bile…

MURTED: Yaylanın sağ tarafından devam eden araba yolu, Ortaklar Köyünün yaylası olan MÜRTED’e çıkar. Bu yaylanın da aynı isimde bir Krater Gölü bulunuyor. Cimil Köyleri ve Rize tarafına inilebilen en uygun Aşıt, bu yaylanın devamındadır. Araba yolu yapılacağı zaman en uygun güzergâh burası olabilir. Bu aşıt Yolu, direkt olarak Cimil Başköy Köyüne iner. Mutred acaba ne anlama geliyor? Farsçada Yaban Mersinine MURD diyorlar. Eski Türkçade AVELİ olarak nitelendirilen bu bitkinin meyvesine, bir kısım Hemşinliler AVELÇAK derler. Hemşin Yaylalarında Aveli bitkisinin boyu çok küçülerek iklim şartlarına uygun olarak 10-15 Cm ye kadar inmektedir. Bu nedenlerle ilk önce akla Farsça olarak, çokça Yaban Mersini yetişen yer anlamında MURD-ED olarak bir kelime geliyor. Ancak Karaçay ve Kırgız Türkçesinde MORD, MÜRT, MURDAR ve MÜRTÖZ kelimeleri yer almaktadır. Bu kelimeleri de eledikten sonra, gündeme Kırgızların kullandıkları MÜRTÖZ kelimesi çıkıyor. Katil ve cani anlamına gelen bu kelimeden, KATİL GÖL (Ya da katil Yayla) anlamı çıkartılabilir. Meydana gelmiş bir olayda Göle düşerek boğulmuş ya da birinin vurularak öldürülmesinden sonra böyle bir ad almış olabilir. Her türlü olasılıklar göz önünde bulundurularak, öylece bir yanıt aranması gerekiyor.
Şimdi de dağlardaki yolculuğumuzu burada bırakarak, aşağılara inip Çamlıhemşin ve Ayder Vadisini biraz daha yakından tanımaya çalışalım:

ÇAMLIHEMŞİN VE DAMBUR KÖYÜ: Çamlıhemşin’in antik adının Dambur olduğunu söyleyen ilk Ermeni antik Tarihçisi Hovhan Mamikonyandır. Muşlu olan H. Mamikonyan, 641 tarihinden sonraki tarihlerde yazdığı Tarih Kitabında, Bizans İmparatoru HERAKLEİOS’un hüküm sürdüğü 610-641 yılları arasında meydana gelmiş olayları anlatmaktadır. Diyor ki; “Ms 623 yılından önce Çoruh Bölgesinin BAŞBUĞ’u olan VASTYAN BEĞ’in kardeşinin oğlu Hamam Beğ, Ordusuyla Çoruh Irmağını aştı ve DAMBUR/ TAMBUR denilen şehri, bozulmuş yıkılmış olarak geri aldı. Burasını şenlendirerek canlandırdı. Bu yüzden buraya HAMAM KALAK dendiği gibi, yeniden yaptıranın adıyla HAMAM ABAD da denildi. “ Ancak bu ifadesinde Mamikonyan, Dambur kasabasının yerini açıkça belirlemiyor.
Yukardaki bilgileri A. M. Sakaoğlu, DÜNDEN BUGÜNE HEMŞİN kitabında naklen anlatıyor.
Bu tarihlerde Artvin çevresi ve Çoruh Vadisi GÜRCÜLERİN elindedir. Gürcü VASDYAN, Çoruh Boyu Kralı ya da Başbuğu’dur. Taraflı tarafsız anlatılanlardan şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Vasdyan’ın kardeşinin oğlu HAMAM, Bizansla anlaşarak ordusu ile birlikte Çoruh Nehrini aşarak Dambur denilen şehri yakıp yıkmış ve teslim almış. Zaten yıllar boyu Bizanslılarla Gürcüler ve Persler arasında Çoruh Vadisi ile Çamlıhemşin Vadisi, egemenlik yönünden kavgalara sebebiyet vermiş ve iki Vadi arasındaki sınır, çoğu kez değişikliğe uğramıştır. Bu güçler arasındaki sınır, genel olarak Kaçkar Tepeleridir.
Hamama’nın Dambur’u yakıp yıkmasından sonra bu kez Gürcü Beyi ve Hamama’nın amca, kardeş ya da halasının oğlu Vasdyan ( Hamamanın kim olduğu kesin değil), Perslerle işbirliği yaparak Dambur’a geliyor ve Hamama’yı yakalayarak el ve ayaklarını kestirerek şehri geri alıyor?
Hamama’nın Dambur köyüne saldırışı, Bizans döneminde olduğu ve saldırış tarihi olarak da 621-623 tarihleri gösterilmektedir. Demek ki Çoruh boylarına yapılan ilk Amaduni Göçü, 620 tarihinden öncedir. Bu tarihten sonra Çoruh Vadisine 754,788 ve 790 yıllarında sürekli göçler gelmiş.
İlk Göçte Babası Şapur ile Çoruh Vadisine gelen Hamama, babasının ölümünden sonra Çoruh Beyliği içinde Etkin güç kazanıyor. Sonra da Dambur’a saldırarak, orada yaşayan insanların elinden Dambur’u alıyor. Ancak yıkılan yerleri yeniden onararak kurduğu şehre, FARSÇA ve TÜRKÇE adlar veriyor. Hatta bakımdan, Hamama’nın adı bile tartışma konusudur.
H. Mamikonyan, Hamama’ya BEY dediğine göre, burada HAMAM’ın kim olduğu tartışılabilir: Çünkü Hamam, burayı aldıktan sonra buranın adını değiştirerek HAMAM KALAK koymuş. Bir süre sonra da bu adın değiştirilerek, HAMAM ABAD olarak devam ettirildiği görülüyor. “Hamam”, “Abad” ve “Kalak” kelimelerinin etimolojilerine bakıldığı zaman. Farsça ve Türkçe oldukları anlaşılıyor. Farsçada Abad, İmarlı yer, zenğin anlamına geliyor. Kalak ise tamamen Ortaasya Türk Dilinden bir kelimedir.
Öte yandan Hamma ve Hammasey, Türkçe isimlerdir. Ermenilerde pek böyle adlar bulunmaz. Hamma, Türklerde Din Hocalığı görevini yapan Şamanlar’a denir. Bunlara KAM da denilir. Hammasey ise seyahat eden Şaman’dır. Kalak İse Eski Türkçede Hamur Teknesi anlamına gelmektedir. Görülüyor ki HAMAM KALAK ve HAMAM ABAD adları Türkçe ve Farsçadan oluşmaktadır. Gürcülerle Türkler, uzun süre bir arada yaşadıkları için, bunların arasında Şaman Türklerinin de bulunduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ancak bu Şaman Türklerinin Çoruh Vadisine nezaman geldikleri tam olarak belli değil.
Hamama’nın Çamlıhemşin’i ele geçirdiği kabul edilirse, bu varsayımdan hareket edilerek, Çamlıhemşin sırasıyla Dambur, Hamam Kalak ve Hamam Abad adlarını aldıktan daha sonraki tarihlerde HEMŞEN’e dönüştüğü anlaşılır. “HEM” kelimesinin Hamam’dan dönüştüğüne dair bütün Tarihçiler aynı görüşü ileri sürüyorlar. Doğru olarak kabul edilen bu düşünceden sonra ortaya çıkmış HAMMAŞEN adı, daha sonra Hemşen’e dönüşmüş olabileceği anlaşılmaktadır.
Divan-ü Lugatit Türkte “Şin” in anlamı; TAHT ve SEDİR demek… Buna dayanılarak bir anlam verilirse, HAMAMANIN TAHTI anlamına gelen şekil olarak ortaya HAMMAŞEN çıkmaktadır. Hemşen adının ortaya çıkmasındaki diğer olasılıklar şöyledir:
1- Karaçay/Malkar Türkleri yüz rengi ve simaya “şin” derler. Böylece Arapça-Türkçe olarak birbirlerine benzeyen ” aynı yüzlü” insanlar olarak, HEM-ŞEN karşımıza çıkabilir.
2- Yine Divan-ü Lugatit Türk’ün 4 cildinin 181. Sayfasında EMŞEN’in, Kuzu Derisi anlamına geldiği belirtilmektedir.
3- Kırgız Türklerinde EMŞİNG, ağlama sızlama anlamındadır.
4- Dr. Ufuk Tavkulun hazırladığı Karaçay/Malkar Sözlüğü’nün arka sayfasında, HAMMASEY’in, çok gezen Şaman anlamında olduğu belirtiliyor.
Yukardaki bütün olasılıklar göz önüne alınıp bir değerlendirme yapıldığı zaman, Hemşen” kelimesinin bölümlerini Şamanizim ile ilgili olduğu anlaşılıyor. Böylece Hemşen’e, Şamanların Yurdu da denilebilir.

VARSAYIMA DAYALI DİĞER GÖÇLER:
Ermeni Tarihini yazan R. Groussed, 754 ve 788 yıllarında Çoruh Boylarına doğru
2 göçün daha olduğunu belirtiyor.
Antik Ermeni Tarihçisi GEVOND de, 790 yılında Amaduniler’in, Taok Dağlarını aşarak Çoruh Boylarına doğru göçtüklerini belirtiyor. Ancak bu göç son Amaduni Göçü olduğu söylenebilir. Tarihçiler Amadunilerin iran kökenli olduklarını belirtiyorlar. Ancak bunların milliyetini yani hangi ırktan olduklarını belirtmiyorlar. Görülüyor ki antik Ermeni Tarihçileri ve çağdaş Tarihçiler bile, Göçlerin tarihleri konusunda bir birlik içinde değiller…

AMADUNİ BEYLİĞİ, Ermeni Tarihi içinde, derinliğine incelendiği takdirde, sadece Amaduni Beyleri’nin Ermeni olduğu ve fakat Tebaasının ise değişik etnik topluluklardan oluştuğu anlaşılıyor. Öte yandan 621 yılında DAMBUR’a saldıran Gürcü Beyinin yeğeni Hamama ile sonraki göçlere katılan Hamam’ı birbirlerine karıştırıldığına inanıyorum.
T. Uygarlıkları rehberi yazarı J. Freely’nin belirttiğine göre İran asıllı BAGRADLILAR da 800 yıllarında Artvin Dağlarına (Taok) gelip yerleştikleri anlaşılıyor.
Şimdi esas can alıcı bir noktaya gelelim Çamlıhemşin’in en eski adı olan DAMBUR’un ne anlama geldiğini anlatmaya çalışalım:

“DAMBUR” VEYA “DAMBUR DAŞ” GELENEĞİ:
DAMBUR adının ortaya çıkması, Hemşinliler’in antik Tarihi bakımında büyük önem taşımaktadır. Çünkü yukarda, Hemşinlilerle ilgili olarak sunulan birçok kanıt içinde, en önemlisi buydu. Öyle ise:
DAMBUR Halkı kimlerden oluşuyordu?
Dambur, Kırgız Türklerinin diline girmiş Farsça bir kelimedir. Yazarlar bu kelimenin Farsça olduğunu söylüyorlardı, ancak ne anlama geldiğini söylemiyorlar ve daha derinlere inmek istemiyorlardı. Bunun temellerini, Prof. K. K. Yudain hazırladığı ve T D K tarafından basılan KIRGIZ SÖZLÜĞÜ’nde bulmak mümkündür. Sözlük araştırması yapanlar burada, DAM-DAMUR-DAMKOY ve DEM kelimelerinin araştırılması ve izahına yönlendiriliyor. Sözlüğün daha aşağısındaki DEM-UR kelimesiyle birlikte, tam olarak anlamını veren kelime ortaya çıkıyor. Bu kelime “NİYET ETMEK” anlamına geliyor. Dam ya da Dem kelimesini Farsçadan alan Türkler, sonuna “ UR” ekleyerek “Dem vurmak “ diye bir kelime yapmışlar. Bugünkü Türkçemizde de kelimenin tam karşılığı; bir şeyi niyet etmek, dem vurmak anlamına geliyor.
Sözlük bunları belirtirken Eski Kırgız Türklerinde çok eski bir DAMBUR (Dambur DAŞ) Geleneğinin olduğunu da izah ediyor. DAMUR ve DAMBUR kelimelerinin eski Türk dillerinde aynı anlama geldiğini bilmekte yarar var…

DAMBUR DAŞ GELENEĞİ: Bu gelenek çok eski Kırgız Türklerine ait bir gelenekktir. Kelimenin sonundaki “DAŞ” kelimesi ise yine Farsçadır ve “Kazan” anlamına geliyor. Ortaklar Köyünün (Başköy) Tepesinde bulunan BAL-DAŞ AŞITI da Bal kazanı anlamındaydı. KAZAN NİYETİ anlamına gelen Dambur Daş terimi, gerçek olarak neyi ifade ediyordu? Bu geleneğe kısaca DAMBUR denildiği yine Kırgız sözlüğünde bulabilirsiniz. Yine sözlükte Dambur Daş terimi açık olarak kısaca şöyle izah edilmiş:
“OT VE SÜT BOLLUĞUNA ERMEK MAKSADIYLA BAHARDA İLK GÖK GÜRLEMESİ SIRASINDAKİ KADIN YAKARIŞI…”
Bu özet cümleyi daha da açarak bu geleneğin uygulama biçiminden söz edelim: Dambur’un Kadınları, gerdel ve kazanları ellerine alarak, şimşek ve gök gürültüsü olduğu zamanlarda, keçe evlerinin etrafında dolaşarak ve bu kazanlara vurarak GÖK TANRILARI’ndan bir dilekte (istekte) bulunuyorlar. Eski Türk Diline göre bu kadınlar, bir şeyden DEM URUYORLAR (Dem vuruyorlar). Kırgız Türk Kadınları, ellerinde kazan ve gerdellerle, evlerinin etrafında ses getirecek şekilde dolaşırlarken koro halinde Tanrıya karşı dilek ve isteklerini dile getirmek için şöyle bağırıyorlar:
“CER AYRILIP KÖK ÇIK, CELİN AYRILIP SÜT ÇIK…”!
Kırgız ve Dambur Kadınları şunu söylemek istiyorlar: “ Yer yarılsın ot çıksın, meme yarılsın süt çıksın “.
Dambur Daş geleneği nereden kaynaklanmış? Eski Türklerde tek Tanrı düşüncesi inanç olarak çok erken başlamış. Gizemlerle dolu gök, daha sonra onlar için inandıkları ve taptıkları “GÖK TANRI” olmuştur. Yalnız eski Türk inancı olan Şamanizmde, Allahın 9 oğlu olduğuna inanılır. Allahın bu çocukları şimşek çakıp gök gürlediği vakit yeryüzündeki insanlara yaklaşırlar ve onları kontrol ederler. Yani insanlar daima Gök Tanrının kontrol ve denetimindedirler. Tanrı bu denetim ve gözetim işini, çocukları vasitasiyle yaptırmaktadır. Gök gürültüsü Tanrının sesi, şimşek ise O’nun şiddetidir… İşte Dambur kadınları bunu bildiği için böyle gürültülü havalarda Kazan ve gerdelleriyle evlerinin etrafını dolaşıyorlar ve dini bir törenle; Tanrılarına yakarıyorlar. Ot olmadan süt olmayacağı için, o sene otun çok olması ve kazanlarının sütle dolmasını Gök Tanrı ve O’nun çocuklarından dualarla taleb ediyorlar.
Bu gelenekten çok büyük anlamlar çıkacağı bir gerçek. Bu geleneği kısaca manalandırırsak, eski Kırgız ve Dambur halkının büyük ölçüde hayvancılıkla uğraştıkları sonucu ortaya çıkıyor. Tarih boyu bu uğraş alanında hep kadınlar etkin olmaktadırlar. Üreterek ve üreyerek ev halkını besleyen kadınlarımız, bu işlevlerini hayvanlarıyla birlikte sürdürmektedirler. Bu nedenlerle hayvanların bakımı, üretilmesi ve insan hayatına sokulması yine kadınların plan ve programlarına bağlı olarak devam etmektedir.
Çamlıhemşin’in Dambur kadınları orman içindeki ahşap ya da ahşap-taş karışımı KONAKLAR’ında; Eli oraklı, beli kuşaklı, ayağı çarıklı ve sırtı ipli dolaşmaktadırlar. Böyle insanların Konaklarda yaşamalarına hayretle bakılmamalı… Gerçek yaşam da aslında bu değilmidir? Köy, Konak, Hayvancılık, eli oraklı beli kuşaklı, ayağı çarıklı amazon kadınlarımız… İşte Çamlıhemşin yaşamı böyle bir yaşam… Yukarda anlatılan Dambur-Daş geleneği ile Hemşinliler arasında bir bağ olup olmadığı konusunda tahliller yapılması, bundan sonra artık okuyuculara kalmış bulunuyor. Yine de be4n yorumumu yapayım: Çamlıhemşin bu Dambur adını, Kırgız Türkleri’nin bu eski geleneklerinden almış olması, bunu okuyanlara neyi ifade etmektedir acaba?

KA ve DO KELİMELERİ: İlerde belki “Belgesel” olur diye hazırlanan bu yazı dizisinde, Yer Adlarının dışında, Hemşinlilerin kullandıkları binlerce öz Türkçe orijin kelimeler üzerinde hiç durulmadı, sadece yer adları konusunda etimolojik incelemeler yapıldı. Ancak burada, Kırgız Türkleriyle ilgili olmaları ve Hemşin Dilinde hâlâ konuşulmaları nedeniyle dikkat çeken sadece iki kelime üzerinde durulacaktır: KA ve DO kelimeleri…
Bilindiği gibi Hemşinliler kadınlara seslenirken (Çağırırken) ve hitabederken “KA”, erkeklere çağırıken ve hitabederken ise “DO” diye seslenirler. En eski Türkçe lügat olan Divan-ü Lügatit Türk’te, KA kelimesi, “Kı” ve “Ka” ile ifade ediliyor. Ancak ne Divanda ne de diğer eski Türk sözlüklerinde DO kelimesinden bahsedilmiyor. (Bu durum, Eski Türk araştırmacıların bir eksiği olabilir). DO kelimesinin, Gürcüce olduğunu söyleyen araştırmacılar da bulunuyor. Divan-ü Lügatit Türk,” KA“ ya da “KI” kelimesinin, ARGUCA (Argu Türkçesi) olduğu belirtiliyor. Yanı “KA” kelimesi, sadece Kırgız Türkleri ve Hemşinliler’ de kullanılmaktadır. Argu Türklerinin ise, KIRGIZ’ların en büyük Boyu oldukları biliniyor. Kırgızlar bugün, Özbekistanın doğusundaki dağlık alanda Siriderya Irmağının ÇU ve TALAS kollarıyla, ISSK GÖLÜ arasında yaşıyorlar. Ülkeleri çok dik olduğu için “Yarık” anlamına gelen ARGU kelimesi kullanılıyor.
Hemşinde,“Ga Ayşe…”! dendiği zaman, “Ayşe bana bakarmısın?” anlamında bir çağrıda bulunmuş oluyor. Şimdi bu “KA” ya da “GA” kelimesinin Türkler arasında sadece Kırgızların ve Hemşinlilerin dilinde bulunması gerçeği, acaba sizlere neyi hatırlatıyor? Araştırmacılar acaba bundan neyi çağrıştırıyorlar? Bu kelimeler gibi gelişen orijin Hemşin diline, Pek tabiidir ki 95 kadar Ermenice kelime de girmiştir. Bundan daha fazla ise, Arapça, Farsça, Gürcüce ve Latince kelimeler geçmiştir. Türkçeden Ermeniceye ise 4000’e yakın kelime geçtiğini biliyormuydunuz?

ÇAMLIHEMŞİN-AYDER VADİSİ:
Çamlıhemşin’in 500 metre yukarısından, Çat Deresini bırakıp sola doğru yöneldiğiniz zaman önünüze çıkan Taş Köprüden geçerek Ayder Vadisine girersiniz. Ayder Deresini yaklaştığınız bir noktada Kavak Mahallesinden MİKRON KÖYÜ’ne geçit veren bir Taş Köprü ile daha karşılaşırsınız. Önceki yıllarda Mikron ile Kavak; MİKRONKAVAK adı altında tek Köy idi. Sonradan Çamlıhemşin belediyesi, Kavak Mahallesini Belediye hudutları içine aldı.

TOBİRA: Biraz daha yol aldıktan sonra yine sola doğru açılan Aşağışimşirli Köyü Taş Köprüsüne Ulaşırsınız. Burası eskiden beri cennet gibi bir yer olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda burası, köylülerin toplanıp eğlendikleri ve sohbet ettikleri bir yer olarak da biliniyor. Kırgız Türklerinin Dilinde CANNOTTOBOR olarak yer almaktadır. Bundan, Cennet Toplanma yeri anlamı çıkıyor. Aynı zamanda Kırgızcada, Kuru Cennet ve İri İnsanlar anlamına da gelmektedir. Manzarası çok güzel ama gelir düzeyi düşük yer anlamında kullanılmış olabilir. Yine Hakas Türk Dilinde TOBİRA ve Kırgız Türk Dilinde TABURA; Toplanma yeri anlamına geliyor. Araplardan alınan CENNET kelimesi Türkler arasında; Candet-Cannot olarak kullanılır. Bu değişik anlamlara bakıldığı zaman kesin bir yargıya varmak zor. Ancak TOPLANMAYERİ anlamı, daha uygun olacağı düşünülmektedir.

DAMBUR KÖYÜ:
Biraz daha yukarda ise önünüze Kaplıca Köyünün Düz Mahallesi çıkar.
Köyün merkezi daha arka kısımlardadır. Esas köy yolu,1500 m daha yukardan, geriye
doğru 45 derecelik bir açı ile Köye inmektedir. Eski Osmanlı kayıtlarında Köyün adı
HOLKA’ (Holca) dır. Bugün bu tabir, Hemşin Diline HALA olarak yerleşmiş bulunuyor.
Bazı seyyah ve yazarlar bu adı, KHALA olarak da yorumluyorlar. Böyle bakıldığı zaman, bu
Adın, ta 621 tarihindeki HAMMA BEY istilasından sonra konulan ad olduğu da akla
gelmektedir.
Ta o zaman konulan KALAK adı, bugün Khala olarak devam etmiş olabilir. O zamanki Dambur’un adı değiştirilerek, Hamam Kalak yapılmıştı. Hatta Kalak ve Hala adının çok daha eski yıllara kadar uzanarak, B. Umar’ın açıkladığı Kıyı-Kenar anlamlarına gelen Khala

Tarihine kadar indirilebilir. Ancak Dambur adı bunların en eskisi olduğu için sadece bu ad
üstünde çalışma ve araştırma yapılması gerekiyor.
Dambur Köyü ya da Kasabası, antik Ermeni Tarihçisi Hovhan Mamikonyan’ın belittiği gibi, 621 yılından çok daha evvel kurulmuştur. Köy’ün kurulduğu yıllarda aldığı ilk ad, DAMBUR’dur. Kelimenin tahlilinden sonra bu kasabanın Kırgız Türkleri tarafından kurulduğu, Çamlıhemşin bahsinde anlatılmıştı. Hala Köyünün Osmanlı dönemindeki adı HOLCA’dır. Bu kelime, Gürcülerin antik adı olan COLCH ile benzerlik göstermektedir. Bir görüş olarak, Hamama Beg istilasında buraya Gürcüler de yerleştirilmiş olabilecekleri söylenebilir.
Bugünkü HALA KÖYÜ, gelişmeyerek sadece Köy olarak kalmış ve Osmanlı döneminde adı değiştirilerek bugünkü İlçe merkezine indirilmiş ve İdari Yönetim şekline dönüştürülmüş. Ancak Hala Köyü bugün KAPLICA KÖYÜ olarak varlığını hala sürdürmektedir. Burada dikkat çeken husus, antik ad olmasına karşın, DAMBUR adı Osmanlı kayıtlarına neden geçmemiş olmasıdır? İsimleri şöyle sıraya koyabiliriz: Dambur, Hamamkalak, Hamamabad, Holka, Karahemşin, Çamlıca, Çamlıhemşin…
Alman Doktor Karl Koch 1843 yılında Rize-Çayeli-Potomya-Cimil-İspir-Çoruh-Ğodeçur yolunu takibederek Ayder’in yükseğindeki Öküz ya da Karahmet aşıtını beri aşarak, Ayderden inmiş ve Hala Köyü Mezrası olan Ayder’de 2 gün misafir kalmış. Karl Koch, Kralının hastalığına şifa olacak çiçekleri toplamak bahanesiyle, yetkili Türk Makamlarına müracaat ederek Padişahtan da bir “olurname” alarak Rizeye gelmiş ve kendisine gerekli kolaylıklar sağlanarak yanına verilen adamlarla birlikte Kaçkarları dolaşmak üzere yola koyulmuşlardır. Ülkesine döndüğü zaman yazdığı Seyahatnamenin Rize Bölümünde, Ermeni tarihçilerinin asılsız iddialarına yanıt olsun diye, Çoruh Vadisi, Ğodeçu ve Hemşinlilerle ilgili olarak İLGİNÇ NOTLAR’ında şöyle diyor:

KARL KOCH’UN İLGİNÇ NOTLARI:
“… Ne yazık ki… Bu Coğrafya, sunulan tüm kaynaklara rağmen oldukça güvenilmezdir. Çünkü bilim adamı, halkının yalancı karakterine katılıyordu. Masalların ve tüm gülünç oykülerin ana rol oynamaları bir yana, tüm gerçeklerin üstüne, kendi bilinçliğini koyma kuruntusu kendini hep gösteriyor… Hemen hiçbir HALK İDDİALARININ… onlara benzer olmadığından, ERMENİLER TARAFINDAN ORTAYA KONULAN ETİMOLOJİLER, reddedilmelidir. İncinyan’ın, ĞODEÇUR hakkındaki tüm tasviri salt isimlerdir ve GÜVENİLİR DEĞİLDİR “.
Karl KOCH herne kadar çiçek toplamaya geldiğini söylemiş olsa bile, İncinyan ve diğer Ermeni yazarlardan, Ermeniler hakkında edindiği bilgilerin doğru olup olmadığını kanıtlamak için Rize’ye gelip Kaçkar Dağlarına çıktığı anlaşılıyor. Alman Doktor Karl Koch’un, yukarda parantez içinde yaptığı açıklamalarda İncinyan’ın, bilim adamlığı sıfatını kullanarak halkın kendisine anlattıkları yalan yanlış bilgileri benimsediğini söylüyor. Hatta bazı doğruları çarpıtarak ortaya koyduğu, Halkın anlattıklarıyla İncinyan’ın söylediklerinin birbirlerini hiç tutmadığını belirtiyor. Bu nedenlerle de, bazı Ermeni yazarların, ortaya koydukları Ermenilerle ilgili kök bilgilerin, tamamen reddedilmesi ve onlara güvenilmemesi gerektiğini üzerine basa, basa söylemeye çalışıyor.
Karl Koch’un Çoruh Vadisinde ve Ğodeçur’da, insanların Hiristiyan ve Müslüman olduklarını, bazen karışık bazen de ayrı ayrı yaşadıklarını belirtiyor. Ayrıca, Çoruh Vadisindeki PERTAKRET Eyaleti ile HEMŞİN arasıdaki sınırın (Osmanlı Döneminde) Hevek Köyü sırtları olduğunu belirtiyor. ERMENİ YAZAR P. Minas BİJİŞYAN, Alman Doktor Karl Koch’tan 26 yıl önce Kaçkarları dolaşmış ve “HALK CUMLETEN ERMENİCE KONUŞUR” demişti. Halbukı 26 yıl sonra bu bölgeyi inceleyen KARL KOCH; İncinyan, Bijişyan ve Haçikyan’ın bütün yalanlarını ortaya çıkararak, Çoruh Yöresinde Hiristiyanlarla Müslümanların bir arada yaşadıklarını söylüyor. Dolaylı anlatımlarla da, Ermenice ve Türkçe konuşulduğunu belirtmiş oluyor. Karl Koch’un tet, tek belirttiği ve asla güvenilemeyecek bu yalancı sözde bilim adamlarının listesine; Acaryan’ı, Uwe Blasing’i ve Levon Haçikyan’ı da eklemek lazım. Çünkü bu sözde Bilim adamlarının, ortaya attıkları HEMŞİN Coğrafyası ile ilgili asılsız bilgileri bir papağan edasıyla tekrarlıyorlar. Bu bilgileri, diğer bütün yazar ve tarihçiler de paylaşarak bilimden ve ahlaktan yoksun bilgilerini üstüste koymak suretiyle, büyük dağlar yaratmaya çalışıyorlar.
Karl Koch anlatımlarına devam ederek, Ayder’n güzelliklerini belirtterek HARTO ve Harder adını kullanıyor. Harto kelimesinin de EV ÖRTÜSÜ anlamına gelen HARTOMA’dan kaynaklandığı anlaşılıyor. Ancak bu kelime, Rusçadan Türkçeye geçmiş bir kelime olduğunu da bilmek lazım… O yıllarda tüm evlerin ve Mezra yerleşimlerinin çatıları, kiremit yerine kullanılan tahta Hartomalarla örtülürdü. Böylece Hartomalı evler anlamına gelen bir ad kullanmış olduğu söylenebilir.
Karl Koch ve arkadaşları, Ayder Mezrasında iki gece kalarak, yollarına devam ettikleri anlaşılıyor. Burada Bal, Yumurta ve Kazanda yapılan mısır unu bulamacı yediklerini söylüyor. Mısır Bulamacı dediği şey; Muğlama ya da Ğoşmeri olduğu anlaşılıyor. Ertesi gün yollarına devam ettikten sonra bir köprüden Vadinin soluna geçtiklerini, yollarda iki atın yanyana yürüyebileceğini ve oralarda yüksek Köprüler olduğunu belirtiyor. Ayrıca Hala Köyünde iki Köprü gödüğünü ve Çat Deresi üzerinde de güzel bir Köprü bulunduğunu belrirtiyor.

DAŞE KÖPRÜSÜ: Karl Koch ayrıca Hala Köprülerinden birisinin, önemsiz bir Yan Irmak üzerinde olduğu ve adının da DAŞE olduğunu belirtiyor. Yalnız bu Köprünün adını Almanca DASCHEH olarak vermektedir. Yani Daşe Köprüsünü Almanca yazılışına çevirerek veriyor. Böylece Koch’un toplam olarak gördüğü köprülerin sayısı üç’tür. Üçüncü Köprü ise Çat Deresi üzerindedir.
Koçh’un belirttiği önemsiz yan Irmak üzerindeki DAŞE KÖPRÜSÜ’nün üstünde bir Kitabe bulunuyor:
GÜZEL VE İYİLİKLERLE DOPDOLU TUNA NAR MUSTAFA AĞA (Muhammedoğlu) TARAFINDAN HİCRİ 1212 YILINDA ( 1797/ 9) KURULDU.
Öyle anlaşılıyor ki zaman, zaman taşan su, insanların karşıdan karşıya geçişlerini engellediği için Tuna Nar Mustafa Ağa burada hayrına bir Köprü yaptırmış… Bu nedenle taşan bu Derenin üzerindeki Köprüye halk zamanla DAŞE KÖPRÜSÜ demiş. Öyle anlaşılıyor ki bu köprüler, Karl Koch’un seyahatinden yani 1843 yılından önce yapılmış. Bu iki köprünün tarihi, DAŞE KÖPRÜSÜ’nün yapılış tarhi olan 1797 yılından daha evvel yapılmış olabilir.
Derenin karşısından yukarıya doğru Habaklar, Güroluk ve Yukarışimşirli Köyü bulunmaktadır. Yukarışimşirli yolundaki su üstünde, KEÇMAN adında bir köprü daha bulunmaktadır. Üzerinden geçilecek Köprü anlamında (Geçman) bir ad verilmiş. Görülüyor ki bu Vadideki köprülerin adları da Türkçe kelimelerden oluşuyor. Kavak mahallesindeki Sarıoğlu Konağı gibi bu köylerdeki evler de ahşap-Taş karışımı güzel evlerdir. Konaklar mimarisi, Cumhuriyetten önce Rusyaya çalışmaya giden Hemşinliler’in oradan getirdikleri bir Mimaridir. Yine HABAKLAR Köyünde de görülmeye değer konaklar bulunuyor. Karl Koch’un Hala Deresinde 3 köprüden biri de, Çat Yolundan Ayder Vadisine geçen Taş Köprüdür.
Şimdi, Uwe BLASİNG’in, Acaryandan aldığı ve kendi bilinçaltı mantıklarına göre yalan yanlış anlatımlarla kafaları bulandırmaya çalıştığı AYDER VADİSİNDE’ki, bazı yer adları üzerinde durulması gerekiyor:

AVELOR: Ayder’in yukarısında bulunan Galer düzlüğüne yakın bir yerdir. Burada çok geniş AVELİ ağacı bulunur. Divan-ü Lugatit Türk eserinde bu ağaca, Avilku ya da Afilgu denilmektedir. Konuşma dilinde kısaca “Avel” de denilmektedir. Eski Türklerde AVELİ; bugünkü YABAN MERSİNİ bitkisidir. Bunun meyvesi fındıktan çok daha küçük ama mor ve ucunda çukurluk bulunan kırmızı, sulu ve tatlı bir meyvedir. Çayeli-Sefalı Köylüleri bu meyveye AVELÇAK derler ve Ermenilerin bu meyve için kullandıkları Meğrov kelimesini de kullanırlar. Yine D.L.T de diyorki, bu meyvenin suyu bazı boyama işlerinde (Yün-Kumaş-İplik) kullanılmaktadır. Ayrıca suyu, TUTMAC adında, bir tür eski Türk yemeği yapımında kullanılıyor ve göz ağrılarına iyi gelen ilaç yapılabiliyor. Öte yandan Avilku bitkisinin dalları çok esnek ve kırılmazdır. Hemşinli bu Avilku dallarından ÇALI SÜPÜRGESİ yapar. Bu süpürge ile Ev kapıları ve ağır süpürülür. Anadoluda bu Çalı Süpürgesine benzer şekilde değişik adlar verilir. Örneğin Çah-avel, Sah-avel, Sak-avil gibi… Bunların hepsi, Avilku bitkisinin dallarından yapılan Çalı Süpürgesidir. Türkçe olan Aveli kelimesi Ermeniceye de geçmiş bulunuyor. Artık Türkçe olduğu aşıkâr bir kelime üzerinde, “Senindir” “benimdir” gibi milliyet tartışması yapılmasının ne yararı olabilir ki?

CEMAGDAP: Ayder Yaylasının yukarısında otu çok ve yağlı bir yer olarak bilinmektedir. Otu, hayvanlar için çok faydalıdır. Eski Türkler, hayvan yiyeceklerine genel anlamda CEM (yem) derler. “AK” ise, süt ve sütten yapılan ürünlerin tamamıdır. Yani yağ, peynir, kaymak, süzme ve yoğurt bu ürünlerdendir. Bazı Hemşinliler AK kelimesi yerine “BEYAZ ŞEY” kelimesini kullanıyorlar. “Sofrada Beyaz Şey var mı?” diye sorulduğunda, sütten yapılmış ürünlerin olup olmadığı bilinmek isteniyor demektir. Kelimenin sonundaki “Dap” kelimesini milliyeti tartışılabilir. Çünkü: DAP, Farsça düz demektir. “Tapha” ve “Tüpü” de, eski türkçede, tepe üstü-düz-raf anlamlarına gelmektedir. Türkler de bu kelimeyi, İrandan aldığı anlaşılıyor. Ancak burada kelime sonundaki DAP, Fars Dilinden geldiği anlaşılıyor. Bu tamlamayı açtığımız zaman CEM-AK-DAP gibi tamamen Türkçe ve Farsçadan oluşan bir kelime olduğu anlaşılmaktadır. Anlamı ise; SÜT YEMİ TEPESİ ya da SÜT YEMİ DÜZLÜĞÜ demektir. Böylece Uwe Blasing ve Acaryan’ın boşa çıktığı anlaşılıyor.

CEYMAKÇU: Bu kelime de Cemag ve Cemagdap’a benzeyen ve tamamen Türkçe kelimelerden oluşan bir tamlamadır. Açılımı, CE(Y)M-AK-ÇU’ dur. Burası, su ya da pınar kenarı olduğu için böyle bir ad verilmiş. AK YEMİ SUYU anlamına geliyor. Daha açık bir açılımı ise, süt, yağ, peynir oluşumunu sağlayan sulu ot anlamına gelmektedir. İlerde daha geniş açıklaması yapılacaktır.

KAĞNUD: Bu yer de, Ayder Vadisindeki Türkçe kelimelere çok güzel bir örnektir. Mikron Köyü ile Güroluk arasında bir yer olmalı… Eski Türklerde Kayın ağacına KAĞN derler. Kelimenin sonundaki UD eki ise “lik” luk” anlamına gelir ve kelimenin sonuna gelen bir sonektir. KAĞN-UD, Kayın Ağaçlığı, ya da kısaca “Kayınlık” anlamına geliyor. Bukadar güzel öz Türkçe kelimelere Ermen tarihçileri karşı çıkmaları, Türkçe için sevindirici bir gelişmedir.

GALER DÜZLÜĞÜ: Çamlıhemşin Ayder Ilıcasının yukarısında Kavron ile Çeymakçu Vadisinin birleştiği düzlüğün adıdır. Halk arasında, orada eskiden inşaatlerde kullanılmak üzere ağaç, tahta ve diğer ağaç işçiliği yapıldığı söylenmektedir. Dolayısıyla da burada, ağaç ve tahta kütükleri istifleniyordu. Öyle anlaşılıyor ki Ayderliler mezra ve evlerini, burada hazırlanan ağaçlardan yapıyorlardı. Bu yer adı, Rusçadan Hemşin diline girmiş KALBIR sözünden kaynaklandığı anlaşılıyor. Çünkü Ruslar Kalın keresteye KALBIR diyorlar. Hemşinliler, Kalbır ve düzlüğü birleştirerek Rusça-Türkçe bir kelime yapmışlar: Kalbır Düzü… Daha sonraları ise “Galer Düzü” biçimine dönüştürülüyor.

KOYDUT: Yukarışimşirli’ye yakın Sudüşen’i (Çağlayan) bulunan ve hiç güneş görmeyen bir yer adıdır. Kırgızca Türkçesinde KOYDURT ya da KOYDUR, Terkedilmiş, terkedilmişlik, bırakılmış yer anlamındadır. Issız, sessiz yer anlamına da gelebilir. Nokta Halanın Destanındaki ” Koydun gittun Yavrum Dünya nalını” mısraindaki ‘Koydun gittin’, Bırakıp gittin, terkettin anlamında orijin Ortaasya Türk dilidir. Eski Türkler buna “Kohhti Ketti Sen” derler. Bu nedenlerle, Terkedilmiş viran yer anlamına gelebilir. Kelimenin eki Türkçe olduğunu düşünüyoruz. İkinci bir olasılık da Ermeni Dilbilimcilerinin dedikleri gibi, eğer kelimenin ilk bölümü KORD ise, KURBAĞALI YER anlamına da gelebilir. Onları dediği gibi olsa bile, bu adı bu yere Hemşin Türkleri verdikleri anlaşılıyor. Niçin ve neden sorusunu daima sorabilirsiniz. Çünkü kelime sonundaki “Ud” eki, Uygur Türkçesine aittir ve kelimeye “…Lik… Luk” anlamı verir. Ermenice KOYD, kurbağa anlamındaymış. Ermeniler bu kelimenin sonuna bir Türkçe ek olan “Ud” ekini ekleyerek niye Kord-ud desinler ki? Öte yandan KOYD-UT kelimesi, Türkçe bir ek ile birlikte olduğu için, kelimenin tamamının Türkçe olduğu düşüncesindeyiz.
Ancak yine de izahlarımısa şüphe ile bakarak, Ermenice 95 kelime bilen Hemşinliler, bildikleri KORD kelimesinin sonuna yine kendi dillerinin ekini ekleyerek o Kurbağalı Yere böyle bir ad vermiş olabilirler de diyebilmekteyiz. Yani Hemşinliler, bildikleri bazı Ermenice kelimelere bazı Türkçe ekler takarak, çok sınırlı kelimeler de üretmiş olabilirler… Koydut, Kunc Yaylası ve Vartahor gibi yer adlarının izahı da ancak böyle yapılabilir.

MAYK DÜZLÜĞÜ: Palakçu Yaylasının biraz aşağısında bulunan bir OTLAK yeridir. Mayk, farsça ve Arapça, Arpa-yulaf-buğday başı anlamındadır. Eski yıllarda arpa ekilen bir düzlük olmalı… Ünlü Alman Doktor Karl Koch Öküz Boğazını geçerek 1843 yılında MEÇOY Mezrası’na indiği zaman, orada ARPA TARLALARI gördüğünü söylemektedir. Demek ki, Erzurum iklimine yakın Karadeniz’in bazı yörelerinde, arpa ekimi yapılabiliyordu. Çamlıhemşin’in Sıraköy, Ortayayla ve Ortaklar köyünde de arpa ekildiği bilinmektedir. Bu kelimenin de, Arapça-Farsçadan Hemşinlilerin diline geçtiği anlaşılıyor.

MECOVİD: Mezovid, Yukarı Kavron’dan daha yukarda olmasına karşın, onu bu bölümde anlatmak gereği ortaya çıktı. Bu yaylaya yörede Mezdovid de derler ve kelimenin aslı da budur. Eskiden burası BOĞA YAYLASI olduğu düşünülmektedir. Çünkü Kırgız Türkleri ‘AT ve ÖKÜZ’lere belli yaşa kadar MEZDE diyorlar. Çayeli’nin Mezdap Köyü de bu kökten türemiştir. Mezde-ovid ise, AT-ÖKÜZ YAYLASI anlamına gelmektedir. Yaylanın yakınındaki ÖKÜZ GÖLÜ de buranın At-öküz Yaylası olduğunun bir kanıtıdır. Karl Koch’un Ğodeçu’dan gelerek Kaçkarın sağından dolaşıp, Mezdovid Yaylasının başındaki Öküz Gölü aşıtından Kavron Yaylasına indiği artık kesindir.
Bugünkü Hemşinliler böyle yaylalara kısaca PORNAG diyorlar. Bu kelime de Kırgız Dilinde var olan bir kelimedir. Karl Koch’un 1843 yılında Öküz boğazından bu yaylaya indiği biliniyor ve adını da MECOY(Mecovid) olarak nitelendiriyor. Burada ot barakaları ve Arpa tarlaları bulunduğunu söylüyor. Bu Tarihi belge ve bilgilere dayanarak, Mecovd’in de Ermenice olmadığı çok kolay anlaşılacak durumda olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Adını antik PORDONİS KIRALLIĞI’ndan alan Fırtına Vadisini, kelimelerle ifade etmek zor… Ancak bu Vadi gezilip görülerek ve antik Tarih ile Coğrafyanın nasıl kucaklaştığını bir bütün olarak görmek, hissetmek gerekiyor. Vadi boyu, Alabalık Çiftlikleri, spor etkinlikleri, Tarihi Köprüleri, Kaleleri ve Konakları; Ayder Yaylasına ve Çat Düzüne çıkıncaya kadar yöre hakkında insana genel bir bilgi vermektedir. Vadinin büyüleyici görüntüsü, insanı gerçekten ister istemez nitelikli araştırmalara ve derin düşüncelere yöneltiyor.
Artık herkese bu Vadiyi gezmelerini öneriyoruz. “Benzinim tükenir” korkusu olmadan arabanızın gazına bastığınız zaman, sahilden başlayarak 45 dakıka sonra kendinizi, tesisleriyle ve soğuk suyu ile birlikte karşılayan Ayder’e yakın GÜRGENALTI’nda bulursunuz. Burada daha da vahşileşen doğa, artık bundan sonra sizlere daha güzel sunumlar için hazırlık yapacaktır.

TAR ŞELALESİ: Az daha yukarda bir dönemeçin sol üstünde sizleri Kaçkar Suyu üstünde bulunan Şelale karşılar. Şelalenin özel adı, TAR olarak bilinir. Çok uluslu bir kelime olan Tar, Farsçada TEPE anlamına da gelir. Yani burada Tar Şelalesi, “Yüksek” anlamında kullanılmış. Şelale sularının düştüğü yerden eski yıllarda taş çıkarıldığı ve doğal akışı bozulduğu anlaşılıyor. Ancak basit bir düzenleme ile eski haline kavuşturularak suyun akışı daha da güzelleştirilebilir.
Bu Şelalenin suyu; LORDEÇU ve KAÇKAR Yaylalarından geliyor. Bu yaylaların, üzerinde bulunduğu Kaçkar Vadisi; Hala Vadisiyle birleşen daha küçük yan Vadidir. Lordeçu Yaylası, tam karşılıklı ve birbirlerinden uzak olmalarına karşın Pokud ve Sal Yaylasıyla aynı yükseklikte bulunuyorlar. Bu Vadinin tepesindeki Altıparmak Dağlarından, arkadaki Hevek Vadisine ulaşmak mümkündür. Bilindiği gibi Hevek Vadisinin suları, Artvin’in Yusufeli ilçesinde Çoruha kavuşuyor.

HUSER VADİSİ: Ayder’e en yakın soldaki vadi ise; Huser, Kunç, Hacizeni, Peryatak, Taşlık, Dobaye ve Abusor Yaylalarının bulunduğu Vadidir. Bu Vadinin arkasından da Hevek Vadisine geçme olanağı bulunuyor. Peryatak, davar yatağı anlamında kullanılıyor. Kırgızlar, taşla çevrili Sağım Yeri ve Yatak olarak kullanılan böyle yerlere PERME diyor. Yani kelimenin aslı, PERMEYATAK olmalıdır. Ruslar ise Çiftliğe FERMA diyorlar… Trabzon tarafında da böyle yerlere PERDA deniliyor. Kısaca olarak Hemşinliler buna ÇEVİRME de derler. Bu kelime, aslında Per (bur) kökenine dayanmaktadır. Çevirme, burma anlamındadır. Avusor köken itibariyle, ABUÇO olmalıdır. Arapça-Türkçe karışımından oluşan bir kelimedir: Abu-ço. Yalnız burada “su” anlamına gelen iki kelime de yanyana getirilerek kullanılmış: Hem AB, hem ÇU…

AYDER: Hala Vadisinde yabancı yer adlarının çok olduğunu, ancak bunu ıspat edemeyen yazarlar, Ayder hakkında da akıl almaz yorumlar yapıyorlar. Burayı yabancı Dillerdeki “ard” ya da “Hay-Ermeni” kelimesine benzeterek eski bir tabirle; “Durumdan Vazife Çıkarmak” istiyorlar. Karl Koch Ayderden HARTO olarak bahsetmektedir. Harto, ev üzerine örtülen ağaçtan yapılmış örtü malzemesidir ve Türkçeye Rusçadan geçmiştir. Kayn kütükleri ince perde halinde biçilir ve çatılara örtülürdü. Bazen de 60 Cm lik kayın kütükleri TEBER aletiyle vurularak inceltilir ve elde edilen HARDOMA’lar çatılara konulurdu. Eskiden kiremit yerinde bunlar kullanılıyordu.
Ayder’i HARDER olarak söyleyenler de bulunuyor. Bu kelimenin de Hardo’dan kaynaklandığı anlaşılıyor. Bir an için kök kelimenin Harder olduğunu kabul etsek bile bu kelimenin de Kırgız Türklerinin dili olduğu anlaşılır. Kırgızca AYDAR, saç, perçem anlamına geliyor. Bazı araştırmacılar da “Har Dere” yorumu yapıyorlar. Ancak bu anlayış yanlıştır. Çünkü bu tabir, Arapça-Türkçe olarak “Sıcak Dere” anlamına hiç gelmez.
Şimdi Ayder, yolunun güzelliği ve mükemmel tesislere sahip olması nedeniyle eskiye göre büyük bir atılım yapıyor. Eskiden Hala Deresi kenarından çıkan küçük bir basit havuzda banyo yapmaya çalışırlar ve akan suyunu da alarak içerlerdi. Aynı yerin biraz yukarısında, Ambarlı Mahallesinde 1990 yılından önce yapılan sondaj çalışmalarıyla, 260 metreden “Baldır” kalınlığında Kaplıca Suyu fışkırdı. Aynı yerde kadın ve erkek müşterilere ayrı, ayrı hizmet veren modern bir de Hamam yapıldı. Bu tesisler, insanlara her türlü olanağı sağlayabiliyorlar.
Yukarıda Ayder’in Mahallesi olan “Anbarlık Tepe Üstüne” çıktığınız zaman karşı Dağdan inen suyun yaptığı GELİN TÜLÜ ŞELALESİ ile karşılasırsınız. Tam bu Şelalenin kaynaklarının bulunduğu Tepe Düzlüklerinde Samistal Yaylası bulunuyor.
Ayder’n Kavron Yaylası çıkışında bulunan Piknik Alanı, pınar suyu ve ağaçlardaki şen kovanlar, sanki bir bütünün parçaları gibi duruyorlar. Bu alan sadece piknik alanı değil. Aynı zamanda piknikçi insanlara ya da diğer ziyaretçilere, çadırda konaklama, kapalı mekânlarda et, içki ve meze sunma görevi de yapıyorlar.

KUNC YAYLASI: Araba yolu, Ayder’in Gürgenler İçi Piknik alanının 1 Km yukarısından, ÇİM anlamına gelen KUNÇ (Kunc) YAYLASI’na tırmanıyor. Bu yol, gerek yaylaların içinden gerek üstünden 3472 metre yükseklikteki Altıparmak Kaçkar Tepelerine kadar ulaşır. Ancak Hevek Vadisinden gelen 2. Bir Orman yolu, Abusor Yaylasına birleşmese de, arada birkaç Km lik bir mesafe kalmaktadır. Kunc kelimesinin bir başka formu da Kunçğe’dir. Bu kelime de, dikenlik, fundalık anlamına geliyor. Kunc Yaylasndan Güney-Doğuya doğru Hacizeni, Peryatak, Taşlık, Dobaye ve Abusor Yaylaları sıralanmıştır. Abusor’un orijini Abuçu’dur. Ab, antik dillerde SU anlamına geliyor. ÇU da eski Türklerde SU anlamındadır. Burada çok uluslu iki kelime bir araya getirilerek bir kelime yapılmış. Pazar’daki Apso, Absu ve Fındıklıdaki Absu, aynı kökten gelen kelimelerdir. Su anlamına gelen Ap, Ab ve Apa; ta Sümerlere dayanan antik isimlerdir.
Kunc adının söyleniş biçimi aslında GUNC’dur. Hemşinliler, topraklı çim parçalarına Gunc derler. Bu kelimeyi Ermenilerden aldıkları biliniyor. U. Blasing da, bu kelimenin Ermenice olduğunu, GUNJ olarak söylendiğini ve “Toprak Kümesi” anlamına geldiğini belirtiyor. Böylece Kunc Yaylası, ÇİMLİ YAYLA anlamına geldiği düşünülmektedir. Böylece U.Blasing’in tek doğru tespitini de yakalamış olduk.

Hemşin Bölgelerinde binlerce kelime üzerinde yapılan tahlillerde sadece Çamlıhemşin Bölgesinde iki yerde Ermenice olarak “Yer adı” na rastlandı: Bunlardan birisi Gunc Yaylasıdır. Diğeri ise Pokud ve Sal Yaylalarının yakınlarında bulunan “Vartahor Düzlüğü” dür. Ancak bu Düzlük yerin adının, ilk önce Vartevör Şenliği olarak Ermenilerden Hemşinlilere geçtiği de bilinmektedir. Bilindiği gibi Hemşinliler, Ermenilerden 95 tane kelime alıp dillerinde kullanmışlar. Öte yandan Ruslardan 100’e yakın; Gürcülerden de100’ün biraz üstünde kelime almışlardır. Bunun yanında en yüksek kelimeyi İran ve Araplardan almışlar: Bu iki Ulustan toplam olarak, 3000’e yakın kelime almışlar. Ayrıca Latince ve Yunanca kelimeler de 1000’e yaklaşıyor. Ermenilere ise Türkçeden 4000’e yakın kelime verilmiş. Ermeniler bunca Türkçe kelimeleri kullanıyorlar diye bu durumda, “ Ermeniler Türktür ve Ermenistan bizim topraklarımıza aittir” mi diyeceğiz? Tabii ki asla…
Yukardaki açıklamalar ışığında şu söylenebilir: Hemşinliler Ermenilerden aldıkları 95 kelimenin sadece ikisini, arazilerine ad olarak vermişler. Ermeni Kafatasçı yazar ve Tarihçiler de zaten Hemşin dilinde çok sayıda Ermenice olduğu ıddıalarını ıspat edemiyorlar. Osmanlı kayıtlarında, Ayder Vadisinde Ermenilerin yoğun yaşadıklarına dair bir belge ortaya konulamıyor…
KUNÇ Yaylasının yol ayrımından biraz daha yukarısında, Galer Düzü bulunuyor, Galer Düzünün sağından geçen araba yolu, Palağçu Yaylası üzerinden KARAHMET Aşıtına doğru uzanmaktadır. Galer’in ne olduğunu daha önce belirtmiştik.

PALAĞÇU: Palak, çok uluslu bir kelimedir. İranlılar buna Palek diyorlar. Gürcüler ve Lazlar ise Baleki diyorlar. Hemşinliler de PALAĞ olarak yorumluyorlar. Palağ, TDK sözlüğünde Sığır Kuyruğu Otu olarak tanımlanıyor. Böylece “Su Palağı” ya da “ Palak Suyu” diye bir anlamla karşılaşıyoruz. Bu ot, geniş yapraklı olup sulak yerleri seven sütlü bir ottur. Yine Farsça olarak bir anlamı da “Felaket-sıkıntı Suyu” yerini tutan “BELA-ÇU” tamlamasıdır. Ancak bu olasılık zayıftır. Böylece Yaylanın adı, PALAK otundan kaynaklandığı anlaşılıyor. PALAĞ-ÇU ise, Palak Suyu anlamında kullanılıyor: Palak Suyu Yaylası… Bu Yayla üç Vonag’dan (mahalleden) oluşuyor: Beyazkaya, Hale, Civik… Eskiden 40 hanenin gittiği bu Yayla şimdilerde bu sayının yarısının da altına düşmüş durumdadır.

ÇEYMAKÇU: Palakçu Yaylasına geçmeden önce, sağ Vadiden yukarıya doğru Çeymakçu Yaylalarına çıkılır. Aşağı ve yukarı olmak üzere iki yayladan oluşuyoy. Bu Yaylalardan tırmanan araba yolu, yükseklerden geçen Yukarı Kavron Tepelerinde bu yolla birleşir. Acaba Çeymakçu ne anlama geliyor? Bu kelimenin kökü, CEMAG’dır. Daha önce açıklandığı gibi süt-peynir-yağ otu demektir. Burada kelime, Çamlıhemşin Hemşinlileri tarafından biraz değişikliğe uğratılmış ve Çe (y) m-ak olarak söylenmektedir. Kelimenin sonuna bir ek daha takılarak Çe (y) m-ak-çu halinde üçlü bir tamlama yapılmış. Tam olarak, AK YEMİ SUYU yorumu yapılabilir. Hemşin köylerinde bu ad çok yaygındır.
İkinci bir olasılık daha var: Yaylada her akşam insanlar Pınar Suyu etrafında toplanıp eğlendikleri ve Tulum eşliğinde horon oynadıkları için, sürekli olarak çiğnenen ve ezilen bir oyun alanı durumuna getirilmiştir. Hemşinliler böyle yerlere ÇEĞNAK derler. Burada “çiğnemek” fiilinden bir isim yapılmış da olabilir. Karaçay, Özbek ve Kuman Türkleri, böyle yerlere ÇAYAK derler. ÇAYAK-ÇU ise “Çiğnenmiş Su Düzü” gibi bir anlama geldiği de söylenebilir. Ancak tek yönlü bir karar verirsek, belki de yanlış yapmış oluruz… Bu iki olasılığa göre Çeymakçu Yaylacıları, bunun ne anlama geldiğine daha kolay karar verebilirler. Bu iki olasılıktan hangisinin doğru olduğunu söylemek bizim açımızdan olanaklı değildir.

KAVRON YAYLALARI: Galer Düzünün sağ tarafındaki Vadi, Ana Hala Deresi boyunca sizi Kavron yaylalarına götürür. Aşağı ve yukarı olmak üzere iki Yayladan oluşmaktadır. Alman Dr. Karl Koch, Ğodeçu Yaylasından en yüksek Kaçkar Dağının dibine gelerek sağ taraftan dolaşıyor ve Öküz Aşıtından ÖKÜZ GÖLÜ’ne ulaştıktan sonra Mezdovid Yaylasına iniyor. Karl Koch’un seyahat yolunun bu istikamet olduğu artık kesin olarak anlaşılmıştır. Çünkü Ğodeçu Yaylası (Davalı), Vadinin sonunda bulunan Kaçkar Dağına en yakın yerde bulunuyor. Ğodeçu Vadisinden yukarı tırmanan birisi, en uygun yol olarak burayı seçmesi gerekiyor. Zaten Ğodeçu ve Hevek Vadileri, ters istikametten gelerek, Kaçkar Dağına ulaşmaktadır. Eski Ğodeçu Yaylasını bugünkü adı SIRAKONAKLAR KÖYÜ’dır.
Şimdi Kavron Yaylalarından çıkan araba yolu, Karl Koch’un geldiği Antik Yol üzerinden Yusufeli İlçesinin Yaylalar (Hevek) Köyüne ulaşmakta ve oradan da Yusufeli’ye inmektedir. Çok yüksek olmalarına karşın Çamlıhemşin Yayalaları, Araba Yollarıyla birbirlerine bağlanmış durumdadır.
Ermeni araştırmacılar, Kavron kelimesini de “Ağpun” a ya da başka şeylere benzetilerek başka anlamlar verilmeye çalışılıyor. Böylece, ırkçılık anlayışlarını tatmin etmeye çalışan yabancı yazarlar bulunmaktadır. Burada kelime etimolojisi bakımından ciddi iki yorum getirilebilir: Birincisi, Divan-ü Lügatit Türkte bulunan KOWİ ve KOF kelimeleriyle, Karaçay Türkçesinde bulunan KOVAN kelimesinin, bizlere yol göstermesidir. Bu kelimelerin, “içi boş”anlamına geldikleri, gerek bu kaynaklarda gerekse TDK sözlüğünde belirtilmektedir. KAVRON kelimesi de bunlardan dönüştürülmüş olabilir. Çünkü henüz şenlenerek bal yapmaya başlamamış olan PETEK’e Hemşinli, KOVAN-KAVRON-PETEK gibi isimler verir. Bu Yaylalarda eskiden beri Arıcılık yapıldığı için Hemşinliler buraya KAVRON adını takmış olabilirler. İkinci yorum de, yine Karaçay Türkçesinde bulunan KAVDAN kelimesine dayanılarak yapılabilir. Bu kelime de; “KIŞ OTLAĞI YERİ” ve “KURU OT DEPOSU” anlamında kullanılıyor.

TAOKOP: Kavron Yaylası’nın bir otlağıdır. Taok, antik Artvin dağlarının adıdır. Eskiden O Dağlarda Gürcüler yaşıyorlardı. Muhtemelen bu Otlağın adı da Gürcülerden kalmıştır. TAOK kelimesinin sonunda bulunan “Kop” kelimesini de Hemşinliler ekleyerek, TAOK-KOP formatında bir tamlama ürettmişler. Gürcülerin dilillerine benzeyen tek yer adı burasıdır. Şimdi de yeri gelmişken ĞODEÇU ve HEVEK Yaylası ve yerleşim yerinden biraz olsun bahsedelim:

ĞODEÇU: Kaçkar Dağının hemen arkasında bulunan İspir İlçesine bağlı bir Yayla idi. Daha sonraları köy sitatüsüne alınarak SIRAKONAKLAR adı verildi. Hemşinliler bu Yaylaya DAVALI da derler. Daha önce İspir ve Çamlıhemşinliler arasında, Mahkemede dava konusu olduğu için bu ad verilmiş. Karl Koch’a göre Ğodeçu’da Ermenilerle Türkler ve Müslümanlar bir arada yaşıyorlarmış. Koch İspir’den gelerek buraya uğradığını ve ve yemek bulma konusunda biraz zorluk çektiğini söylüyor: “Büyük ve varlıklı Ermeni Köyünün, değişik birbirinden farklı ev gruplarından, konukları uzaklaştırmak için nasıl çaba harcadıkları, gerçekten çok gülünçtü… İkinci ev grubuna varınca yönetici özür diledi. Tüm vadi, çok sağlıksız olduğu için, bulunduğumuz yeri hemen terk ederek. Seyahatimizi sürdürmemizi öğütledi. Söylenen tüm tehlikelere rağmen kalduk ve bir yer tuttuk. Akşam uzun bir bekleyişten sonra Kötü ekmek, ekşi süt ve birkaç yumurta verdiler. Ertesi sah bize bu bile verilmedi ve aç açına oradan ayrıldık. Daha saatlerce bekledik ve sonunda zorla yine ekmek ve ekşi süt verdiler… Büyük Ğodeçur Köyü aslında yedi köyden oluşuyordu. 400’e yakın evi ile 2000’e yakın oturanı olsa gerek. Ne yazık ki bu Ermeni Coğrafyası, sunulan tüm yardımcı kaynaklara rağmen oldukça güvenilmezdir… Hemen hiçbir halk iddialarının ataklarında, onlara benzer olmadıklarından, Ermeniler tarafından ortaya konan etimolojiler reddedilmelidir. .. İncinyan, Ğodeçur ve Petrakret hakkındaki tüm tasviri, yalnızca salt isimlerdir ve güvenilir değildir.”
Karl Koch, incinyanın kendisine anlattıklarıyla Ğodeçurdaki gerçek durumun birbirini hiç tutmadığını açık yüreklilikle söyleyebiliyor. Karl Koch, Ğodeçurdan geri dönerek Balkar Suyuna ( Hevek) geçtiği ve oradan yukarı çıkarak arkaya aşmak isterken, dağların geçit vermez olduğunu görünce tekrar Ğodeçur Deresine (Ot Deresi) geçerek. “… Bu nedenlerle Ot Deresinden yukarı ana kaynağa kadar çıktık. Bir saat yürüdükten sonra, Kaçkar eteklerinde bir semer biçiminde eğri şekilde bağlandığı yerin su yatağını belirleyen düz yönde, onu aşabildik. Biz katırlarımızla ancak yavaş, yavaş ilerliyorduk… Termometre bu yükseklikte 5 dereceyi gösteriyordu ve biz daha sıcak yere varmak için koşturduk…. Hevak Suyunun ana Deresi boyunca doğu yönünden aşağıya indik. Sis bulutları bizi hemen sardı…. Nihayrt ortası taş yığılı patikadan sonra, köyün dördüncü bölümüne geldik. Ne mutlu ki hemen, hemen hepsi Müslümandı ve koşullara göre iyi karşılandık. Kaldığımız küçük şömineli odadayeni halılar ve iyi insanların, biz istemeden getirdikleri yastıklar vardı…. Gerçekten büyük bir açlıkla, bize sunulmuş yiyeceklere saldırdık… Karşılama, o varlıklı Ğodeçur Köyüyle karşılaştırınca, buradaki ağırlama bambaşka idi… Hevak Dersi aşağı… Balkar suyu adıyla, onun yanındaki Ermeni Köyüne gidiyordu… Bize gerekli olan atları beklemek zorunda olduğumuzdan, ikinci çıkışa erken başlayamadık. Çoruh Havzasından tekrar FURTUNA DERESİ’nin başına, bu defa KAÇKAR DAĞI’ nın arkasından çıkış ve KAVRON DERESİ’ nden iniş… Sığırtmaç kulübelerinin yanında, henüz başak salmamış arpa tarlaları vardı… Kısa bir dinlenmeden sonra, MEÇOR adlı sığıtmaç kulübelerinden ayrıldık…”
ĞODEÇUR’da, eski Ermeni mimari yapı kalıntıları hala görülmektedir. Ermeni Tarihçilerinin yaptıkları araştırmalarda, ĞODEÇU adının Ermenice olmadığı, ya da olduğu konusunda bir karara varmış olmadıkları görülmektedir. Karl Koch’un yukardaki anlatımlarından da bu anlaşılıyor.
Ermenicede Vadi’ye COR derler. Türkçeden aldıkları HOD (ot) kelimesi ile COR kelimesinin birleşerek ortaya (K)hod-cor adı çıktığını söylemek istiyorlar. Bize göre Ğodeçur adı; Türkçe-Ermenice bir ad olabileceği gibi tamamen Öztürkçeye dayalı bir kelime de olabilir. Bu nasıl izah edilebilir? Eski KARAÇAY Türklerinin dilinde HU-DES diye bir kelime bulunuyor. Kelime, “Güçlü Kutsal ” anlamındadır. ÇU kelimesi de zaten Türklerin kullandığı çok uluslu “Su” anlamında bir kelimedir. İki kelime birleştiği zaman, ortaya “Güçlü ve Kutsal Su” anlamı çıkmaktadır. Bu konuyu biraz daha açalım: Kafkas Dağlarının arkasında, Holam Vadisinde Fırtına Deresinden daha büyük, Hazar Denizine akan bir Dere bulunuyor. Bu Vadide Karaçay Türkleri arasında, HUBİYLER de yaşamaktadır. Bulundukları Vadi Suyuna HUDES diyorlar. Buradan Ğodeçur’a göçmüş insanların olabilecekleri ve Ğodeçu’ya, bu adı koymuş olabililecekleri de düşünülebilir. HUDES’in sonuna ÇU’yu da ekleyerek HUDESÇU yapmış olabilirler. Bu da, KUTSAL GÜÇLÜ SU anlamına gelmektedir. Bu iki olasılıktan birisine kesin olarak “Doğrudur” demek yanıltıcı olabilir. Her iki olasılık da göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak ĞODEÇUR, bir ermeni köyü olması nedeniyle, bu adın Ermeniler tarafında verilebileceği biraz daha ağırlık kazanıyor.

H E V E K: Hevek, Çamlıhemşin’deki GALER DÜZÜ kadar yükseklikte bulunan, Yusufeli İlçesi’nin bir Köyüdür. Yeni adı YAYLALAR’dır. Hevek Vadisi ve Deresi, sola ve sağa geniş bir kavis çizerek Yusufeli yakınından Çoruh Nehrine iner. HEVEK Deresinin gerçek adı, BALKAR SUYU’dur. Eski yıllarda bu Suyun kenarındaki Barkal Köyünde Ermenilerin yaşadıkları bilinmektedir. Bu Vadiden alt koldan ilerleyen Orman yolu, Abuser-Ayder araç yoluna çokça yaklaşmış olmasına karşın, yollar, birbirlerine kavuşturulmamıştır. Şimdiki adıyla bu Yaylalar Köyü, eski yıllardan beri Çamlıhemşin ile ırtıbat halindedir. Her iki tarafın ünlü şairleri bir araya gelirler ve karşılıklı şiir atışması yaparlarmış. Bu nedenlerle, HEVEK üzerine de birkaç söz söyleme gereğı duyuldu. Acaba Hevek ne anlama geliyor?
Hevek, iklimi ve konumu itibarıyla sebze ve meyve yetiştiren bir Köydür. Armudunun meşhur olduğu söylenir. Hevek, Farsça kökenli bir kelimedir. İranlılar, kurutulmak üzere hazırlanan sebze-meyve bağına Hevek derler. Eski yıllardan beri Çoruh Vadisi ve kollarında ağırlıklı olarak Gürcüler ve ikinci planda da Ermeniler yaşamışlardır. Ancak bu Köyde Ermenilerin yaşamadıkları Karl Koch’un anlatımlarından da açıkça anlaşılıyor. Ermeniler daha aşağıdaki Balkar köyünde yaşadıkları biliniyor.

KAÇKARLAR:
Şimdi Kaçkar Dağının etrafında dolaşarak, Kavron’u, Ğodeçu’yu, Hevek’i anlattıktan sonra bu Sembol KAÇKAR DAĞI ve “Kaçkarın Etimolojisi” konusundaki 4000 yıllık öncesine dayalı Tarihi bir sohbet yapmadan geçersek, O’nun hışmına uğrayabiliriz. Öyle ise O’na bir selam verdikten sonra karşısında saygı ile eğilelim ve bin türlü bitki çeşidinin oluşturduğu allı pullu rengareng çimlerin üstünde oturarak sohpetimize başlayalım. Bakalım ki KAÇKAR’mız bundan mutluluk duyacak mı? Bize nasıl cevap verecek? Ama daha önce, karnınız acıktıysa 3600 metre yükseklikteki Kaçkar Dağı eteklerinde yetişen, bal gibi Yaban Mersinilerini topyayıp yiyebilirsiniz. 3000 metre yükselti mesafesine indiğiniz zaman da, Orman Güllerini koklayabilirsiniz. Bu ropörtaj hayal ürünü bir kurgu olmayıp, Dünyanın oluşumu ve canlıların meydana gelmeleriyle ilgili bilimsel çalışmalardan derlebnmiştir. Şimdi Röportajımıza başlayalım ve biz soralım, Kaçkar cevap versin:

-Sayın karlı Dağ, sizi daha yakından tanıyabilmek için izin verirseniz kısa bir röportajımız olacak…
-Tabii, buyurun…
-Buraya niçin ve ne zaman geldiniz?
-Ben doğdum doğalı buralıyım. Dünyamızın, 4 milyar 500 bin yıl önce doğduğunu söylerler var ama ben 45 milyon yıl önce doğdum ve devamlı büyüyerek doğumumdan 10 milyon yıl sonra ise yavaş, yavaş bu yüksekliğe ulaştım. Yani 35 milyon yıl önceki boyum ile şimdiki boyum arasında fazla bir fark bulunmuyor. Artık yaşlanmaya başladım. Bu gidişle 10 milyon yıl daha yaşarsam nemutlu bana! Bizden milyonlarca yıl önce ölen “Dağ Dedelerimiz” de bulunmaktadır. Biz onların yanında “Genç Dağlar” sayılırız. Neden bu Bölgede doğduğumu ve milyon yıllar boyunca Karadenizi izlediğimi ben de bilmiyorum. Buna karşın çok uzun yıllar olsa bile O’nun tadına ve zevkine hâlâ doyamadım. Ancak burada doğup, burada büyümemin, büyük bir olay olduğu ve Allahın bir Lütfü olarak meydana geldiği bilinmeli! Doğa bu güzelliklerini bana sürekli olarak milyonlarca yıl gösterdiği için “O”na minnettarım.”
-Bu yükseklikte, bu dağ başında yalnızlık çekiyormusun?
-Hiç yalnızlık çekmedim. Yalnızlık Allaha mahsustur… Biz, yerin derinliklerinde ki başka Dünyaların yaratıklarıyız. Bizi Yer Tanrı Hades yarattı. Bu nedenle kendimi hiç yalnız hissetmedim. Zaten biz kendi aramızda hiç yalnız değildik.
-Biz Hases’i neden tanımıyoruz, bilmiyoruz?
-Hades, bizim zamanımızın Tanrısıydı da ondan…
-Yalnız değildik derken ne anlatmak istiyorsun?
-Benim çevremde, benimle yaşıt başka arkadaşlarım da var. Ama sizler bizleri yalnız olarak tanımlıyorsunuz. Onlarla hepbirlikte huzur içinde yaşadık ve bugünlere geldik.
-Acaba O arkadaşların kimlerdi?
-Benim en yakın iki komşum ve arkadaşım var: Sol tarafta bulunan en yakın komşum, Verçembeg Dağı’dir. Sağımdaki komşum ise 15-20 Km uzağımda bulunan MARSİS DAĞI’dır. Marsis’in tam Güneyindeki Taok Dağları da benim samimi arkadaşlarımdır. Solumdaki diğer uzak komşularım ise sırasıyla Ovid, Soğanlı, Haldizen, Tiril, Zigana, Gönderiç ve Abdal- Musa, Haçpel, Ahıllıoba, Amazon, Canik, Küre, Ağrı, Erciyes, Köse, Allahuekber, Toros, Amanos, Istıranca, Siplos, Bey, Süphan, Kardok, Hasan Dağı ve daha niceleri… Kafkaslar ve Zağros’lar da benim en samimi dostlarımdır.
-Arkadaşlarının çok olması seni mutlu ediyor mu?
– Pek tabii… Ama benim bu arkadaşlarımın yanında, sizin gibi farklı dostlarımı da gördükten sonra mutluluğum katlanarak arttı. Sizleri görmek için milyonlarca yıl beklemeye değerdi. Çünkü ilk kez böylesine akıllı ve duyarlı varlıklarla karşılaşıyorum. Son yıllarda hernedense insanlar bana kavuşmak ve beni yakından görebilmek için yarış ediyorlar. Tabii ki bu durum bana sonsuz mutluluklar tattırıyor. Sizleri gördükten sonra sağlığıma kavuştum ve ömrümün arttığını hissediyorum.
-İnsanlarla ne zaman tanıştın?
-Ben daha geç yaşlarımda, 1 milyon 600 bin yıl önce, ayak üzerinde yürüyebilen iki ayaklı yarım akıl hatta tamamen akılsız HOMO HABİLİS denilen insanların, Afrikada ortaya çıktığını duymuştum. Onları görmek için meraktan çatladım durdum, ancak onları hiç göremedim. Sizin gibi HOMO SOFHİEN insanları, 600 bin sene önce görmüştüm. Ama siz o eski akılsız yaratıklardan çok farklısınız: Çünkü aklınız var, konuşup gülebiliyorsunuz.
-Evrenin nasıl oluştuğuna dair bir bilgin var mı?
-Orayı hiç karıştırma… BİG BANG gibi teoriler ortaya atanlar var ama bizim aklımız bunu kavrayacak durumda değil!
-Gençliğinde buralara hayvan otlatmaya gelen hiç Hemşinli ve Laz gördün mü?
-Ne Hemşinli ne de Laz… Ben doğduğum zaman buralarda sizin gibi yaratıklar yoktu. Ancak küçük boylu vahşi at ve inekler, sürüler halinde kendi başlarına otlayıp dururlardı. Ben ilk önce bu yaratıklarla karşılaştım. Sizin gibi akıllı ve konuşan insallari ilk kez görüyordum.
Ben Lazları 2000, Hemşinlileri de 1500 yıl önce buralarda görmeye başladım…
-Bu yükseklikte yalnız başınıza korkmuyormusunuz?
-Korku insanlara aittir. Yeni bir BİG BANG olsa bile hiç korkmayız, yeniden doğarız
-Yaşamın boyunca hiç unutamadığın olaylar oldu mu?
-Oldu tabii… İki büyük olay yaşadım: İlki, soğukların artmasıydı. Ortalık güllük – gülistanlık ve sıcacık iken 60 bin yıl önce birdenbire tepemdeki karlar hiç erimemeye başladı. Tepeme yağan karlar sürekli yükseliyordu. Çok uzun süre ne olup bittiğini göremedim. Etrafım aydınlanmaya başlayıp gözlerimi açtığım zaman, aradan tam 30 bin yıl geçmişti. Buzlar şarıl, şarıl eriyip gidiyordu. Ama Dünyanın şekli de değişmişti. Her taraf su içindeydi. Karadeniz iyice yakınıma gelmişti. Meğer Dünyanın yarıdan çoğu donmuş ve 30000 sene sonra da erimeye başlamıştı! Buzlar eriyince Denizler yükselmiş ve böyle bir olay yaşanmıştı. Ama biz hiçbir zaman su altında kalmadık. Su altında kalmanın nasıl bir duygu olduğunu görmek isterdim. Ancak bu durumda canlı olarak insanların tamamen yokolma tehlikesi ortaya çıkacağı için Manevi güçler buna izin vermedi. NUH TUFANI adı verilen bu su baskınında, dağlar insanlarla dolup taşmıştı. Sudan kaçan insanlar bizim yanımıza koşuyorlardı. Buradaki hayvancılık, Nuh Tufanından sonra çok arttı ve bugünlere gelindi.
-Pekiyi, KAÇKAR adını sana kim verdi
– Çok güzel bir soru sordunuz. Pek tabii ki, insanlar, doğduktan sonra adlandırılırlar… Canlılar daha insan kılığına girmeden milyonlarca yıl önce, dünyaya geldiğim zaman, bana bir ad konulmuştu, ama o ad daima bende saklı kalacaktır. Kaçkar adımı bana 4. Ad olarak verildi.
-Önceki adlarını sana kimler verdi?
-Biraz uzun olacak ama yine de anlatayım: Bu Dağların en eski adı SKYDİES’tir. Kısaca buna, İSKİT deniliyordu. Anadoludaki Hitit Devleti yıkıldıktan sonra MÖ 700 yıllarında İç Anadoludan Karadeniz Sahillerine insan göçü başlamıştı.
-Kimlerdi bu Göçle gelenler?
-Yeni gelen misafirlerimiz MOSKLAR idi. Gele, gele buralara kadar geldiler ve Gürcistan’a geçtiler. Gelen bu misafirler çok kalabalıktı. Rize ve doğusunu etkileri altına aldılar. Onlar arasında sizin gibi Yaylacılık yapanlar da vardı.
-Sonra ne oldu?
– Bu Mosklar Bir gün Kavron’da Yayla Şenliği yaparlarken kulağıma bir ses geldi: Horon oynayanlar, koro halinde, “MOSKHOS, MOSKHOS” diye bağırıyorlardı. Birkaç gün sonra hayvanlarıyla Dağa gelen bir çobanla tanışarak, Yayla şenşiğinde ne diye bağırıyordunuz, birlikte söylediğiniz “Mosk, Mosk” sözü ne anlama geliyor diye sordum. Aldığım yanıtta, kendilerinin yeni bir Millet olduğunu ve Milletlerinin adlarını bu Dağlara verdiklerini öğrendim. İnsanlar tarafından bana verilen ilk adın “Skydies” olduğunu ve adımdan memnun olduğumu söylediysem de söz dinletemedim. İnsanlar yokken, verilen ilk “Manevi Ad”ımdan sonra, Skydies ve Moskhos adlarını da zamanla benimseğe başlamıştım.
-Üçüncü adını kimler verdi?
-Mosklardan 150 sene sonra bu kez de PERSLER Anadoluya saldırdılar ve egemenlikleri altına aldılar. Hititlerden sonra Anadolu çok zafıflamıştı. SARDES’teki (Salihli) LİDYA Orduları, eski Başkent Hattuşaya gelerek Pers Ordularını karşıladıysa da, ağır bir yenilgiye uğrayarak Sardes’e dönmek zorunda kaldılar. Böylece MÖ 547 yılında Anadolu İranlılar’ın eline geçti. Onlar da Anadoluyu 220 sene yönettiler. Yeni adıma tam alışmışken, bir gün çobanın biri, diğer çoban arkadaşına seslendiğini duydum. Diyordu ki “yarın yine hayvanlarımızı PARYADY’ye getirelim”. Bu sözü de ilk defa duymuştum. Bende onlara, ortalığı inleten bir yansılama ile uzaktan seslendim: PARYADY ne demek diye sordum. Çobanın biri bana döndü ve ‘İlk defa adını bilmeyen birine rastladım’ demez mi?
-Ne cesaretle sana bu yanıtı veriyor?
-Ben de, öfkelenerek ve el ederek çobanı yanıma çağırdım. Benim adım MOSKHOS’dur, siz herhalde başka bir Dağdan dem vuruyorsunuz dedim.’Hayır “dedi çoban .’Artık senin adın PARYADY oldu’ demez mi! Meğer İranlılar sırası ile Dağlara-Taşlara ad koyuyorlarmış. Aşağıda bulunan HEVEK köyünün adını da İranlılar vermişler. Çobana, ben adımdan memnundum diye söylesem de ‘bu Ülke artık bizim oldu, tüm adları değiştiriyoruz’ dedi.’Hatta bundan sonra Arhaphi’den (Arhavi) Amisos’a (Samsun) kadar, tek ad altında adlandırılacaksınız’ diye de ekledi.
-Hiç böyle tek ad altında uzun bir dağ silsilesi mi olurmu?
-Öfkelensem bile, elimde uygulayacak bir yaptırım gücüm yoktu. Eski neşem kalmadığı halde, boynumu bükmek zorunda kaldım. ‘Bu ülkede herkes şamar oğlanı oldu, gelen vuruyor giden vuruyor’ diye içimden geçirerek sustum. Samsun’a kadar olan Karadeniz Dağları belki de benim yeni verilen adımla anılacaktı ama bu neye yarayacaktı? Çünkü isim değişikliği en acı işkencelerden biridir. Çok, çok üzülmüştüm. Bir müeyyide uygulayamasam bile manevi gücümü kullanarak O’nlara içimden öye bir beddua ettm ki sorma… Bu bedduadan sonra,
MÖ 337 yılında Yunanlı İskender gelerek Persleri Ülkemizden kovdu. Bedduam, İskendere de tesir etmiş olmalı ki, 10 sene sonra O’nun orduları da parçalandı ve dağıldı…
-O nasıl bir beddua idi?
-Onlara Yağlı Karadeniz bedduasıyla şöyle dedim: Allah sizi yerin dibine soksun, Ocağınıza ateş düşürsün! Öteki Dünyada da Allah size böyle işkenceler yapsın! Özgür Doğanın özgürlüğünü ancak manevi Yüce güçler geri alabilir. Siz bu manevi güçlerin yeryüzündeki temsilcilerimisiniz? diye sorarak onlara çıkıştım.
-Pekiyi, daha sonra ne oldu da KAÇKAR oldunuz?
– Miladi yıllara yakın, Romalılar Anadoluyu İşgal ettiler. Bizans Döneminde de Benim adım PARYADY idi. Bizans Döneminde, bu Yöreye HEMŞİN Türkleri gelip yerleştiler. (MS 621-623 arasında) Hepsi Yaylacılıkla uğraşıyorlardı. O sene de çok müthiş bir kar yağmıştı. Hemşinliler beni böyle Yaz ortasında bembeyaz örtüler içinde görünce bu kez de onlar kendi Dillerine göre bana yakışan bir ad vermişler ve adımı “KAŞKAR” olarak değiştirmişler. Divanü Lügatit Türkte manası, KAŞI KARLI ya da, ALNI BEYAZ anlamındaymış. Kendileriyle görüşüp konuyu konuştuğum zaman ‘BU KARLI İSİM BANA YAKIŞTI’ diye memnuniyetimi bildirdim. Ama bu adımın, birdaha değişmemesi için de kendilerinden söz aldım.
-Şimdiki adını beğendin yani..!
-Evet beğendim. Yalnız, bu Hemşin Türklerinin konuşmaları çok farklı… Dillerini zor öğrendim. Kimisi bana KAŞKAR, kimisi KAŞKAL, kimisi BARKAR, kimisi BALKAR, kimisi BOLKAR diyor. Benim adım bazılarının dedikleri gibi ne Gürcüce ne de Ermenicedir. Değişik tarzda söylense bile, artık adımın bir daha değiştirilmesini istemiyorum.’ Eğer hep bu isimde kalırsam, benim her zaman Hayır Dualarımı alırsınz’ dedim.
-Verdiğiniz bilgiler için size çok, çok teşekkür ederiz. Umarım Hemşinliler de bu hikâyeyi okuyarak, kendi öz Tarihlerini öğrenmek üzere, kendikendilerini anlamaya çalışırlar. Kalın sağlıcakla…
– Nice milyonlu yıllarda görüşmek üzere…
-Kimbilir, belki de?

ASYALILAR; ANADOLUDA YAŞAN HALKA NE AD VERİYORLARDI?

Anadolumuzun çok uzun bir zaman içinde, Roma ve Bizans yönetimleri tarafından yönetildiği bilinmektedir. Bu yönetim biçimi, Miladi yıllarda yani İsanın doğum tarihi olarak kabul edilen sıfır (0) tarihinde başlar ve zayıf bir olasılık olsa bile, 1453 yılına kadar devam eder. Türkler henüz Anadoluya toplu halde gelmeden önce yani BİZANS Döneminde, Asya ülkeleri, Anadoluya ve Anadoluda yaşayanlara ne ad veriyorlardı? Eğer bu konular bilinirse, O zamanın Anadolu’su hakkında bir bilgi sahibi olunabilir:
1- Kıpçak Türkleri Anadolu’ya PURUM, içinde bulunan Halklara da URUM diyorlardı.
2- 600 yıllarından sonra birkaç göç halinde Kaçkar Yöresine gelen Hemşinliler de; Kıpçak Türklerine yakın bir ad kullanıyorlar ve kendilerinden önce buranın sahil kesimlerine gelip yaşayan Halklara HORUM diyorlar. Horumların yaşadıkları Bölgeye de, HORUMLUK derlerdi.
3- Uygur Türkleri, hem Anadoluya hem de Ülke içinde yaşayanlara PURUM diyorlardı.
4- İranlılar; Anadoluda yaşayan tüm insanlara RUM diyorlardı.
5- Ermeniler de; Anadoluda yaşayan, ama Ermeni olmayan herkese HYON diyorlardı. Bu kelime “Hun” diye okunur. Eskiden beri kullanılan, TÜRKLER’in genel adıdır Hun…
6- Burada DİKKAT ÇEKEN KONU, Hemşin Türkleri de Anadolu’ya, diğer Türkler ve İranlılar’a benzer bir ad vermeleridir. Burada sadece Ermeniler farklı bir ad kullanıyorlar. Tarihçilerin belirttikleri gibi; Hemşinliler’in, Ermenistan’da ve Kafkaslarda 500 yıldan fazla yaşamış oldukları anlaşılıyor. Ermenilerle içiçe yaşadıkları halde, onların Anadolu için kullandıkları adı kullanmıyorlar, yani “Hyon” demiyorlar. Burada kullanılan ve doğru olan adın, Türklerin ve Acemlerin kullandıkları ad olduğu bilinmektedir. Yani Anadoluya Roma Ülkesi, Halkına da Roma Vatandaşı( RİM) diyerek, bütün insanları kapsayan bir dil kullanıyorlar. Birbirlerine kızdıkları için; “Hiristiyan”,”Yahudi”,” Ermeni” ya da başka türlü ithamlarda bulunanların beyanlarını, nazara almamak gerekiyor.
Böylece Fırtına vadisi ve Hemşin Yöresindeki çalışmalarımızı burada bitirip Kaşkar Dağı ile de Ropörtajımızı yaptıktan sonra geri dönelim ve Fındıklıya doğru yolumuza devam edelim.

PİCHALA DERESİ: Fındıklı Çay Fabrikasından sonra önünüze PİCHALA Deressi ve Vadisi çıkar. Piçhala, Çağlayan (Abu) Irmağından sonra büyüklük itibarıyla ikinci sırada yer almaktadır. Ancak Irmak kolları nazara alınırsa, Çağlayandan daha uzun olduğu söylenebilir.
Fındıklı Yöresinde ağırlıklı olarak Lazlar yaşamaktadırlar. Fındıklı Köylerinde araştırma gezisi yaparken, yeri geldiğinde Hemşin Köyleri ve yaşadıkları yerler de belirtilecek.
Pickala Deresi, iki ana kol halinde birleşerek Denize akmaktadır. Yörede Pichala, Pickala, Piskala ve Picğala olarak da isimlendiriliyor. Antik Laz Dilinde bir isim olduğu düşünülmektedir. Antik Tarihçiler ve Arrianus, Fındıklı’da PYKSTES adında bir Irmaktan bahsediyorlar. Bu ifade, şekil itibarıyla Pichala’ya çok benzese de, Pykstes, hangi Irmağın adı olduğu konusunda kesin bir karar yok…
Denizden 5 Km yukarda Picğala Deresi iki kola ayrılıyor. Tepecik, Karaali, Meyveli, Ana ARILI DERESİ Kolları ve büyük ZUĞU IRMAĞI’ıyla birlikte düşünüldüğünde, Çağlayan Irmağından daha uzun bir Irmak ve havza olduğu anlaşılır. Piskala ve Çağlayan Irmaklarının kaynakları, Kaçkar Dağlarında MARSİS TEPELERİ’ne doğru birbirlerine yaklaşmaktadır.
Arılı Vadisi üzerinde; Tepecik, Hara, Karaali, Meyveli, Arılı, Gürsü ve Yaylacılar Köyleri sıralanmıştır. Bu Vadideki YAYLACILAR KÖYÜ bir Hemşin Köyüdür.

TEPECİK KÖYÜ: Pitshala Deresinin küçük bir Su kolu üzerinde bulunuyor. Bu Köy, Vadinin biraz uzağında ve Pitshala ile Zuğu Deresi arasındadır. İki Mahallesi bulunanmaktadır.
MEYVELİ: Meyveli Köyünden Ardeşen’in OCE (Yeniyol) Köyüne araba yoluyla ulaşılabilmektedir. Meyveli Köyü, Laz ve Hemşinli karışımı bir Köydür. Eski adı ÇANPED olup, üç mahalleden oluşur. ÇANPET, Laz Ülkesi anlamındadır. Lazlar ise çok eskiden, “TÇANİ” olarak anılıyorlardı. Bu Köyün bir mahallesi Hemşinlidir. Folklorü ve gelenekleri, yıllarca birlikte yaşamaları nedeniyle bir bütünün parçaları gibidirler. Tulum ve Kemençe, yıllarca kullandıkları iki çalgı aracıdır. Zaten genel olarak bakıldığında, Laz ve Hemşinlilerin halk Ezgileri birbirlerine çok benzer. Tulum ise bu ezgileri tamamlayan bir araç olarak kullanılıyor. Şimdilerde Tulum, Laz-Hemşinli-Horum ve Rizeli’nin Milli folklor enstrümanı olarak kullanılıyor. Meyveli Köyünün 1870 li yıllarda yapılmış ahşap işlemeli Tarihi değere sahip güzel bir Camisi bulunuyor. Görülmeye değer bir eserdir.

KARAALİ Köyü, eskiden beri aynı adla anılıyor. Yalnız Lazlar buna “Karalişi Avla” diyorlar. Karaali Köyünden sonra Arılı geliyor.

ARILI KÖYÜ: Bu Köyün eski adı PİSKHALA’dır. Demek ki Piskhala Deresi adını, bu Köylerden almaktadır. Yalnız YUKARI PİTSKALA Köyü diye bir köy daha var. Derenin ikinci adı da ARILI DERESİ’dir. Arılı Köyünden sonra ise, Gürsu Köyü gelmektedir.

GÜRSU KÖYÜ: Bu Köyün eski adı da PİTSKALA ÜLYA’dır. “Yukarı Pitskala” anlamına gelmektedir. Vadinin en yukarısında ise, gerçek yarı göçer Yaylacılar yaşamaktadır.

YAYLACILAR KÖYÜ: Hem yüksek hem de Yayla kuranlar anlamına gelen bir anlayışla isimlendiriliyor. Halkı Hemşinli olan Köy, yüzlerce yıldan buyana Yaylacılık yapmaktadırlar. Piçhala Deresinin Arılı ve Zuğu kollarında sanki bir Laz-Hemşin Koalisyonu kurularak, yüzlerce yıldan beri barış ve kardeşlik ortamında birlikte yaşayıp gitmektedirler.
Şimdi de sol kesimdeki ZUĞU Deresi ve Vadisine geçerek oradaki Köylere de bir göz atalım: Zuğu Deresinden sola doğru ayrılan bir Su kolu üzerinde; Çınarlı, Avcılar ve Cennet Köyleri bulunuyor:

ÇURÇEVA: Çurçeva’nın bugünkü adı Çınarlı’dır. Bu Köy 5 Mahalleden oluşmaktadır. Pek tabii ki, Lazların diline uygun bir isimdir. Öyle ise bu kelime ne anlama geliyor ve Lazların diline hangi kökenden girmiştir? Kelime, üç bölümden oluşmaktadır: ÇUR- ÇA- VA… Çur (Çu) kelimesi, SU anlamına gelir. Türkçe ve çok uluslu bir kelime olmasına dayanarak Lazlar da bu kelimeyi kullanmaktadırlar. Kelimenin ortasındaki “ça” eki, küçültme ekidir. Kelime sonundaki “va” eki ise Kapadokya dilinden gelen antik Anadolu Dillerinde kullanılan “ek” dir. “…Yeri, Yurdu “ anlamındadır. Sonu “VA” eki ile biten; Çayeli, Pazar ve Fındıklıda yer adları bulunmaktadır. Örneğin; Çanceva, Çeçeva, Maryava, Murçiva, Palodya, Çinçiva, Çoneva, Paçva ve Kontiva gibi… Kelimelerin sonuna gelen “Va” eki, Laz kesimlerinde daha yaygın olarak bulunuyor. Bu durum, antik Anadolu dillerinin, sahil kesiminde daha yaygın olduğunu gösteriyor.
Çurçava’nın etimolojik kökeni, “Küçük Su Yerleşimi” ya da “Küçük Su Yurdu” anlamına gelmektedir. Gerçekten de; Çurçava, Avcılar ve Cennet Köyleri, Zuğu Deresine karışan küçük bir Su Kolu üzerinde sıralanmışlardır. Avcılar Köyünün Lazca adı Andrivati’dir. Ancak cennet Köyünün adını Arapça’daki Cennet kelimesine dayalı olarak, CANETİ diyorlar. Eski Türkler de Cennet’e, Candet diyorlar. Lazların da, Türklerin Anadoluya gelmelerinden sonra, Türkçe bazı kelimeleri benimseyerek Lazca ile birlikte kullandıkları görülmektedir…

AŞAĞI ve YUKARI ZUĞU: Aşağı Zuğu, Doğanay, Yukarı Zuğu ve Yenişehitlik Köyleri, Ana Zuğu Vadisi ve Irmağı üzerinde bulunuyor. Aşağı Zuğu’nun bugünkü adı SULAK’tır. Burada Laz ve Hemşinliler birlikte yaşamaktadırlar. Daha sonra Doğancık Mahallesi bu Köyden ayrılarak, DOĞANAY adında yeni bir Köy oldu. Bu Köy tamamı Hemşinli’dir.
YUKARI ZUĞU: Bu Köyün bugünkü adı IHLAMURLU’dur. Lazlar bu Köye Ğayna da diyorlar. Neden hem ZUĞU ve hem de ĞAYNA adını kullandıkları bilinmiyor. Aslında Lazlar DENİZ’e de Mzuğu diyorlar. Irmak ve Köy adları, “Deniz” kelimesiyle ifade edilmemeli… Çünkü aralarında bir benzerlik bulunmuyor. Ancak, bu Köylerden eğer Deniz görülebiliyorsa, böyle bir ad verilebileceği olasılığını gözden uzak tutmamak lazım. Ama insanın aklına, Zuğu ile Mzuğunun bir raslantı benzerliğinden başka ortak bir yönleri bulunmadığı geliyor. Öyle ise bu Köylere ve Irmağa ad olarak verilen ZUĞU ne anlama geliyor?

ZUĞU: Fındıklı’da yer ve Irmak adı olan Zuğu, Hemşin İlçesinin ZUĞA Bölgesi ve Irmağı ile bağlantılı olduğu görülüyor. Bizans İmparatorluğu Döneminde Karadenizde Orduları teftiş etmek için gelen Arrianus; MS 129 yılında, kötü hava şatları nedeniyle Pazar Limanına sığındıktan ve maceralı yolculuğu sonunda, teftişini bitirdikten sonra yazdığı anılarında; Pazar Deresinden ZİKATİS olarak bahsediyor. Ancak bu adın sonundaki “tis” kelimesini kendisi ekliyor. Pazar Deresinin esas adı ZIKA’dır. Zuğa’ya ait Dere anlamı verebilmek için Yunanca ek olan “tis” i de sonuna ekliyor. Böylece Zıka adının, 4000 yıllık antik Dönemlerden geldiği ve O zamanki Hitit-Kapadokya dillerinin Doğu Karadenize kadar yayıldığı anlaşılıyor. Bu Antik Anadolu Dillerinin Gürcistan ve Kafkaslara kadar yayıldığı da bilinmelidir. Anadoluda ve Doğu Karadenizde benzer kelimeler yaygındır. Örneğin; Zıga, zıgam, Zıgana ve Zıgala gibi…
Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihi Adlar kitabı genel anlatımlarından, Zuğu ve Zıga’nın. DAĞLIK BÖLGE anlamına geldiği anlaşılıyor.

YENİŞEHİTLİK: Yukarı Zuğu’dan sonra Yenişehitlik Köyü gelmektedir. Lazlar köylerinin eski adını Zenimoşi olarak seslendiriyorlardı. Bu köy de hemen, hemen Yaylacıla Köyü yüksekliğindedir.

F I N D K L I: Rize’nin Doğu kesimleriyle ilgili olarak ilk kez, MÖ 350 yılında Kırım üzerinden Karadenize gelen KARYANDALI Skylaks bahsetmiştir. Skaylaks, Bodrumun Güvercinlik Beldesinin tam karşısında bulunan büyük bir ada olan Karyanda Adasında doğmuş ve yaşamıştır. Skylaks yazmış olduğu kitapta; Rize Halkından BECİRESLER diye bahsediyor. Ardeşenden Hopaya kadar olan Bölgedeki insanlara da; BYZER ve ELRCHİRİ Diyor. F. Arrianus ise Skylaks’tan 450 sene sonra Karadenize gidiyor. Roma ordusunu teftiş etmek için Fındıklıdan Batuma doğru yol alırken Fındıklı’ya özel bir ad vermiyor. Sadece PYTSKES IRMAĞI’ndan söz ediyor. Ancak bu ismin, Arılı Deresi için mi yoksa Çağlayan deresi için mi kullanıldığı kesinlik kazanmıyor. Arrianus, Fındıklı yöresi ve ötesinde ZİDRİTİ HALKI yaşadığını belirtiyor. Bu Halk önceleri Ardaşende’ki PRİTANI Krallığına bağlı iken, Romalılar, Fındıklı ve ötesinde bir Krallık kurarak FARSNAME adında birisini Kral yapıyorlar. Bu Kralın bir İranlı olduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra ise bu topraklarda bir Laz Krallığı kuruluyor ve Lazlar uzun süre Gürcistan’ı ve yöreyi yönetiyorlar. Lazika Krallığı, MÖ’ ki yakın yıllarda kuruldu. Merkezleri, Gürcistandaki ARKEOPOLİS (Ahalsenaki) idi. İşte bu tarihlerde VİÇE adı ortaya çıkmış olabilir. Böylece Fındıklı’nın eski antik adının Viçe olduğu anlaşılıyor. Fındıklı’nı n 8 Mahallesi bulunuyor:
Yenimahalle (paçva), Absu Mahallesi ( abunoğa), Güzelyalı Mahallesi (kontiva), Hürriyet Mahallesi (manastır ya da ğavra) Mahallesi, Sahil Mahalle (mekiskiri), Liman Mahallesi (torotsi), Tatlısu (gesiya) Mahallesi… Fındıklı’nın 23 köyü bulunmaktadır.
Doğusunda Arhavi, Batısında Ardeşen, Güneyinde ise Yusufeli ve Çamlıhemşin İlçeleriyle sınır komşusudur. Fındığın bol miktarda yetiştirilmesi nedeniyle Fındıklı adını almıştır. 1947 yılına kadar burası Artvine bağlı bir BUCAK MERKEZİ idi.1947 yılında İsmet Paşa Döneminde İlçe yapıldı. Ancak İlçe olarak 1953 yılına kadar yine Artvine (Çoruh) bağlı olarak kaldı. 1953 yılında Demokrat Partisi İktidarında Artvin’den alınarak Rize’ye bağlandı. Burada, özel ve Devlete ait 4 adet Çay Fabrikası bulunuyor.
Fındıklı eskilerden beri sebze ve meyve yetiştiten bölgelerimizdendir. Çaya alternatif olarak; fındık, narenciye ve kivi yetiştirmeciliği de yapılır. Sahil kesimi balıkçılık yaparken, Dağ Köyleri de hayvancılık ve Yaylacılık yapmaktadır. Son yıllarda Doğu Karadeniz’de, Yaban Mersini üretimi de yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
Fındıklının Eğitim-Öğretim düzeyi yüksektir. İlçede Ticaret Lisesi, İmam Hatip Lisesi, Sağlık Meslek Lisesi Lise ve Anadolu lisesi bulunuyor. Ayrıca Rize Üniversitesine bağlı bir de MESLEKİ YÜKSEK OKUL bulunuyor. Halkın büyük ölçüde Eğitime yönelmesi, Yörenin tarım faaliyetlerini etkilemiş olsa bile, son yıllarda bu etkinlikler, eskiye daha bilinçli bir dönüş olacağını gösteriyor. Turizm faaliyetleri ve canlılığı da gözle görülür hale gelmektedir. Bütün İlçelerde Öğretmen Evi bulunduğu gibi Fındıklıda da Sakıp Sabancı Öğretmen evi bulunuyor. Sağlık yönünden de hiçbir eksiği kalmamıştır. BÖLGE GUATR HASTANESİ, 1988 yıiından beri çok büyük hizmetler vermektedir. Hastahane, 2005 yılında kendi hizmet binasına taşınarak Bölge için inanılmaz yararlar sağlıyor.
İki katlı ve minareli olan Fındıklı MERKEZ CAMİİ, Vâkıflar Genel Müdürlüğü’nün kayıtlarında yer almaktadır. Minber üstündeki tarihten,1291 yılında yapıldığı anlaşılıyor. Bu tarihe, 584 sayısı eklenirse, Caminin 2. Abdulhamit’in, Meclisi Mebusan’ı açtığı 1876 yıllarında yapıldığı anlaşılıyor. Ancak Cami minberinin sonradan yapıldığını ve esas binanın yapılış tarihinin 1700 lü yıllara kadar indiği de söylenmektedir. Dış görüntüsü, Çayeli Merkez Camiini andırmaktadır. Ahşap ayaklar üzerine kurulu Kubbe de ahşaptır.
Fındıklı ile ilgili bu kısa bilgiden sonra Çağlayan Vadisine de bir göz atalım.

ÇAĞLAYAN: Fındıklı’nın bol sulu Ana Irmağıdır. Arrianus’un belirttiği PYSKTES Irmağı olup olmadığı konusunda şüpheler bulunuyor. Kelimenin sonundaki “TES”, aslında Yunanca “tis” eki olmalı. Kelimenin kökü “PYSK” (pisk) dir. Sondaki Yunanca ek olan TİS, kelimeye PYSK ler’e ait Irmak anlamı katıyor. Bu benzerlik dolayısıyla bu adın Piskhala Deresine ait olduğu da söylenmektedir. Ancak Müfettiş Arrianus’un, Viçe’de bulunan iki ırmağın adından, neden ayrı, ayrı söz etmediği bilinmiyor. Arrianus, Pazar Hemşin Deresinin antik ZIKA kelimesinin sonuna da “tis” eki ekleyerek “Zıkatis” olarak değiştirmişti. Buna da, “Zuğaya ait Irmak” anlamı vermek istemişti. Çağlayan Irmağına ABU ÜLYA IRMAĞI da denilmektedir. Kelimenin esas kökü “AB”dır. Bu ad da Luwi Anadolu Dillerinden kaynaklanmaktadır. Pazar’daki Absu ve daha yukardaki Apso Köyünün temeli de buna dayanmaktadır. Bu durumda Çağlayan Irmağının antik adının ABU olduğu anlaşılıyor.

SÜMER, DERBENT ve SAATKÖY: Çağlayan Irmağının 5 Km daha doğusundan DERBENT SUYU akmaktadır. Bu su üzerinde, Sümer ve Derbent Köyleri bulunuyor. Sümer Köyü eski Arhavi yolu üstündedir. Buradaki Camilerin fazlalığı dikkat çekiyor. Hazere, Sümeryalı, Merkez, Yazıcılar, Nomayığı ve Orta olmak üzere 6 Mahallesi bulunuyor. Bolşevik Ruslar 1916 yılında Treboluya kadar Sahillerimizi işgal ettiği vakıt; Ordularının bu Köyde konuşlandığı söyleniyor. Sümerköy Köyünün eski adı Sumla, Saatköy Köyünün eski adı ise, Tsati’dir. Lazlar saata Tsati diyorlar. Derbent Köyünün eski adı ise Trevendi’dir. Derbent Köyünde de görülmeye değer bir Tarihi Cami bulunmaktadır. Taşköprü, Derbent, Güneyler, Hürriyet, Armoin, Selazar ve Hacılar olmak üzere 7 Mahallesi bulunuyor. Köyün Tarihi niteliklerini simgeleyen bir de Taş Köprüsü bulunuyor.

ÇAĞLAYAN KÖYÜ: Bu Köy sahilden 6 Km yukardaki düzlüklerde bulunan güzel bir Köydür. Çağlayan Camii de 1874 lü yıllarda yapılmış Taş-ahşap karışımlı güzel bir Câmi’dir. Minberi çok güzel ahşap süslemelerden oluşuyor. Köyde bulunan Mustafa Hacıoğlu ve Ali Galip Hacıoğlu konağı ile Hurşit Bey Konağı, görülmeye değer ender eserlerdendir. Ancak bunların mimarısı, Hemşin Konaklarından biraz daha farklıdır. Çağlayan Köyü 6 Mahalleden oluşmaktadır. Burada yaşayan Hemşinliler azınlıktadırlar.
Çağlayan’ın 1800’lü yıllarda yapılanTarihi bir de Kööprüsü bulunuyor. Rize’deki tüm Köprüler, 1700’ lü yıllarda yapılmaya başlanmıştır. Bu Köprü Halk tarafından kullanılmadığı için, kendi sessizliği içine terkedilmiş durumdadır. Ancak bir Tarih böylesine kendi kaderiyle başbaşa bırakılamaz. HES’ler için toplantılar yapan Komitelerin, İhmal edilen Tarihi Çağlayan Köprüsü ile Konakların onarılması ve devamlılıklarının sağlanması için girişimde bulunacakları ümid edilmektedir.

BEYDERE: Çağlayan’dan sonra sağ kesimde Beydere Köyü bulunuyor. Buranın eski adı, SUPE’dir. Ancak ABU HEMŞİN olarak da söylenmektedir. Hemşin Suyu ya da, Çağlayan Hemşini anlamında söylenmektedir. Tarihi bir Camii bulunmasa da, 2005 yılında hizmete açılmış Minareli Camii, geleceğe taşınarak Tarihi bir değer kazanabilir. Ahşap işlemeli Minber ve duvar süslemeleri çok güzel bir görüntü vermektedir. Azınlıkta bulunan Hemşinliler Lazlarla bir arada kardeşçe yaşıyorlar. Doğal güzellik bakımından Köy,“Yalancı Dünya’nın Cenneti ”gibidir. Yörede pırıl, pırıl Konak Evleri yaygındır. Boş ve içinde insan yaşayan konakların, Dernekler ya da şirketler tarafından bakım ve onarımlarının yapılarak, köylüler tarafından her zaman Turizme kazandırma olanağ bulunmaktadır.

ASLANDERE KÖYÜ: Beydere Köyünün daha yukarısınnda Çağlayan Irmağının sol üst kesiminde Arslandere Köyü bulunuyor. Bu Köyden akıp Çağlayan Deresine karışan Suyun adına, HEMŞİN SUYU diyorlar. Köyde Hemşinliler ve lazlar yaşamaktadır. Bu Vadideki hemşinliler Yaylacılık yaptıkları için, PEYNİRCİLER adıyla da anılmaktadır.
Aslandere Köyünün Pandiskar mevkiinde bulunan Taşköprüsü, Kaymakamlık tarafından onarılarak devamlılığı sağlanmıştır. Köyün Tarihi bir de Camisi bulunuyor. 2002 yılımda kurulan Arslandere Folklor Ekibi, Türkü ve Horolarıyla harikalar yaratıyorlar.
Uzun yıllar yaşamış ya da yaşayacak olan eserler Tarihi eserlerdir. Yoksa eskimiş ve dökülmüş her eser, Tarihi eser sayılmamalı. Örneğin 50 yıllık ahşap işlemeli bir cami eğer çürümeye terkedilmişse Tarihi eser sayılmaz. Çürümüş halde 150 sene daha yaşasa yine Tarihi eser sayılmaz. Eğer bu eserin, onarılarak devamlılığı sağlanırsa, Tarihi bir eser olarak kabul edilebilir. Bir eserin tarihi eser sayılabilmesi için en az 500 ylıllık olmalı ya da 500 ve daha fazla yaşayacak şekilde korunmalı. Tarihi eserler gözler önüne Tarih sergilemeli ve geçmiş hakkında bilgi vererek, neden, niçin ve nasıl yapaldıkları konusunda insanları derin düşüncelere sevketmelidir.
Arslandere 3 Mahalleden oluşuyor ve eski adı Çukuliti’dir.

MARSİS KAÇKARLARI: Fındıklı’nın arkasına düşen Kaçkar Dağlarının en yüksek yeri, MARSİS TEPELERİ’dir. Bugün bu ad altında Bir de MÜZİK GRUBU bulunuyor. Beğeni ile izlenen Marsisler, Laz-Hemşin ve Yöre Müziği yapıyorlar. Zevkle izlenen bu Grup acaba neden MARSİS adını aldı? Öyle ise şimdi Marsis’in etimolojisi üzerinde biraz duralım. T. Tarihi Adlar Kitabı yazarı Bilge Umar, Marsis ve Marsyas’ın, Anadolunun LUWİ Dili kökenlerinden geldiğini söylüyor. Kelimenin aslının, akarsu ile ilgili olduğunu ve orijininin de MARSUVA olduğu düşüncesindedir. B. Umar, Kelimenin orijin açılımının, Ma-ars-uwa olduğu üzerinde duruyor. “MA”, Kibele Tanrıçasının Karadenizdeki adıdır. Böylece bu kelime; MA TANRIÇASI’NIN PINARLIĞI anlamına geliyor. Demek ki Kaçkar’ın bu bölümüne, 4000 yıl önce vurulan isim, buğün hala o eski canlılığını koruyor. 4000 sene önce Anadoluda (Hatti ÜLKESİ) Tabiatta bulunan her şey Kutsal olarak kabul ediliyordu. Böylece Kaçkar Dağları’nın’ın MARSİS TEPELERi, 4000 sene önceki adından gururlanarak, “Tarih bir bütündür, bu nedenle Kutsal antik isimleri koruyarak bundan gurur duyun” demek istiyor. Tabii ki bu sözden, bu Kutsal Coğrafyanın, doğallığının bozulmadan korunması gerektiği anlamı da çıkmaktadır. Aydın Vilayeti’nin Çine İlçesi ÇAYI’nın anlamı da bunun gibidir. Marsis Kaçkarlarının tam arka doğrultusu, Yusufeli İlçesi’nin Hevek Vadisinde bulunan BIÇAKÇILAR KÖYÜ istikametindedir. Marsis Dağı, yakınında bulunan Kaçkar Dağı gibi, 50 milyon yıl önce oluşan genç dağlar Ailesindendir. Bu konu, AYDER VADİSİ bölümünde, Kaçkar dağı ile yapılan röpörtajda, bilim gerçeklerine uygun olarak anlatılmaya çalışıldı.
MARSİS MÜZİK GRUBU’nu, böyle Pınarlı Kutsal Tepeleri kendilerine ad seçtikleri için canı gönülden kutlamak gerekiyor. Absu güzel bir antik isim olmasına karşın, Bölgeyi kucaklayan Dağından ötürü bu Irmağa, MARSİS IRMAĞI adı da yakıştırılabilir.

HEMŞİN, HORUM ve LAZ VADİLERİ BOYLARINDA
EKONOMİK DURUM:
1940 yılından sonra yani 2. Cihan Savaşı öncesinde Türkiyemiz’de ve yöremizde nispi bir kıtlık başlamıştı. Ekmek, karneye bağlı olarak alınıyordu. Zaten dar olanaklı yaşayan insanların, içine düştükleri durum çok kötüydü. O yıllara değin yörenin yüksek kesimlerinde mısır, bakla, kenevir ve sebzegiller ekimi yanında, odunculuk, kerestecilik ve hayvancılık (Yaylacılık) , bal ve bal mumculuğu da yapılıyordu. Ancak, yaylacılık ve hayvancılık işleri, diğer işlerin yanında, çok zor ve yorucu işlerdendi.

ÜRETİM VE YAYLACILIK: Yapılan tüm çalışmalar, ticari amaçtan oldukça uzak ve çok maliyetliydi. Bu maliyet, yıl boyu süren beden gücünden kaynaklanıyordu. Bu nedenle insanlar beden gücünü hiç hesaba katmadan, çok az olsa dahi, ürettikleri ürünü elde edip kendi üretimlerini gördüklerinde, mutlu oluyorlardı. Ancak üretilen ürünler kendi boğazlarına yetmediği halde onların bir bölümünü satmak durumunda kalıyorlardı. Mısır ekilen tarlalar, yöre insanının tek umuduydu. Mısırın iyi ürün verdiği zamanlar herkes mutluydu, ama iklim koşulları elvermediğinde ve ekin olgunlaşmadan önce esen kuvvetli bir rüzgârın etkisiyle meydana gelen yıkım felaketi, insanları çaresiz ve aç bırakıyordu.
Odunculuk ve kerestecilik de yapılan işler arasındaydı. Ancak bu işi büyük çapta yapan insan sayısı fazla değildi. Çayeli’nin Âşıklar deresinde Harsevos Köyünden Okumuş Ailesi ve özellikle Ali Okumuş, Şairler Deresinin Ğavra’sından Albayrak’lar ve özellikle Muzaffer Albayrak ve Ahmet Keresteci ile Ketenciler’den; İbrahim Ketenci, Hayrettin Ketenci ve Osman Ketenci de kerestecilik ticareti yaparlardı. Madenköy’lü Halil Kara ve Senoz Deresinden Turang Nuri Dayı da, bu işlerle uğraşırlardı. Büyükköy Deresinde bu işi yapan belli birkaç kişilerdi. Kereste ve odunlar çarşıya nakledilir ve büyük tüccarlara devredilerek ya toptan, ya da perekende olarak şehrin ihtiyaçları için satışa çıkarılırdı. Bu ürünler, her hafta kurulan bir günlük Pazar Yerinde o haftanın perekende satışlarıyla mallar paraya dönüştürülür ve haftalık ihtiyaçlar böylece sağlanmaya çalışılırdı. Çamlıhemşin, Hemşin, senoz, Fındıklının Piçhala ve Çağlayan Irmaklarının arka köylerinde ve daha çok Hemşinliler arasında, hayvancılık ön planda idi. Hayvancılık, halkın geçiminde en önemli katkılar sağlıyan bir alan idi. Buralarda ayrıca, balcılık da önem taşıyordu. Bal, yağ ve peynir satışlarından da, halkın geçimine biraz olsun katkı sağlayacak para elde edenlerin sayısı da çoktu.
Osmanlı döneminin en önemli ticareti; çimşir kerestesi, odun, tereyağı, peynir ve bal mumu satımlarıydı. Bu mallar toptan İstanbul’a ihraç ediliyordu. Son zamanlarda ise bunlara ilave olarak; Kızılağaç tomruğu ve kestane kerestesi ticareti de önem taşımaktaydı.
Sahil kesimi insanları daha çok; sebze, meyve ve bunların fidanlarını satarlardı. Pazar yerinde; Kabak, kabak çekirdeği, yumurta, yün çorap, sepet, iskemle, beşik gibi araçlar da, satışa hazır bekletilirdi. Köylerden sırtla taşınan küçük çapta keresteler, pazarın ayrı bir bölümünde sergilenirdi.
Kestane odunlarından kömür yapıp fırınlara satanlar da vardı. Bütün bu satılık mallar, kadınlar, erkekler ve katırlarla pazara nakledilirdi. Büyük çapta odunculuk yapanlar ise, yörelerindeki akarsulardan yararlanıyorlardı. Derelerin suyunun bollaşmasını beklerler ve odunları dereye atarak nakletmeye çalışırlardı. Büyük ve bol sulu Dereler zaten her zaman gür idi ve odunları su gücüyle nakillerinde oldukça büyük kolaylıklar sağlarlardı.
İşlerin tamamı; ahırla, hayvanlarla, yaylayla ve ormanla ilgiliydi. En fakirinin ahırında bile 3-4 inek mutlaka bulunurdu. Sahil kesimi insanları ise, bir ya da iki inekle yetinirlerdi. Sadece SÜT İNEKÇİLİĞİ yaparlardı. Fakir aileler boğa besleyemezlerdi. Çünkü onun bakımı masraflıydı. Boğalar sabana koşulacağı için çok iyi beslenmeliydiler. Köylerdeki bir, ya da iki çift öküz sahibi, tüm köylülerin koşum işini yapmak zorundaydı. Kışın hayvan bakımı çok zorlaşırdı. Çünkü yazdan iyi hazırlık yapamadıysanız kışın işiniz çok zorlaşır. Ağır kış aylarında erken biten hayvan yemi sorunu köy kadınlarının başını derde sokardı. 2, 3, 4 saatlik yollardan sarmaşık ve otluk (Kuru misir ekini) nakliyesi sırtta ve kar üstünde yapılırdı. Hayvan yemi olarak, kayalık sarmaşıkları tercih edilirdi.
Sarmaşık edinme yerleri; Çayeli’nin Sefalı Köylüleri için Kemer Kayalıkları ve Ceğalver dağıydı. Kış ortasında tükenen hayvan yiyeceği otluklar ise, dört saat mesafede olan Pazar’ın Apso Köyünden (Suçatı) getiriliyordu. Senoz bölgesi köylüleri ise kendi köylerinin olanaklarından yararlanıyorlardı. Çünkü bu köyler, kışlık hayvan yemi yönünden daha zengindi. Keçi beslenmesi yönünden genel olarak Hemşin dağları oldukça zengin potansiyele sahiptir. Şairler Vadisinde hayvan beslemek, Hemşin bölgesi kadar zor değildi. Bu Vadide yüksek köyler fazla hayvan beslerler ve diğer Hemşin Köylüleri gibi hayvanları besleme yönünden sıkıntı çekerlerdi. Bu vadide at ve katır, taşımacılıkta pek kullanılmadığı için kışın yapılan çalışmalar oldukça yorucu oluyordu.
Çayeli Âşıklar Vadisinde; yaylacılık ve odun taşımacılığında kullanılan katırı herkes besleyemezdi. Dağ kesimi köylerinde beslenen az sayıda katırlar, sahibiyle birlikte kiralanmak suretiyle yayla yüklerini yaylaya ve yayladan geriye taşırlardı. Bu durum, Rize, Pazar, Ardeşen, Fındıklı ve Hemşin İlçelerinde de aynı konumdaydı. Katır kullanmak yönünden, Âşıklar Köylüleri daha avantajlıydı. Senoz ve Çamlıhemşin bölgelerinde daha çok at kullanılırdı. Uzak taşımacılıkta at, pek kullanılmazdı. Çünkü at, katır kadar güçlü değildi.
Sığırlarla ve yükleriyle birlikte yaylaya ulaşmak isteyen insanlar, geceleri belli yerlerde konaklayarak, iki ya da üç gün yol yürümek zorundaydılar. Yaylacılığın ne kadar zor ve masraflı olduğunu, yaylaya gidenler çok iyi bilmektedirler. Yayla kuramayan fakirler, hayvanlarını yayla zamanlarında yayla kuranlara teslim ederek yayla nimetlerinden yararlanmaya çalışırlardı. Yaylaya giden verimsiz hayvanların sütü, daha da artar ve kaliteleşirdi. Yüksek Laz ve Hemşin köylerinin uğraş alanları ve yaylacılıkları, birbirinin aynısıydı.
Hayvanlarını yaylaya yollayan insanlar, yaz aylarında açlık çekecek duruma düşerlerdi. Aama, iki üç ay buna katlanmak ve yayla semerelerine kavuşma umuduyla beklemek, buna değerdi. Yörede hamsi ve balık da önemli bir beslenme kaynağıdır. Ancak hamsi daha çok kış aylarına yakın zamanlarda çıktığı için, yaz aylarına pek faydası olmazdı. Kışın yapılmış hamsi salamuraları, çoğu kez yaz aylarında biterdi. Vadilerin yukarı kesimi insanları, balıkçılık yapmasalar bile, hamsi mevsiminde haftada en az bir kere taze hamsi yiyebiliyorlardı. Üst kesim insanları için balık, pahalı olması nedeniyle her zaman yenilen bir besin maddesi değildi. Aslında balık ve hamsi, onlar için birinci sırada bir beslenme maddesi değil. Asıl beslenmeleri, tereyağı, sütten yapılan peynir ve diğer süt maddelerine dayanıyordu. Sahil kesimi insanları geçimlerini biraz daha kolay sağlıyorlardı ve kendilerini üst kesim insanlarına göre biraz daha şanslı görüyorlardı. Ulaşımı kolay ve denizi yanı başında olan sahilde hiç mal kıtlığı çekilmezdi. Hatta Çayeli’de, Aşağıda ve yukarıda yaşayan insanlar, bu yönde birbirlerine gönderme de yaparlar ve birbirleri için şöyle söylerlerdi: “Hamsi Yiyenler”, “Çürük Peynir Yiyenler”… Çayeli Senoz Köylüleri için de; “Turşucular” denilirdi. Eleştirisel olsa dahi bu konularda dostane bir tazda birbirlerine, kırıcı olmamak koşuluyla düğünlerde, “Karşıberi” türküler söylerlerdi.
Gerçekten de eski yıllarda Paranın alış gücünü umursamazlık nedeniyle insanlar kendilerini “Fakir” olarak hiç kabul etmezlerdi. Üst kesim insanları ise kendilerini; yağ, peynir, süt ve bal yönüyle güçlü görüyorlardı. Dar olanaklar içinde bile insanlar; kendilerini kesinlikle fakir olarak kabul etmezlerdi. Hatta zaman, zaman bu yönden fakirliği kendilerinden uzaklaştırıcı veciz sözler de söylerlerdi: “Fakir olan şeytandır”, “Allaha şükür, her şeyimiz var” gibi sözler…

YİYECEKLER: Yeme içme işleri, üretilen mallarla sınırlıydı. Lahana çorbası, turşu ve turşu kavurması, taze fasulye çorbası (Yemeği), muğlama, ğoşmeri, kayğana, ayran-yoğurt, papa, turşu çorbası, ayran çorbası, ısırgan (Eğinç) çorbası, yağda hamsili sebze kızartması, Termoni, Hamsili ekmek, Erişte, Makarna başlıca yemekleriydi. Genel olarak kuşlukta, peynir-minci-yumurta-ayran yoğurt gibi hafif yiyecekler yenilirdi. Ekmek olarak da, mısır ekmeği ve bunun değişik türevleri olan pelit ( Bazlama) ve Ekmek karşılaması (Pelekide) yapılırdı. Ekmek karşılaması, ateşe karşı, ateşin önünde diklenen peleki içinde çabucak kızartılıp pişirilebilirdi. Peleki. Taştan oyulmuş bir araçtı. Buğdaydan yapılmış fırın ekmeği, çok sınırlı olarak çarşıya gidildiği zaman yenilirdi. Mahalli ifadeyle, “Boğda Ekmeği” yemek herkesin kârı değildi. İnsanlar çarşıdan fazla alış veriş etmezlerdi. Köyde yetişmeyen ve lüzumlu olan zaruri ihtiyaç maddeleri ya da geç yetiştirdikleri sebze ve meyveyi almayı tercih ederlerdi. Ama daha çok kendi yetiştirdikleri sebze ve meyvelerden yararlanmayı benimsiyerek, fazla masrafa girmek istemezlerdi. Baklavalar, sadece düğün ve bayramlarda yapılabilirdi. Ekmek tatlısı, lokma, herişte ve sütlü (Sütlaç) da, yapılan yiyecekler arasındaydı. Mısır unuyla buğdau unu karışımından yapılan baklavalar, sert ve kötü bir tatlı türü olmasına karşın, sadece düğünlerde ve RamazanAyında görülen türlerdendi.

GURBETÇİLİK: Gurbetçilik, aileyi geçindirebilmek için başvurulan bir yoldu. Gurbetçiler; Bolu Kastamonu, Samsun, İstanbul, Bursa ve Zonguldak gibi şehirlere gider, fırıncılık, garsonluk, ustacılık yaparak ya da Kol Hızarıyla tomruk biçerek ve kaptanlık-miçoluk yaparak hayatlarını kazanırlardı. Öte yandan 1800’ lü yıllarda, başlayan Rusya gurbetçiliği; yörenin ekonomik ve kültürü üstünde çok olumlu etkiler yaratmıştır. Sadece Çayeli, Hemşin ve Çamlıhemşin bölgelerinden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine gayri resmi rakamlara göre binden fazla işçi gitmiştir. Gurbetçilik bazen yıllarca sürüp giderdi. Geride kalan yeni gelinler kocalarını bekler, çocuklarını bakıp beslerler ve ağır köy işleriyle uğraşıp cebelleşirlerdi. Gurbete çıkan işçiler arasında, oralarda evlenerek yerleşenler bile vardı.

USTALIK VE BECERİLER: Ahşap ve taş ustaları ise, kendi köylerinde ve komşu köylerde ücretle taş ya da ahşap evler inşa ederlerdi. Taş ustalığı genelde her yöre insanları arasında bulunabilirdi. Ama taş ustalığı biraz daha beceri ve ehliyete dayalı bir işti. Halk kendir üretir, liflerinden tel, ip ve halat yapardı. Kestiği, ya da satın aldığı hayvan derilerinden “ Çarık” yapar giyerdi. Kalaycılar zaman, zaman köyleri dolaşarak kararmış kapları kalaylarlardı. Bir köyde konaklayan kalaycı, tezgâh ve körüğünü yerleştirerek 3-5 gün kalır ve işi bitince başka bir köy merkezine giderdi. Bu mesleği yapanlar, sahil kesimi insanlarıydı. Büyüköy taraflarında da önemli kalaycılar vardı.
Taka ve kayık ustalığı da sahil kesimi insanlarının işiydi. Bunlar için gerekli bütün eğri ağaçlar, Köy Merasından sağlanırdı. Denize yakın yerlerde meyvecilik çok gelişmişti. Ticari hayatın canlı oluşu, bu insanların geçimini daha da kolaylaştırmıştı. Deniz ticaretinden de çok yararlanıyorlardı. Bu nedenle kalkınmaları daha erken olmuştur ve fazla geçinme zorluğu yaşamamışlardır.

ÇAY TARIMI:
İlk çay ekimi denemesi, 1878 yılında Japonya’dan getirilen tohumların, Bursa’da ekimiyle başladı. Ancak bu deneme başarısızlıkla sonuçlandı. Bu nedenle Rize’de ciddi çay araştırmaları,1924 yılında çıkarılan 207 sayılı Çay Kanununa göre kurulan Rize Çay Araştırma Enstitüsü ile başlatılmıştır. İlk önce Rize, ordu ve Giresun’da deneme yapılmış. Ordu ve Giresun’da yapılan çay ekimi denemeleri başarısızlıkla sonuçlanınca, ekime Rize’de devam edilme kararı alınmış. Amaç, halkı fakirlikten kurtarmaktı. Çünkü Rize halkı, Doğu Karadeniz’in fakir insanlarındandı.
Hemşin’in genelinde ve Çayeli’nde 1940 yılına değin, yukarda sayılan faaliyetler yanında, alternatif bir faaliyet yoktu. Ancak 1940 yılına kadar yapılan çay üretimi çalışmalarından sonra ilk çay ürünü, o yıl alınmaya başlandı. Rize Uzunkaya köyü ile Gündoğdu’da kurulan ilk çay atölyelerinden sonra 1942 yılında Çayeli’nin Murçiva Mahallesi’nin Âşıklar Köyü yolunun ağzında, Kasasbaya elektrik sağlayan dinamonun (Jeneratör) yanında bir Çay Atölyesi kuruldu. Dinamo, Çayeli için çok yetersiz elektrik üretiyordu. Kasabayı, ancak gaz lambası gibi aydınlatabiliyordu.
Sahil kesimlerimizin tümündeki insanlar, 1942 yılından sonra Çay üretimlerini artırmaya başladılar. Bu tarihte yüksek köyler henüz daha uyanamamışlardı. Vadilerimizin denize bakan ve sahile yakın insanları; ticareti daha iyi biliyor ve alternatif çay üretiminin, gelecekte onlara para sağlayacağını biliyorlardı.
.

KADIN ERKEK MÜCADELESİ
Yüksek köy kesimlerinde çay üretimi, ancak 1950 yılından sonra ağır, ağır başlıyordu. Bu konuyu daha çok Köy Eğitmenleri halka anlatıyorlar ve yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı. Yanıkdağlı Yusuf Çavuş ve Rüstem Dayının çabaları da övgüye değerdi. Köy erkekleri çaba göstermiş olsalar bile, önlerindeki en büyük engel evin yaşlı kadınlarıydı. Onlar, mısır ekini tarlalarına kıyamıyorlar ve Çay dikilmesini istemiyorlardı. Mısır ekimine hazır ekin tarlalarında ekilecek çay, 4-5 yıl sonra tam kapasite ile çay vermeye başlayacaktı. Bu nedenle kadınlar, mısır tarlalarını ellerinden kaçırmak istemiyorlardı. Çünkü çay, yenilir bir madde değildi. Ama uygun olmayan dik yerlerde çay ekim alanları açmak ve toprağı semirterek çay ektikten sonra tam kapasite ürün alabilmek, en azından 8-9 yılı bulacaktı. Bunu başarmak için de ayrıca bir paraya gereksinim duyulacaktı. Bu nedenle erkekler biran önce mısır ekini tarlalarına çay fidesi dikmek istiyorlardı. Bu kadın- erkek kavgasında yine kadınlar üstün geldi ve erkekler, uzun yoldan çay ziraatına geçme yolunu seçmek zorunda kaldılar. Bu direniş, yüksek köy ailelerini bazı köylerde 10, bazı köylerde ise, 15-20 yıl bu alternatif çay ekimine geçme işini geciktirmiştir. Üretilen çaylar sırtlanılarak 1-1/5 saat mesafede olan Çay Alım Evlerine naklediliyordu. Hemşin ve Çamlıhemşin köylerinde ancak 50 yıl sonra az miktarda çay ziraatına geçilebilindi. Çayeli Senoz bölgesi nispeten bu yerlere göre daha erken çay ekimine geçtiği söylenebilir.
1950 yılından sonra bütün sahillerimizde olduğu gibi Çayeli Vadilerinin yolları da, kademe, kademe yapılmaya başlandı. Senoz Deresi yolu yokken insanlar 4 saat yol teperek Çayeli’ne inebiliyorlardı. Senoz Vadisi Irmağı, geçit vermez bir yapıdaydı. Sahile geçit vermez durumu nedeniyle EKSANOZ adı altında, 1530 yılı Osmanlı tahrir defteri kayıtlarında, Hemşin Kazasına bağlı üç nahiyeden biri idi. Bu nedenlerle, Denizci Kaptan Paşa’nın nüfus cüzdanında, doğum yeri “Hemşin” kaydı bulunmaktaydı. Kaptan Paşa Osmanlı sarayına sonradan girmiş ve Padışahın güvenini kazandığı ve zeki olduğu için Enderun’a alınarak yetiştirilmiştir.
Bu coğrafyada yaşayan insanların üretim ilişkilerini hemen değiştirmek ve yeni alternatif üretimlere geçmek olanaklı değildir. Dağ kesimlerine ulaşım sağlandıktan sonra ancak böyle üretimler sağlanabilecekti. Ancak ulaşım olanakları sağlandıktan sonra halkın sahil bağlantısı artıyor ve halk yeni gelişmelerden haberdar oluyordu. Çaydan para kazanmaya başladıktan sonra herkes, sahil kesiminde çaydan kazanılan paralarla ilgili öyküler anlatmaya başlamıştı. Gelişen olaylar ve yörenin yola, suya, elektriğe kavuşmasından sonra artık “Çay Üretimi” artarak gelişmeye başlıyordu.

ÇAY FABRİKALARI
Makineleri İngiltere’den getirilen çay fabrikası, Rize Fener Mahallesinde beş sene gecikme ile1947 yılında kurulabildi. Rizede ilk büyük Fabrika, Çay tohumunu Rize’ye getiren ZİHNİ DERİN adına yapılan bu fabrikadır. 1940 yılında tüm Rize’de çay ekim alanı 1000 hektardı ve o yıl sadece bir ton yaş çay alınmıştı. Daha sonra yapılan Çayeli, Gündoğdu ve diğer çay fabrikalarıyla birlikte üretim de arttı.1991 yılına gelindiğinde, Bütün İlçelerde yapılan Çay Fabrikalarına, 682000 ton yaş çaydan 136000 ton kuru çay elde edilmeye başlandı. Bugün 200000 ton civarında yıllık kuru çay üretilmektedir.

BAYINDIRLIK:
Çayeli’nin Âşıklar Vadisi,1950 yılında araba yolundan yoksundu. Hatta yaya yolları da düzgün değildi Zeğalluk ve Zeleng arasında bugünkü araba yolu güzergâhında yaya yolu bile yoktu. Aradaki kanyon ve dev kayalar, yaya yolu geçidini engelliyordu. Zeleng’in yukarısında kalan insanlar, doğuya doğru tırmanarak Şişmanlı Mahallesinin altından ve Kaşıkçı-Taşlık mahallesinden geçip, tepe üstünden aşağı yöneliyorlar ve dik bir yoldan Aşlamalık bölgesine iniyorlardı. Aşlamalık, bugünkü Kaşıkçı yol ayrımı yöresidir. 1930’ lu yıllarda Harsevos’lu Nuri Bey; halkı toplayarak seferber etmiş; demir, murç, varya (Tokmak) ve dinamit yardımıyla Zeğalluk ve Zeleng arasında yaya yolu yapmaya çalışmıştır. Nuri Bey, İstanbul Alay Müftülüğünden emekli olmuş bir zattı:
“Bir gün ola bu kayalar para edecek” dermiş. Böylece bu kayalıklardan açılan yaya yol, insanları uçurumlara tırmanarak çarşıya inme zahmetinden kurtarmıştır. 1930’ larda açılan bu yol, bayındırlık açısından büyük bir gelişmenin ilk başlangıcıydı. Halkın bu cesur, ama bir o kadar da örnek gayretleri yanında ne yazık ki,1950 yılına kadar bu yol şoseye dönüştürülemedi. Ancak1950 1951 1952 ve1953 yıllarında kademeli olarak Mollahasan’a, Çatak’a, Âşıklar ve Sefalı Köyüne kadar yapılarak, Erenler Köyüne doğru devam ettirildi. Senoz Deresi yolu da ancak 1950’li yıllarda yaptırıldı. Genişletilip asfatlanması ise çok daha geç yıllarda yapılabildi.
Yollar yapılınca da okullar yapılmaya başlanabildi. Daha sonraki yıllarda da, mahalle ve kol yolları tamamen bitirildi. Şimdi hemen, hemen her evin kapısına kadar yol gitmektedir. Vadi Yolu ile birlikte eski ahşap evler, yerlerini sağlıksız betonarme binalara devretti.
Son yıllarda Çayeli- Hemşin yolu Karayolları kapsamına alınarak Vadi Yolu genişletme ve asfaltlama işlerine başlanmış bulunuyor. Bu asfalt bağlantı tamamen sağlandıktan sonra, ilerde yapılacak Melyat Vadisi asfaltı ile kesişecek ve Hemşin’den Hemşin yaylalarına kadar uzanacaktır. İlerde bu yol güzergâhı çevresinde Turizmin çok gelişeceği düşünülmektedir.

EĞİTİM ve ÖĞRETİM:
Yörenin Cumhuriyetten önceki Eğitim Kurumları, Resmi Medreseler ve her camide verilmeye çalışılan “Din Dersleri” biçimindedir. Bu Eğitim Kurumları ta Anadolu Selçuklu Devleti döneminden bu yana kurula gelmiştir. Selçuklu Döneminde sayıları 80 olan Medreseler, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde 138 e ulaşmış…1800 yılından itibaren, her büyük caminin yanında bir Medrese kurularak şeriat Eğitimi genişletilmiştir.
Medreseler, din dersleri ve şeriat hükümlerinin okutulduğu Eğitim Kurumlarıdır. Burada okuyan öğrenciler aynı zamanda, Medrese içindeki vakıf odalarında barınabiliyorlardı… Bölgede kurulan ilk Medreseler; “DAHİL”adı altında öğretim görürlerdi. Bu Eğitim, belli bir süreye tabi değildi. Sınıf geçme durumu yoktu. DERS GEÇME durumu esas alınırdı. Yani, ne zaman dersi geçer iseniz, yeni dersi o zaman alabilirdiniz. Eğitimde süre yoktur. Yüksek öğretim seviyesinde öğretim yapan Medreselerin “HARİÇ” kısımları iki bölümlüydü. Yüksek kısmına ise “SAHN” deniliyordu.
Medrese öğretimi ilk defa mescitlerde Cuma namazından sonra okutulan dini derslerle başlamıştır. Daha sonra, yapılan yurt ve hanlarla birleştirilerek, tek çatı altında toplanmıştı. Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında Medreseler daha da geliştirilip kademeleştirildiler.
Çaybaşı (Çayeli) yöresindeki Medreselerin, 1850 yılından sonra kuruldukları biliniyor. Medreselerin ilk kurulduğu yer, Çaybaşı -Büyükdere Vadisiydi (Eksanoz). Uzundere’de, Yenice’de (Parağol), Çayeli Eski camii içinde ve Latum’da (Madenköy) medrese bulunuyordu. Cumhuriyet yıllarına yakın zamanda Buzlupınar’da da açılmasına karşın, ömrü kısa sürmüştür.
Âşıklar Deresi Vadisindeki tek Medrese Âşıklar Köyünde kurulmuştu. İstanbul Fatih Medresesinde okuyan Peraston’lu Feyzi Hoca, Parağol Medresesinde (Yenice) ders veriyordu. Cigurli Hoca ise, Selçuklu döneminde kurulmuş olan Konya Medreselerinde ders veriyordu. Cigurli Hoca, Âşıklar Köyünden Melik Hoca’nın (Okumuş) Konya’da okumasına önayak olmuştur. Emekli olunca Çukurluhoca’ya dönmüş ve Âşıklar Medresesinde 3-4 yıl Hocalık yapmıştır. Melik hoca, okulunu Konya’da tamamladıktan sonra köye dönünce, Cigurli Hoca oradan ayrılarak kendi Köyündeki Medresesine dönmüştür. Artık Âşıklar Köyü’nde Melik hoca ders vermektedir.
Cumhuriyet’ten sonra:
Medreseler 3.Mart.1924 yılında yürürlüğe konan Tevhidi Tedrisat Kanunu ile kaldırıldı. Yani Türkiye’deki bütün Eğitim, öğretim ve bilim kurumları laikleştirilip Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. 5 yıllık okullar, 22 /Mart/1926 yılında yürürlüğe konan Maarif Teşkilatı Yasası ile açılmaya başlandı. O yıl yapılan okullarla, Osmanlı dönemindeki okul sayısı ikiye katlanarak 4770’e; öğretmen sayısı ise üçe katlanarak 9062 ye ulaştırıldı. Hemen o yıl, Denizli ve Kayseri’de iki Köy Öğretmen Okulu açıldı. Ancak bu okullar iyi sonuç alınamaması nedeniyle 1932 yılında kapatıldı. Daha sonraları, büyük Kentlerde, Yüksek Okullar, Liseler ve İlkokullar yaygınlaştırıldı. Bölgemizde 1926 yılında ilk 5 yıllık okul Uzundere’ye, ikincisi ise 1927 yılında Çayeli Merkezde yapıldı ve beş yıllık İlkokulların önü açılmış oldu.

KÖY ENSTİTÜLERİ: Az nüfuslu köylerde eğitim -Öğretimin başlatılabilmesi için Türkiye’de ilk ciddi hamle, 1936 yılında Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan zamanında başlatıldı. Saffet Arıkan, Köy Enstitülerini hizmete sokulmasının yüz (100) yıl alacağını söylüyordu. Bu konuya yine büyük Atatürk son noktayı koyuyordu ve “ Köylerden genç insanları askere alıyoruz, onlara okuma yazma ve teknik bilgiler kazandırıyoruz, sonra da bunlar, en teknik silahları ustaca kullanabilecek duruma geliyorlar. Daha sonra bu geçleri köylerine yolluyoruz. Onları köyden alıp, köyde öğretmenlik için gerekli bilgilerle donatalım ve kısa bir süre sonra da köye öğretmen olarak yollayalım. Ardından yeni girişimler gelir” diyordu.
Atatürk’ün bu kesin tavrından sonra Eskişehir Çifteler’de, alltı (6) ay süreli Eğitmen Kursu açıldı. İlk aşamada bu Kursa 84 köylü genç alındı. 6 ay sonra kursiyerler, Ankara’nın köy okullarında stajyer olarak yetiştirildiler. Daha sonra bu stajyerler, 1937 yılının yaz ayında dört (4) aylık yeni bir kursa tabi tutularak, kendi köylerinde görevlendirildiler. Bu ilk deneme çok başarılı sonuç verince, sorunu temelden çözmek için radikal çözümler üretildi.1937 yılında Köy Eğitmenler Yasası yürürlüğe konuldu. Hemen o yıl Eskişehir Çifteler’de ve İzmir Kızılçulluk’ta birer Köy Öğretmen Okulu açıldı.1938 de Edirne Kepirtepe ve1939 da da Kastamonu Gölköy okulları yapılarak ÖĞRETMEN OKULU sayıları dörde çıkarıldı. Bu okullar sonradan Enstitüye çevrilerek Köy Enstitü sayısı yirmi bire (21) ulaştırıldı.
1.Kasım.1937 yılında Celal Bayar Başbakan olmuştu. Bundan sonra Ülkemiz’in bazı önemli merkezlerinde Eğitmen Kursları açılmaya devam edildi. Trabzon’da ilk çalışma Beşikdüzü’nde yapıldı. Dokuz (9) ay sürecek Eğitmen Kursunda eğitime başlandı. Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda askerliğini Çavuş ve Onbaşı olarak yapmış insanları bu kursa çağırdılar. Ne yazık ki kasım ayında da Ulu Önderimi gözlerini hayata kapatıyordu!

1938-1939 yılında Çayeli’nden Beşikdüzü Eğitmen Kursuna çağrılan kişiler şunlardı:

1-Kemal Arıcı. Çayeli’nin Sefâlı Köyünden.
2-Seyfettin Hüsrev, Çayeli’nin “Çilingir” Köyünden.
3-Nuri Çataklı. Çayeli’nin Çataklıhoca Mahallesinden
4-Ahmet Yazıcı Sokur). Çayeli’nin Âşıklar Köyünden.
5-Mehmet Kâhya. Çayeli’nin Çataklıhoca Mahallesinden
6-İlyas sarı. Çayeli’nin Çataklıhoca Mahallesinden.
7-D.Ali Kaşıkçı. Çayeli’nin Yalı Mahallesinden
8-Hasan Hüsnü Şahin. Çayeli’nin Çukurluhoca (Adomiç) Mahallesinden.
9-İsmail Boncukçu. Çayeli’nin Seslidere köyünden.
10-İhsan Tolon. Çayeli’nin Gürpınar (Babik) Köyünden.
11-Mehmet Taşçı. Çayeli’nin Çukurluhoca (Adomiç) Köyünden.
12-Mehmet Şahin. Çayeli’nin Çukurlrhoca (Adomiç) Köyünden.
13-İsmail Kalyoncu. Çayeli’nin Uzundere Köyünden.
14-Mehmet Esmer. Çayeli’nin İncesırt Köyünden.
15-Celal Yazıcı. Çayeli’nin Madenköy Mahallesinden.
16-Paşalı Çorapçı. Çayeli’nin Haremtepe Köyünden.
17-Recebali İncekaya. Çayeli’nin Güzeltepe Köyünden.
18-Mehmet Kar. Çayeli’nin Ketenli Köyünden
19- Mehmet Yavuz. Çayeli’nin Demirhisar Köyünden.
20- Mehmet Morgül. Çayeli’nin Armutlu Köyünden

Mehmet Kâhya ve Celal Yazıcı, ikinci dönem yani1939 yılında, Beşikdüzü “Eğitmen Kursu” na alındılar. Kursta Eğitmenleri yetiştiren öğretmenler, daha sonra Gezici Başöğretmen olarak, köylerde görev yapan Eğitmenleri denetlemeye başladılar.
Kurslarını başarı ile bitiren yirmi (20) Eğitmen; 1938-1839 ve 1939-1940 Eğitim-Öğretim yıllarında kendi köy ve mahallelerinde göreve başladılar. Bütün okul hazırlıklarını Eğitmenler yapıyor ve dershanelerini hazırlayarak eğitime başlıyorlardı. Kendi yasalarına göre Eğitmenler bulundukları yerlerin önderleriydi. Onlara böyle bir görev verilmişti. Köyün kalkınması ve tarımında halka kılavuzluk edeceklerdi. Dershanelerin düzenlenmesi, bakımı, onarımı, temizliği ve ısıtılması onların sorumluluğundaydı.
Eğitmenler, üçüncü sınıfa kadar okuturlar ve tekrar birinci sınıfa dönüp baştan başlarlardı. Çünkü köylerde ne Devletin yaptığı okul, ne de Öğretmen bulunuyordu. Bu nedenle, okula başlayan öğrencilerin yaşı daima büyük olurdu. Eğitmenler, okulun hem yönetmeni, hem de öğretmeniydi. Ellerindeki Kılavuz Kitabı onların rehberiydi. Klavuza uyularak sınıfta ders verirlerdi. Eğitmen Kursları devam ederken, Atatürk’ün ölümü ile İsmet Paşa Reisicumhur olmuştu.1940 yılında Köy Enstitüleri Kanunu çıkarıldı ve 20 tane Köy Enstitüsü kurmak üzere, öğretmen kökenli İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’a (Tonguç Baba) bu görev verildi. Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsünün Yüksek Bölümü, Milli Eğitim Bakanı H. Ali Yücel tarafından 1942 yılında açıldı. 1946 yılında ise bu bölüm sözde yoğun baskılar nedeniyle kapatıldı. Bu sırada İsmet Paşa Reisicumhur, Celal Bayar ise Başbakandı. 1946 yılı seçim yılı olduğu için bu kapatmanın siyasi amaçla olduğu anlaşılmaktadır.
1947 yılına kadar Eğitmen Kursları ve Köy Enstitülerinden: 5447 Köy Öğretmeni, 8756 köy Eğitmeni, 541 Sağlık Memuru yetiştirildi. Selahattin Arıcı, M. Atıf Çataklı, Şerif Kar ve Mehmet Çataklı, Âşıklar Vadisinden ve Ketenli Köyünden yetişen ilk Köy Enstitüsü mezunu Sağlık Memurlarıydılar.
Üçüncü sınıfa kadar Eğitmenler tarafından köylerde okutulan öğrencilerden okumak isteyenler, 4. ve 5. sınıflara devam edemiyorlardı. Çünkü kasaba ve bazı köylerdeki az sayıda İlkokullar, kendi köylerine çok uzaklardaydı. Köy Enstitüleri bu açığı kapatmak için köylerde İlkokullar yapılacak ve her köy çocuğu kolaylıkla kendi köyünde okuyabilecekti. Bu amaçla Köy Enstitülerinde İlkokuldan sonra 5 sene daha Eğitime tabi tutulan öğrenciler, artık 1948 yılından sonra Köy ve şehir İlkokullarına atanmaya başlandı. Bu tarihe kadar Eğitmenlerden 3. sınıfa kadar okuyan öğrenciler, 1927-1928 yılında Eğitime başlayan 5 yuıllık Çayeli İlkokuluna; Kaptanpaşa Vadisinde okuyanlar ise, 1926 yılında Uzundere’de yaptırılan beş (5) yıllık İlkokula gitmek zorundaydılar.
Ama Köy Enstitülerinde okuyabilmenin en önemli şartı, köy çocuğu olmak ya da Köy İlkokullarından bitirme diploması almaktı. Eğitmenlerden eğitim görerek 3. sınıfı bitirenler de, Köy Enstitülerine alınıyor ancak bunlar yedi (7) yıl Eğitim yaptıktan sonra öğretmen olabiliyorlardı. Yoksa beş yıllık İlkokuldan sonra Enstitülerdeki Eğitim süresi de beş (5) yl olmak üzere toplam on yıldı…
Âşıklar İlkokulu 1948-1949 yılında eğitime başladı. Âşıklar Vadisi üst kesimi ve Erenler bölgesi çocukları, fakir oluşları, araba yolunun bulunmaması ve Çayeli’nin uzak olması nedeniyle, Âşıklar Köyü İlkokuluna gitmek zorundaydılar. Böylece köy çocukları, Çayeli’ne inmek ve okumak durumundan kurtulmuş oldular. Ancak bu okul da çevredeki köylere uzak sayılırdı. Şairler Vadisi çocukları Çayeli İlkokuluna gitmek durumundaydılar.
Trabzon – Beşikdüzü Köy Eğitim Enstitüsünde okuyan ve öğretmenlik mesleğini elde eden ilk öğretmen, Âşıklar Köyünden Şemsettin Yağcı’dır. Âşıklar köyünde 1948 yılında göreve başladı. Bundan 6 yıl sonra yani 1952 yılında öğretmen atamaları hızlandı.1952 yılında Yanıkdağ, Sefalı ve Erenler Köyü İlkokulları Eğitime başlamıştı.1951 yılında, Mustafa Kaşıkçı Beşikdüzü Köy Enstitüsünden mezun olarak Âşıklar İlkokuluna atandı.1952 yılında ise Faik Şişman, Yanıkdağ Köyü İlkokulunda, 1952 yılında Saim Aksu, Sefalı Köyü İlkokulunda, Niyazi Şişman 1952 yılında, Erenler Köyü İlkokulunda öğretmenliğe başladılar. 1954 yılında Çataklıhoca İlkokulu devreye girdi. Okula tayin edilen ilk öğretmen, daha önce Âşıklar İlkokulunda öğretmen olan Mustafa Kaşıkçı idi. O yıllarda başka yerde Öğretmen olan Mehmet Yağcı da Âşıklar Köyündendir.
5 Yıllık İlkokullar Eğitime başladıktan sonra, Köy Eğitmenleri de bu yeni okullarda Eğitmenliklerine devam ettiler. Daha çok 3. sınıfa kadar yine Eğitmenler okutuyor, ondan sonra gelen 4. ve 5. sınıfları ise, Köy Enstitülerinden gelen öğretmenler okutuyorlardı. 1950 yılından sonra ise İlkokullar çok yaygınlaştı. Hemen, hemen her köye bir okul yapılmaya çalışıldı. 1946 yılından sonra Köy Enstitüleri yavaş, yavaş Öğretmen Okulu statüsüne dönüştürüldü… 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti ise, tüm Köy Enstitülerini önce, kızlı- erkekli sınıflara böldü. Daha sonra da kız ve erkeklerin okullarını tamamen ayırdı. Ama bununla da yetinilmeyerek bir yıl sonra da yani 1953 yılında tamamını kapatarak bu büyük Eğitim hamlesine son verildi. Ancak daha değişik yapıda İlkokullar ve Öğretmen Okulları açılarak, yeni Eğitim hamleleri başlatıldı.

GENEL KANI VE TURİZM:
Görülüyor ki, çevremizde tarih, kültür ve doğa hazinelerimiz çok zengindir. Oyunları, ahşap evleri, Konakları, Taşköprüleri, Camileri, Kale ve antik değerleri, yemekleri, kılık kıyafetleri, hareketli, sevecen ve heyecanlı oluşları, turizmi yöreye çekebilecek güçte olduğunu açıkça gösrermektedir. Bilinen antik tarihli bu kültür birikimi, alt yapı hizmetleri ile birleştirilince, bölgenin bir turizm cenneti olacağı muhakkaktır. Karadeniz sahil yolundan sonra hemen ara yolları ve Dere Yolları da tamamlanmalıdır. Son yıllarda hızlanan barınma ve beslenme tesisleri daha da çoğaltlarak ve maliyeti yüksek yatırımlara girilmeden, bunlara yenileri eklenmelidir.
Çayeli’miz, Rize’miz ve tüm sahil kasabalarımız; uzaktan havasını solumaya çalıştığımız bir açık hava müzesi gibidir. Açık Hava Müzesi olma konumunda bulunması; doğanın ona bahşettiği güzelliklerden kaynaklanıyor. M.S 1080 yılına kadar süren Doğu Roma İmparatorluğunun ve daha sonra tarih sahnesine çıkan Türklerin bıraktıkları kaleler, köprüler, yüksek ormanlar içinde saklı olan 2000 yıllık bakır işletme ocakları ile Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan camiler yönünden de çok anlamlı bazı tarihi zenginlikler bulunmaktadır. Bu bilinenlerin yanında, yeni öğrenilmeye başlanılan antik bakır ocakları kalıntıları çok ilginçtir: Çat Düzünden sakız çekmek için ulu çam ormanları içine dalanlar, bu maden ocaklarıyla sık, sık karşılaşırlar. Günumüz insanlari, Orman içindeki maden içerikli Granit taşların kesilip hemen önündeki küçük tuğlalı ocaklarda eritildiğini düşünmemiş ve bilememiş olabilirler. Çünkü ocağın hemen önünde küçük tümseklerin altında cüruf yığınlarını görememişlerdir. Cüruf, ocakta eritilen madenlerin, demir-bakır artıklarıdır. Anadolu’muzun antik adı Gümüş Ülkesi’dir ve Batılılar buna (K) HATTU diyorlardı. O yıllarda Karadeniz’de, altın, gümüş ve bakır işletmeciliği ilerlemiş bir sanat kolu idi. Bu sanatı icra edenler de, 4000 sene önce oralarda yaşayan yöre halkı idi. Miladi yıllarda ise, Bakır ve Demir İşletmeciliği başlamıştı. Böylesine derin bir tarih ve kültürü, turizmle birleştirecek olanlar, yine oralarda yaşayan insanlar olmalıdır. Yöre Halkımız acaba, bir tarih ve kültür deryası içinde yüzdüğünün farkında mıdırlar?
Turizm açısından ılıca ve kaplıcalarımız çoğaltılmalı ve yeterli hale getirilmelidir. Sondaj vurulursa, her vadide ılıca suyu bulunacağı muhakkaktır. Böylesine gizli kalmış bu tarihi süreci, gündeme çıkarmak için bir proje uygulamak ve turistin hizmetine sunmak gerekiyor. Çayeli Kuspa’sında, Kumika’nın hemen tepesinden denize akan su, adını yukarıdaki kutsal Kaplıca suyundan aldığını ve anlamının “ Tanrıça Suyu İskelesi” olduğunu biliyor muyduuz? İşte bütün bu tarihi gerçekleri öğrenerek ve bilerek, böylesine zengin antik tarihimizi hangi amaçlarla kullanabiliriz. Bu konularda araştırma ve çalışma yaparken bölgenin tarihini ve kültürünü birlikte ele alarak, çağlayan, yayla, tesis, köprü, cami, ılıca, kaplıca, antik yollar, antik adlar, maden ocakları, dağları, köyleri, yaylaları ve gölleriyle birlikte haritası çıkarılarak, broşür ve kitapçıklar hazırlanmalı ve turizmin emrine sunulmalıdır.
Yöre halkına da bu arada çok görevler düşmektedir: Doğamızı ve sularımızı kirletmeyelim. Doğanın da tıpkı insanlar gibi bir ömrü vardır. Doğa, Allah’ın bir görüntüsüdür. Öyle ise ben diyorum ki; Allah’ını seven herkes eğer Allah’ına saygılı olmak istiyorsa, o Allah armağanı olan varlığı korusun.! Oraya gelecek insanlar; temiz hava alacaklar, güzel manzaralar seyredecekler, muğlamasını yedikten sonra oluktan akan buz gibi suyundan, avuçlarıyla kana, kana içecekler ve hiç çekinmeden binbir çiçekli otlaklarında serilip hayale dalmak isteyecekler… Ziyaretçilerimiz, “GÜMÜŞ ÜLKESİ’nde, beline kuşak başıına puşi ve çeşan, önüne peştamal, ayağına yün çorap giyerek, Tarihçilerin simgeledikleri
“ Eli oraklı, beli kuşaklı” Amazon kadınları gibi dolaşmak istiyorlar. Artık klasik deniz ve güneş amaçlı turizmin değiştiğini ve daha başka içerik kazanmaya başladığını fark etmek gerekiyor. Televizyonlarımızın başlattığı “ Hayde Memlekete “ kampanyasını sürdürürken, Televizyonlarda ve yörede bu konular görüşülmeli, tartışılmalı ve yatırım heveslilerinin önünü açılmalıdır. Tarih ve kültür, her zaman geçmişi ifade etmez, aynı zamanda geleceği de içine almalıdır. O nedenle eskinin eksiklerini ve beğenmediklerimizi, yeni, kalıcı ve göz kamaştırıcılarıyla pekiştirerek zenginleştirmemiz gerekiyor. Antik tarihimize, bizlere özgü daha fazla ve göz kamaştırıcı eserler katmamızın şart olduğu artık kaçınılmaz bir gerçek olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Konuya dar açıdan bakmadan, alt yapı, ara yollar ve dere yollarının ıslahı teşvik edilerek, daha çok insanın bu zevkler ve güzelliklerden yararlanması sağlanmalı ve yeni turizm anlayışlarına göre, artık yöre halkını da bu turizm nimetlerinden pay almalarını hoşgörü ile karşılamak gerekiyor. Yöre halkına, yapılacak yardımlarla kolaylıklar sağlamanın tam zamanıdır. Bunun için bizzat yöreye gidilip; Paneller, oturumlar, konferanslar düzenlenmeli ve Halk, “ Yöre Turizmi” konusunda bilinçlendirilmelidir. Yukarda belirttiğim konularda zaten çalışmakta olan Rize Dernekleri, Dernekler Federasyonları ve Vakıfları, tek başlarına yürüttükleri çalışmalarıyla yapmış ve yapacakları bütün çalışmalarını birleştirerek, bülten ve kitapçıklar halinde ilgili makamlara sunmalıdırlar. Bütün bunlar için de yöre turizm alt yapı çalışmalarına katkı sunarak bu gelişme, el birliğiyle hızlandırmalıdırlar.
LAZLAKAR, artık bir sembol olma yolunda… Lazlakar, Kaçkarlar’ın yükseğinde yer alan, bir yayla ve dağın adıdır. Senoz Deresi Vadisi ve vadi kolları; Lazlakar Yaylası ve Lazlakar Dağının etrafını çepeçevre sarmaktadır. Bir tarafta Mağrebodam ( İncesu Köyü ), bir taraftan da Lazlakar Yaylası Vadisi, kuzeye doğru inerek Kaptanpaşa Deresi ile birleşiyor ve Çayeli Eskipazar ile Yaka Mahallesi arasında denize dökülüyor. Lazlakar Dağının diğer yakasından aşağı inen vadi ise, Hemşin Başköy, Orta Yayla ve Sıraköy suları ile Verçenik Dağı sularını toplayarak Çat Köyü ve Çamlıhemşin İlçesinden aşağı doğru inerek, Pazar-Ardeşen arasından denize dökülmektedir.
Lazlakar Dağı, Hemşin üçpara (Üç köy) köyleri ile Lazlakar Yaylası arasında bulunan yüksek tepelerdir. Tam karşısında Çemeşk Yaylası tepesinde de Cimil Dağı ve Demir Kapı Dağı bulunmaktadır. Ünlü Baldaş Beli, Lazlakar Dağının geçit veren bölümüdür. Tarihteki ipek yolu, bu aşıttan Rize’ye ve Çayeli’ne ulaşırdı. Bu nedenle Lazlakar Dağının ünlü Baldaş Beli; antik değere sahip bir geçittir. Bu dağların, Amasyalı Coğrafyacı ve Tarihçi Strabon zamanındaki adı Moskhos Dağları’dır. Lazlakar adı ise Hemşin Türklerinin, bu Dağlara geldikten sonra aldıkları Türkçe bir ad olduğu açıktır. Bu Yayla Dağlarının çevresinde çok sayıda balıklı Çöküntü Gölleri bulunmaktadır.
Antik Baldaş Farsça-Türkçe karışımı bir sözcüktür. “ Daş ”, Farsça Kazan demektir. Bal-Daş terkibi ise Bal Kazanı anlamına gelmektedir. Gerçekten de Rize dağlarında üretilen Kaçkarlar’ın Hemşin Balı, çök ünlü ve çok değerlidir. Ünlü Ancer Balına eş değerdedir.
Tarih genel olarak; dünya insanlarını etkisine alan önemli olayları ve bu olaylar arasındaki neden- sonuç ilişkilerini ve uygarlık gelişmelerini belirleyip, yer ve zaman göstererek ve koşullarını da ortaya koyarak anlatan bilim dalı olarak tanımlanmaktadır.
Bu genel anlatım içinde, tarihsel olayların ele alınması ve günü gününe kaydedilmesi bir tespit işidir. Böylece bir tarihsel olayı tespit yaparken, duygusallığın ve siyasi taraflılığın hiç yeri yoktur. Aksi halde geleceğe, çok yanlış bilgiler içeren bir tarih mirası bırakmış olursunuz. Hele siyasi, dini ve soy ağırlıklı düşüncelerle yazılan tarihler, Ulusların kin ve nefret duygularını daha da ön plana çıkararak ileriye götürmektedir. Aradan binlerce yıl geçse bile, eski tarihsel olaylar bugün hala tartışma konusu olmaktadır ve hiç unutulmamaktadır.
Tarih, kültür, doğal güzellikler ve turizm, birbirlerini tamamlayan ayrılmaz dört ana olgudur. Bu üç ana güzelliğin olduğu yerde, turizmin canlanması ve olumlu sonuçlar vermesi, kaçınılmaz hale geliyor ve mükemmel bir bütün oluyor.
Bütün bu genel ölçülere bakıldığı zaman; Doğu Karadeniz, Rize ve Çayeli’nde, Pazar, Ardeşen ve Fındıklıda çok yağmurlu olması nedeniyle turizmin gelişemeyeceği gibi bir yanlışa düşmemek lazımdır. Bu Vadilerimizin hepsinde, büyük bir Turizm potansiyeli bulunmaktadır. Ssoğuk ve güneşsiz Avrupa, İngiltere ve Kuzey Ülkeleri, Kendi yörelerine özgü çok mükemmel bir turizm yaratmışlar ve bundan gelir elde etmektedirler. Öyle ise, yağmuru, güneşi, doğal güzellikleri ve tarihi olan Rize bölgesinde turizmin nasıl çok rahat yerleşip tutunabileceğini açıklamaya çalışalım:
Bir defa Rize ve çevresinin yeryüzü şekilleri ve doğal güzellikleri, başlı başına bir turizm hareketinin nedenidir. Çünkü bu bölge, binlerce yıl öncesinden beri hiç bozulmadan doğallığını koruyabilmiştir. Ormanların hiç yangın görmemesi ve yeşil alanın azalmayarak gürleşmesi, eski güzelliklere daha başka güzellikler eklemiştir. Binlerce yıl önce buralarda ölen birinin ruhu yeniden dünyaya gelse, doğduğu köyü rahatlıkla tanıyabilir: Deniz kıyısında nemli, yaylalarında kuru iklimiyle, güneşiyle, yağmuruyla ve şarıl, şarıl akan sularının hiç değişmemesiyle, “ İşte ben buralıydım” diyebilme şansına sahiptir. Bugünkü insanlar da, eskiye dönüp baktıkları zaman, tarihin derinliklerinde Rize –çayeli-Pazar-hemşin-ardeşen-fındıklı ve tum karadeniz bölgesinin o çok eski ve anlamlı yaşantısını görebilmeliler ve görmeye çalışmalıdırlar. Tarihin görünmeyen eski sayfalarına bu anlayışla, ama mutlaka sevgi ve saygıyla bakılmalıdır. Tarih, coğrafya ve insanlarla ancak böyle birleşip bütünleşebilir.
Rize ve çevresindeki en eski halkların üzerine, M.S 550 ila 750 yılları arasında gerek sahil kesimine ve gerekse dağ kesimine yerleşen Hemşin ve sahil Türkleri olduğu bilinmektedir. Bu Türkler de, miras aldıkları antik kültürler üzerine kendi kültürlerini ekleyerek hala buralarda yaşamaktadırlar: Yine ahşap evlerde, yine şen şakrak ve yine bağırarak çağırarak konuşarak… Eski ile yeninin ne farkı var ki? İşte size eski kültürlerin yok olmadığının bir kanıtı… Dillerini kaybetmiş olsalar bile! Bizler de Orta Asya’da konuştuğumuz Türkçe’yi, yarı yarıya unutmuş bulunuyoruz. Bütün amacımız, bütünüyle tarih kokan bu kültürü, turizmde uygulamak olmalıdır. Türklerin bölgeye gelmesinden sonra, bugün anlamakta zorluk çektiğimiz bazı konuşma dili ve coğrafi yer adları, unutulan Orta Asya’daki dillerine dayanmaktadır. Ama bugün bunları anlamakta çok zorlanıyoruz. Ancak dilimizde yerleşen oldukça çok fazla Arapça, Farsça kelimelerle birlikte, az sayıda da olsa Gürcüce, latince ve Ermenice kelimeler de görülmektedir. Bu durum, kültürümüzün bir parçasıdır ve turizm alanında çok akıllıca kullanılabilir. Ülkemizle ilgisi olan ve daha evvel bu topraklarda yaşamış milyonlarca insanı, turist olarak ülkemize çekebiliriz. Eğer hoşgörülü olamazsak, Ülke çıkarları açısından korkak ve pısırık olursak, bölgemizde turizmi zaten yerleştiremeyiz. O halde önce kendi kendimize soralım. Ne kadar hoşgörülüyüz? Hoşgörüyü nasıl sağlamalıyız? Türkiye’miz ve Karadeniz’imiz, ancak bu soruların yanıtını olumlu biçimde verebilirse nefes alabileceği bir düzlüğe çıkabilir düşüncesindeyiz.
Görülüyor ki, çevremizde tarih, kültür ve doğa hazinelerimiz çok zengindir. Oyunları, ahşap evleri, yemekleri, kılık kıyafetleri, hareketli, sevecen ve heyecanlı oluşları, turizmi yöreye çekebilecek güçte olduğu görülüyor. Bilinen antik tarihli bu kültür birikimi, alt yapı hizmetleri ile birleştirilince, Yöremizin bir turizm cenneti olacağı muhakkaktır. Karadeniz sahil yolundan sonra, acele olarak, ara ve Dere Yolları da tamamlanmalıdır. Son yıllarda hızlanan barınma ve beslenme tesisleri daha da çoğaltmalı ve maliyeti yüksek yatırımlara girilmeden, bunlara yenileri eklenmelidir.
Çayeli’miz; Rize’miz ve tüm İlçelerimiz, uzaktan havasını solumaya çalıştığımız bir açık hava müzesi gibidir. Açık Hava Müzesi olma konumunda bulunması; doğanın ona bahşettiği güzelliklerden kaynaklanıyor. M.S 1080 yılına kadar süren Doğu Roma İmparatörlüğünün ve daha sonra tarih sahnesine çıkan Türklerin bıraktıkları kaleler, köprüler, yüksek ormanlar içinde saklı olan dört bin yıllık bakır işletme ocakları ile Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalan camiler yönünden de çok anlamlı bazı tarihi zenginlikler bulunmaktadır. Bu bilinenlerinin yanında, yeni, yeni öğrenilmeye başlanılan antik bakır ocakları kalıntıları çok ilginçtir: Çat Düzünden sakız çekmek için ulu çam ormanları içine dalanlar, bu maden ocaklarıyla sık, sık karşılaşırlar. Bu insanlar, maden içerikli Granit taşların kesilip hemen önündeki küçük tuğlalı ocaklarda eritildiğini düşünmemiş ve bilmemiş olabilirler. Çünkü ocağın hemen önünde küçük tümseklerin altında cüruf yığınlarını görememişlerdir. Cüruf, ocakta eritilen madenlerin, demir-bakır artıklarıdır. Bu sanatı icra edenler de, 4000 sene önce oralarda yaşayan yöre halkı ve torunları idi. Böylesine derin bir tarih ve kültürü, turizmle birleştirecek olanlar, yine oralarda yaşayan insanlardır. Yöre Halkımız acaba, bir tarih ve kültür deryası içinde yüzdüğünün arkında mıdırlar?

KAPLICAVE ILICALAR: Turizm açısından ılıca ve kaplıcalarımız da yeterlidir. Sondaj vurulursa, her vadide ılıca suyu bulunacağı muhakkaktır. Böylesine gizli kalmış bu tarihi süreci, iyi değerlendirerek, öne çıkarmak için bir proje uygulamak ve turistin hizmetine sunmak gerekiyor. Bölge Turizmi için Ayder başlı başına bir potansiyel teşkil ediyor. Çevresindeki Konaklar, Kaleler ve Yaylalar da bu potansiyeli güçlendirebilecek durumdadır.
İşte bütün bu tarihi gerçekleri öğrenerek ve bilerek, böylesine zengin antik tarihimizi hangi amaçlarla kullanabiliriz sorusu üzerinde uzun, uzun düşünmek zorundayız. Bu konularda araştırma ve çalışma yaparken, bölgenin tarihini ve kültürünü birlikte ele alarak, çağlayan, yayla, tesis, köprü, cami, ılıca, kaplıca, antik yollar, antik adlar, maden ocakları, dağları, köyleri, yaylaları ve gölleriyle birlikte haritası çıkarılarak, broşür ve kitapçıklar hazırlanmalıdır. Bundan sonra da bütün tarihi yerlerin bilançosu çıkarılarak her eserin kısaca tarihi yazıya dökülerek broşür ve tabelalarda gösterilerek, turizmin emrine sunulmalıdır.

YÖRE HALKI: Yöre halkına da bu arada çok görevler düşmektedir: Doğamızı ve sularımızı kirletmeyelim. Doğanın da tıpkı insanlar gibi bir ömrü vardır. Doğa, Allah’ın bir görüntüsüdür. Öyle ise ben diyorum ki; Allah’ını seven herkes eğer Allah’ına saygılı olmak istiyorsa, O Allah armağanı olan varlığı korusun! Oraya gelecek insanlar; temiz hava alacaklar, güzel manzaralar seyredecekler, yaylalarında Muğlamalarını yedikten sonra oluktan akan buz gibi suyundan, avuçlarıyla kana, kana içecekler ve hiç çekinmeden binbir çiçekli otlaklarında serilip hayale dalmak isteyecekler… Ziyaretçilerimiz, Gümüş Ülkesi’nde, beline kuşak başına puşi ve çeşan, önüne peştamal ayağına yün çorap giyerek, Tarihçilerin simgeledikler “ Eli oraklı, beli kuşaklı” Amazon kadınları gibi dolaşmak istiyorlar. Artık klasik deniz ve güneş amaçlı turizmin değiştiğini ve daha başka içerik kazanmaya başladığını fark etmek gerekiyor. Televizyonların başlattığı “ Hayde Memlekete “ kampanyasını sürdürürken, Televizyonlarda ve Yörede bu konular görüşülmeli, tartışılmalı ve yatırım heveslilerinin önünü açılmalıdır. Tarih ve kültür, her zaman geçmişi ifade etmez, aynı zamanda geleceği de içine almalıdır. O nedenle, eskinin eksiklerini ve beğenmediklerimizi, yenileriyle, kalıcılarıyla ve göz kamaştırıcılarıyla pekiştirerek zenginleştirmemiz gerekiyor. Antik tarihimize, bizlere özgü daha fazla ve göz kamaştırıcı eserler katmamızın şart olduğu görünüyor.
Konuya dar açıdan bakmadan, alt yapı, ara yollar ve dere yollarının ıslahı teşvik edilerek, daha çok insanın, bu zevk ve güzelliklerden yararlanması sağlanmalı ve yeni turizm anlayışlarına göre davranılmalıdır. Artık yöre halkının da bu turizm nimetlerinden pay almalarını hoşgörü ile karşılamak ve yapılacak yardımlarla kolaylıklar sağlamanın tam zamanıdır. Bunun için bizzat Yöreye gidilip; Paneller, oturumlar, konferanslar düzenlenmeli ve Halk, “Yöre Turizmi” konusunda bilinçlendirilmelidir. Yukarda belirttiğim konularda zaten çalışmakta olan Rize Dernekleri, Dernekler Federasyonları ve Vakıfları, tek başlarına yürüttükleri çalışmalarıyla yapacakları bütün çalışmalarını birleştirerek, bülten ve kitapçıklar halinde ilgili makamlara sunmalıdırlar. Bütün bunlar için de yöre turizm alt yapı çalışmalarına katkı sunarak bu gelişmeyi el birliğiyle hızlandırmalıyız. Ayrı, ayrı yapılan Dernekçilik çalışmalarının, Yöremize hiçbir faydası olacağı kanısında değiliz. Köy Derneklerimiz ne yazık ki, kapalı örf ve geleneklerini yaşatmaya çalışırken, Yöremizin bundan hiçbir yararı olmayacaktır.
Artık, Kaçkarın, Marsis’in, Verçeniğin, Vadilerimizin ve tüm varlıklarımızın ortaya konulması zamanıdır. Zenginlerimiz, gurbetçilerimiz, aydınlarımız ve gençlerimiz… Haydı bir bütünlük içinde Karadeniz’e!
SEBAHATTİN ARICI
1.1.2014